29 Mart 2012 Perşembe

ATAsözleri ve Anlamları

Baba koruk (ekşi elma, erik) yer, oğlunun dişi kamaşır.
Bir babanın yaptığı kötü iş, sürekli tekrarladığı uygunsuz hareketler her nedense aileye yüklenmeye çalışılır. Toplum içinde de bunun sıkıntısını en çok, çocuk çeker; en çok o, güç duruma düşer.
Baca eğri de olsa duman doğru çıkar.
Dürüst, doğru, iyi ve güzel vasıflarını doğuştan getiren insan, ne denli bozuk, elverişsiz ortamlarda bulunursa bulunsun niteliklerini kaybetmeyip korur. Bu durum nesneler için de geçerlidir.
Balık baştan avlanır.
Bir yeri yöneten oraya hâkim demektir. Eğer bir yeri ele geçirmek istiyorsan, oranın hâkimi olan yöneticileri ele geçirmen yeter.
Balta değmedik (girmedik) ağaç (orman) olmaz.
Hayat öyle çetrefilli bir yoldur ki, zorluk, felâket ve acılarla karşılaşmayan, bir zarar görmeyen kimse yoktur.
Cambaz ipte, balık dipte gerek.
Niteliği gereği hemen her varlık farklı bir yerde bulunur, barınır ve iş yapar. Niteliğine uygun olmayan yerin şartları onu zor durumda bırakabilir. Dolayısıyla her kişi elde ettiği niteliklerin gerektirdiği bilgi, beceri ve uzmanlık sahası içinde çalışmalı; o alanın dışındaki işlerden uzak durmalıdır.
Abanın kadri yağmurda bilinir.
Her şeyin bir değeri vardır. Bir şeyin gerçek değeri (kadri) ise, ona gerçekten ihtiyaç duyulduğu zaman ortaya çıkar.
Abdala “kar yağıyor” demişler, “titremeye hazırım” demiş.
Yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayıp eziyet çekmekte olan kimseler, karşılaşacakları zor şartlardan endişe duymazlar. Çünkü onlar bu şekilde yaşamaya alışıktırlar.
Acele işe şeytan karışır.
Düşünüp taşınmadan, çabuk davranılarak yapılan işten iyi sonuç beklenmemelidir; o iş ya yanlış ya da bozuk olur.
Aç ayı oynamaz.
Kendisinden iş beklenilen kimseden emeğinin karşılığı esirgenmemelidir; insan ya da hayvan olsun, çalışan mutlaka doyurulmalıdır.
Açın gözü ekmek teknesindedir (olur).
İnsanın tek amacı, öncelikle kendisi için gerekli, yaşaması için zorunlu olan, yokluğunu çektiği şeyi elde etmektir.

28 Mart 2012 Çarşamba

Atom Modelleri


Atom Modelleri


Thomson Atom Modeli :

(1902) üzümlü kek şeklindeki atom modeli;
Thomson atom altı parçacıklar üzerinde çalışmalar yaparken icat ettiği katot tüpü yardımıyla 1887 yılında elektronu keşfinden sonra kendi atom modelini ortaya attı. Thomson'a göre Atom dışı tamamen pozitif yüklü bir küre olup ve negatif yüklü olan elektronlar ise kek içerisindeki gömülü üzümler gibi bu küre içerisine gömülmüş hâldedir.

Rutherford Atom Modeli:
(1911) güneş sistemine benzeyen atom modeli;
Thomson'un modeline pek inanmayan Rutherford ünlü alfa saçılması deneyi ile kimya tarihine nükleer atom kavramım sokarak yeni çığır açmıştır. İnce altın levhayı radyoaktif atomların yayınladıkları alfa ışınlarıyla bombardımana tabii tutan Lord Ernest Rutherford gözlemlerine ve deneylerinin sonuçlarına dayanarak, atomun Thomson tarafından hayâl edilmiş fon statik topluluk olamayacağına hükmetti. Ve atomun yapısını, topta gezegenlerin Güneş'in etrafında gravitasyon kuvvetinin etkisiyle dolandıkları gibi gibi elektronlum da pozitif yüklü bir çekirdeğin etrafında elektriksel çekim kuvvetinin etkisi alanda dolanmakta olduğu dinamik bir model olarak açıkladı.

Bohr Atom Modeli :

(1913) kuvantum teorisinin sahneye çıkışı;
Rutherford atom modeli üzerinde kafa yoran Danishy;markalı fizikçi Niels Bohr, klasik fizik gereği çekirdeğin etrafında dolanan elektronların ivmeli hareketlerinden dolayı, enerji kaybederek çekirdeğe düşmeleri gerektiğini düşündü. Ama hiç de böyle olmamakta ve atom kararlılığını muhafaza etmektedir. Bohr atomun bu karalılığını;
1. Elektron hareketlerinin ancak belirli yörüngeler (enerji seviyeleri) üzerinde mümkün olmasıyla,
2. Elektronun, bir yörüngeden bir başkasına geçişini ise belirli bir miktarda (bir kuvantum miktarında) bir enerji kazanmasına (ya da kaybetmesine) bağlı olduğuna, ve
3. Bir atomda, elektronların daha da alana düşmeyecekleri bir en alt enerji düzeyinin var olmasıy*la açıklamaktadır.

De Broglie'un Atom Modeli:
(1923) Broglie'un dalga modeli;
Bohr’un atom modeli elektonların yörüngeler arası geçişlerin mümkün kılan “enerji (kuvantum) sıçramaları” açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Bunun çözümü Fransız fizikçisi Prens Victor De Broglie tarafından teklif edildi. De Broglie bilinen bazı tanecik*lerin uygun koşullar altında tıpkı elektromanyetik radyasyonlar gibi, bazen de elektromanyetik radyasyonların uygun şartlarda tıpkı birer tanecik gi*bi davranabileceklerini düşünerek elektronlara bir "sanal dalga”nın eşlik ettiği öne sürerek bir model teklif etti. Bu modele göre farklı elektron yörüngelerini çekirdeğin etrafında kapalı dalga halkaları oluşturmaktaydılar.

Born'un Atom Modeli :


(1927) olasılık kavramına dayanan atom modeli;
Almanya'lı kuramsal bir fizikçi olan Born Heisenberg'in belirsizlik ilke katlamakla beraber bir takım olasılık ve istatistiki hesapar neticesinde bir elektronun uzaydaki yerini yaklaşık olarak hesap etmenin mümkün olabileceğini öne sürdü. Born Schrödinger'in dalga denklemini olasılık açısından yorumlayarak dalga mekaniği ile kuvantum teorisi arasında bir bağıntı kurdu. Böylece elektronun uzayın bir noktasında bulunması ihtimalinin hesaplanabileceğini göstermiş oldu


ATOM MODELLERİ

Bugün bildiğimiz atom bilgisi, teorik ve deneysel konularda yıllardır sürekli yapılan çalışmaların bütünüdür. Çalışmalar sonucunda atomun varlıgıı kesin bilgi hâlini aldıktan sonra, onları daha yakından tanımak, özellikleri ile ilgili araştırma ve incelemeler yapmak için modeller tasarlanmaya başlanmıştır. Model, bir konu ya da olayın anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla tasarlanır, ancak olayın gerçek niteliğini belirtmez.

Atom modelleri; ilim adamları tarafından hayal edilmiş tablolardan ibarettir. Bunlar atomu doğrudan doğruya gözlemleyerek yapılan taslaklar değildir. En sade atom modelinde atomlar, içi dolu esnek küre
olarak kabull edilir. Şimdi atom modellerini inceleyelim.

1.1.1. DALTON ATOM MODELİ

Sabit oranlar kanunu ve katlı oranlar kanunu olarak gördüğümüz bileşiklerdeki kütlesel ilişkilere bakarak 1803 yılında John Dalton, maddelerin çok çok küçük yapı taşlarının topluluğu halinde bulunduğu, fikrini ileri sürdü.

Dalton atom teorisi olarak ortaya konulan temel özellikler şunlardır;

1. Maddelerin özelliklerini gösteren birim parçacıklar atomlar veya atom gruplarıdır.
2. Aynı cins elementlerin atomları birbirleriyle tamamen aynıdır.
3. Atomlar içi dolu kürelerdir.
4. Farklı cins atomlar farklı kütlelidir.
5. Maddenin en küçük yapıtaşı atomdur. Atomlar parçalanamaz.
6. Atomlar belli sayılarda birleşerek molekülleri oluştururlar.

Örneğin, 1 atom X ile l atom Y’den XY, l atom X ile 2 atom Y den XY2 bileşiği oluşur. Oluşan bileşikler ise standart özellikteki moleküller topluluğudur.
Atomla ilgili günümüzdeki bilgiler dikkate alındığında Dalton atom modelindeki eksikliklere ek olarak üç önemli yanlış hemen fark edilir.

1. Atomlar, içi dolu küreler değildir. Boşluklu yapıdadırlar.
2. Aynı cins elementlerin atomları tam olarak aynı değildir. Kütleleri farklı (İzotop) olanları vardır.
3. Maddelerin en küçük parçasının atom olduğu ve atomların parçalanamaz olduğu doğru değildir. Radyoaktif olaylarda atomlar parçalanarak daha farklı kimyasal özellikte başka atomlara ayrışabilir; proton, nötron, elektron gibi parçacıklar saçabilirler.

1.2. THOMSON ATOM MODELİ:Üzümlü Kek Modeli

Dalton atom modelinde (-) yüklü elektronlardan ve (+) yüklü protonlardan söz edilmemişti. Yapılan deneyler yardımıyla, katot ışınlarından elektronun, kanal ışınlarından protonun varlığı ortaya konulmuştu. Bu bilgiler ışığında Thomson'un atomla İlgili fikirlerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

1. Protonlar ve nötronlar yüklü parçacıklardır. Bunlar yük bakımın*dan eşit, işaretçe zıttırlar. Proton + 1 birim yüke; elektron ise -1 birim yüke eşittir.
2. Nötr bir atomda proton sayısı elektron sayısına eşit olduğundan yük*ler toplamı sıfırdır.
3. Atom yarıçapı 10-8 cm olan bir küre şeklindedir. Söz konusu küre içerisinde proton ve elektronlar atomda rast gele yerlerde bulunurlar. Elektronun küre içindeki dağılımı üzümün kek içindeki dağılımına benzer.
4. Elektronların kütlesi ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Bu nedenle atomun ağırlığını büyük ölçüde protonlar teşkil eder.

Nötron denilen parçacıklardan bahsedilmemesi Thomson Atom teorisinin eksiklerinden biridir. Proton ve elektronların atomda rastgele yerlere bulunduğu İddiası ise teorinin hatalı yönüdür.

1.1.3. RUTHERFORD ATOM:Çekirdekli Atom Modeli.

Atomun yapısının açıklanması hakkında,önemli katkıda bulunanlardan birisi de Ernest Rutherford (Örnıst Radırford) olarak bilinir. Rutherford'dan önce Thom*son atom modeli geçerliydi. Bu modele göre, atom küre şeklindedir. Ve küre içerisinde proton ve elektronlar bulunmaktadır.
Acaba bu proton ve elektronlar atom içerisinde belirli bir düzene mi, yoksa rastgele bir dağılım içerisinde mi bulunuyorlar? Bu sorunun cevabı daha bulunamamıştı. Rutherford bu sorunun cevabı ve Thomson atom modelinin doğruluk derecesini anlamak için yaptığı alfa (a) parçacıkları deneyi sonucunda bir model geliştirmiştir.
Polonyum ve radyum bir a-ışını kaynağıdır. Rutherford, bir radyoaktif kaynaktan çıkan a-taneciklerini bir demet hâlinde iğne ucu büyüklüğündeki yarıktan geçirdikten sonra, kalınlığı 10-4 cm kadar olan ve arkasında çinko sülfür (ZnS) sürülmüş bir ekran bulunan altın levha üzerine gönderdi.
Altın levhayı geçip ekran üzerine düşen a - parçacıkları ekrana sürülen ZnS üzerinde ışıldama yaparlar. Böylece metal levhayı geçen a - parçacıklarını sayma imkanı elde edilir.
Rutherford, yaptığı deneylerde metal levha üzerine gönderilen a- parçacıklarının % 99,99 kadarının ya hiç yollarında sapmadan ya da yollarından çok az saparak metal levhadan geçtiklerini, fakat çok az bir kısmının ise metale çarptıktan sonra büyük bîr açı yaparak geri döndüklerini gördü.
Rutherford daha sonra deneyi altın levha yerine, kurşun, bakır ve platin metallerle tekrarladığında aynı sonucu gördü. Kinetik enerjisi çok yüksek olan ve çok hızlı olarak bir kaynaktan çıkan a - parçacıklarının geriye dönmesi için;


1.Metal levhada pozitif kısmın olması,
2.Bu pozitif yüklü kısmın kütlesinin (daha doğrusu yoğun*luğunun) çok büyük olması gerekir.
Bu düşünceden hareketle Rutherford, yaptığı bu deneyden şu sonuçlan çıkardı.
Eğer, a tanecikleri atom içerisindeki bir elektrona çarpsaydı, kinetik enerjileri büyük olduğu için elektronu yerinden sö*kerek yoluna devam edebilirlerdi. Ayrıca, a - taneciği pozitif, elektron negatif olduğundan geriye dönüş söz konusu ol*maması gerekirdi.
Bu düşünceyle hareket eden Rutherford,metale çarparak geriye dönen alfa parçacıklarının sayısı metal levhadan geçenlere oranla çok küçük olduğundan; atom İçerisinde pozitif yüklü ve kütlesi büyük olan bu kısmın hacmi, toplam atom hacmine oranla çok çok küçük olması gerektiğini düşünerek, bu pozitif yüklü kısma çekirdek dedi.
Rutherford, atomun kütlesinin yaklaşık olarak çekirdeğin kütlesine eşit olduğunu ve elektronlarında çekirdek etrafındaki yörüngelerde döndüğü*nü ileri sürmüştür. Buna göre, Rutherford atomu güneş sistemine benzetmiş oluyordu. Rutherford atom modelini ortaya koyduğunda nötron*ların varlığı daha bilinmiyordu.
Günümüzde ise çekirdeğin proton ve nötronlar içerdiği ve bunların çekirdeğin kütlesini oluşturduklarına inanılmaktadır. Rutherford'un ortaya koyduğu atom modelinin boyutlarını da anlamak önemlidir. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz. Eğer, bir atomun çekirdeği bir tenis topu büyüklüğünde olsaydı, bu atom büyük bir stadyum büyüklüğünde olurdu.
He atomu 2 proton, 2 nötron ve 2 elektron*dan oluşur.
Bir He atomunun 2 elektronu tamamen uzaklaştırılırsa geriye +2 yüklü helyum iyonu (He+2) kalır. Bu iyona alfa (a) parçacığı (alfa ışını) denir.
Bir atomu a - taneciği ile incelemek, bir şeftaliyi uzun bir iğne ile incelemeye benzer, iğnenin şeftalinin ortasında sert bir şeye çarptığını tespit ederek şeftali çekirdeğinin varlığını ve büyüklüğünü onu hiç görmeden anlamak mümkündür. Bu arada şeftali ile çekirdeğinin büyüklüğü ve atom ile çekirdeğinin büyüklüğünün aynı oranda olamayacağı unutulmamalıdır.
1.1.4. Bohr Atom Teorisi

Buraya kadar anlatılan atom modellerinde, atomun çekirdeğinde, (+) yüklü proton ve yüksüz nötronların bulunduğu, çekirdeğin etrafında dairesel yörüngelerde elektronların dolaştığı ifade edildi. Bu elektronların çekirdek etrafında nasıl bir yörüngede dolaştığı, hız ve momentumlarının ne olduğu ile ilgili bir netice ortaya konmadı. Bohr ise atom teorisinde elektronların hareketini bu noktadan inceledi.
1913 yılında Neils Bohr, hidrojen atomunun spektrum çizgilerini ve Planck'ın kuvantum kuramını kullanarak Bohr kuramını ileri sürdü. Bu bilgiler ışığında Bohr postulatları şöyle özetlenebilir.
1. Bir atomdaki elektronlar çekirdekten belli uzaklıkta ve kararlı hâllerde hareket ederler. Her kararlı hâlin sabit bir enerjisi vardır.
2. Her hangi bir kararlı enerji seviyesinde elektron dairesel bir yörünge*de (orbitalde) hareket eder. Bu yörüngelere enerji düzeyleri veya ka*bukları denir.
3. Elektron kararlı hâllerden birinde bulunurken atom ışık (radyasyon) yayınlamaz. Ancak, yüksek enerji düzeyinden daha düşük enerji düzeyine geçtiğinde, seviyeler arasındaki enerji farkına eşit bir ışık kuantı yayınlar. Burada E = h-i) bağıntısı geçerlidir.
4. Elektron hareketinin mümkün olduğu kararlı seviyeler, K, L, M, N, O gibi harflerle veya en düşük enerji düzeyi l olmak üzere, her enerji düzeyi pozitif bir tam sayı ile belirlenir ve genel olarak "n" İle gösterilir, (n: 1,2,3 .....¥)
Bugünkü bilgilerimize göre; Bohr kuramının, elektronların dairesel yörüngelerde hareket ettikleri, ifadesi yanlıştır.

Bohr atom modeli, hidrojen atomunun davranışını çok iyi açıkladığından ve basit olduğundan önce büyük ilgi gördü. Ancak, bu model çok elektronlu atomların davranışlarını (atomların spektrumlarını, atom çekirdeğinin bir elektronunu yakalayarak başka atom çekirdeğine dönüşünü) açıklayamadığından yaklaşık 12 yıl kadar geçerli kaldı. Daha sonra yerini modern atom teorisine bıraktı.
Bohr'a göre, elektronlar çekirdekten belirli uzaklıklarda dairesel yörüngeler izlerler. Çekirdeğe en yakın yörüngede bulunan (n = 1) K tabakası en düşük enerjilidir. Çekirdekten uzaklaştıkça tabakanın yarıçapı ve o kabukta bulunan elektronun enerjisi artar. Elektron çekirdekten sonsuz uzaklıkta iken (n @¥) elektronla çekirdek arasında, çekim kuvveti bulunmaz. Bu durumda elektronun potansiyel enerjisi sıfırdır. Elektron atomdan uzaklaşmış olur. Bu olaya iyonlaşma denir.
Elektron çekirdeğe yaklaştıkça çekme kuvveti oluşacağından, elektro*nun bir potansiyel enerjisi olur. Elektron çekirdeğe yaklaştıkça atom kararlı hâle doğru gelir, potansiyel enerjisi azalır. Buna göre, elektronun her enerji düzeyindeki potansiyel enerjisi sıfırdan küçük olur.
Yani negatif olur. Bohr hidrojen atomunda çekirdeğe en yakın enerji düzeyinde (K yörüngesi) bulunan elektronun enerjisini -313,6 kkaldir.

PERİYODİK CETVEL ve özellikleri

PERİYODİK CETVEL
VE
PERİYODİK ÖZELLİKLER
Eskiden beri bilim adamları bazı elementlerin benzer özellikler gös-
termeleri nedeniyle,bunları gruplandırmanın uygun olacağı düşüncesiyle bir
çok çalışmalar yapmışlardır.1896 yılında Dimitri Mendeleev(Mendelyef)adlı Rus bilgin o gün bilinen 60 elementi atom kütlelerinin(kütle numaralarının)
artışına göre sıraladı.Mendeleev'in periyodik sınıflandırması,o zaman için
gerçeğe daha uygun olduğundan uzun süre değerini kaybetmeden kullanıldı.
Ancak bugün elementlerin kimyasal özelliklerinin kütle numaralarının değil,atom numaralarının periyodik bir fonksiyonu olduğu anlaşılmıştır.Böylece elementleri özellikleri benzer(değerlik elektron sayıları aynı )olanlar alt alt gelecek şekilde atom numaralarının artışına göre dizilerek modern periyodik cetvel elde edilmiştir.
Periyodik cetveldeki yatay sıralara periyot veya sıra,düşey sütunlara ise grup adı verilir.Periyodik cetvelde 7 periyot 16 grup vardır.Bu gruplar
dan 8 tanesi A 8 tanesi Bgrubudur.
1A grubuna alkali metaller grubu denir.Çok aktiftirler.Tabiatta ancak bileşikleri halinde bulunabilirler.Son yörüngelerinde 1 tane elektron bulunur.Her periyodun başlangıcını yaparlar.Periyodun birisi tamamlandığında diğer metal gelir.Son yörüngelerindeki bu elektronu vere
rek bileşiklerinde daima +1 değerlik alırlar.Fakat hidrojenin bazı durumla
rı istisnadır.Her periyodun başlangıcında atomun çapı en büyüktür.Fr ve Sc elementleri yapaydır.Bütün alkali metaller iletkendir ve alaşım yaparlar.
2A grubuna toprak alkali metaller grubu denir.Aktiftirler ve tabiatta bileşikleri halinde bulunurlar.Son yörüngelerinde ikişer tane elektron bulunur.Bu elektronları vererek kararlı bileşiklerinde +2 değerlik gösterir
ler.
7A grubu elementlerine halojenler denir.Halojenler tamamen ametalik özel
lik gösterirler.Son yörüngelerinde 7 tane elektron vardır.Bunlar son yörüngesini
8'e tamamlamak istediklerinden bir tane elektron alırlar ve kararlı bileşiklerinde
-1 değerlikli olurlar.Bazen +1,+3,+5,+7 değerlikte olabilirler
8A grubu elementlerine soygazlar(inert,asal gazlar) denir.Bu grupta her peri
yodun sonuna gelinmiş olur.8A grubundan sonra yeni bir periyot başlar.Atomları
nın son yörüngesinde 8 tane elektron vardır.Kararlı yapıya sahiptirler,bileşik yap
mazlar.
1A,2A,3A (bor hariç)grubu elementleri metalik özellik gösterirler.Ayrıca B
grubu elementleri de metalik özellik gösterirler.Bunlara ağır metaller de denir.
Bu elementler bütün bileşiklerinde pozitif değerlik alırlar
Geçiş elementleri periyodik cetvelde skandiyum (Sc) ile başlayan ve çinko
(Zn) ile biten elementler ve bunların altındakiler geçiş elementleridir.Bu element
ler 4,5,6 ve 7. periyotlarda 2A ve 3A grubu elementleri arasında yer alır.
Periyodik cetvelde 6. periyotta lantan (La) ile başlayan lantanitler ve 7.
periyotta aktinyum (Ac) ile başlayan aktinitler de geçiş elementleri sınıfından
olup,bunlara iç geçiş metalleri denir.Geçiş elementlerinin hepsi metaldir.Alkali
ve toprak alkali metallere göre erime ve kaynama noktaları daha yüksek ve serttirler.Kimyasal tepkimelere girme eğilimleri bakımından aralarında büyük farklar vardır.
PERİYODİK CETVELDE DEĞİŞEN ÖZELLİKLER
1-)AKTİFLİK:Ametallerde aktiflik sağa ve yukarı doğru artar,metallerde sola ve aşağıya doğru artar.(F)en aktif metaldir.
2-)ATOM ÇAPI:Periyotlarda soldan sağa doğru gidildikçe atom çapı küçülür.Pro
ton sayısı arttığından kütle çekimi artar ve çap küçülür.Periyotta 1Agrubunun atom çapı en büyüktür.Gruplarda ise aşağıya doğru inildikçe atom çapı büyür.
3-)İNDİRGENLİK:sağa doğru gidildikçe azalır .Çünkü halojenler (+) değerlik
almak istemezler.Bunun aksine indirgenmeyi tercih ederler.Kendileri indirgenir karşısındaki metali yükseltgerler.
4-)ELEKTRON İLGİSİ:ametallerde yani periyodik cetvelin sağ tarafında elektron severlik artar.Elektronegatiflik denilen (-) değerlik alma isteği artar.
Metallerde ise (+) değerlik alma yani elektropozitiflik artar.Soygazların elektron ilgisi yoktur.Aynı grupta aşağı doğru inildikçe elektron ilgisi azalır.
5-)İYONLAŞMA ENERJİSİ:Periyodik cetvelde soldan sağa doğru gidildikçe iyonlaşma enerjisi genellikle büyür.Gruplarda ise yukarı çıkıldıkça iyonlaşma enerjisi artar.Gruplarda iyonlaşma enerjisi
1A<3A<2A<4A<6A<5A<7A<8A şeklinde sıralanır.
Aynı periyotta soldan sağa doğru gidilirken iyonlaşma enerjisi artar.Ancak 2A ve 5A gruplarındaki atomlar tam ve dolu duruma geçtiklerinden iyonlaşma enerjileri bir basamak öne geçer.Bunun sonucunda ;
1A<3A<2A<4A<6A<5A<7A<8A sıralaması olur.Bunun için "genellikle"
tabiri kullanılır.Bu olayın grafiği şekildeki gibidir.



Periyodik cetvelde aynı periyotta soldan sağa doğru gidildikçe elementlerin genellikle;
1)Atomun numarası artar
2)Kütle numarası ve atom kütlesi artar
3)Değerlik elektron sayısı artar
4)Ametal özelliği artar
5)Elektron çekme yeteneği (elektronegatifliği) artar
6)Elektron ilgisi artar
7)İyonlaşma enerjisi artar
8)Metallerin erime,kaynama noktaları ve sertlikleri artar
9)Oksitlerinin asitlik özelliği artar
10)Oksitlerin bazik özelliği azalır
11)Metalik özelliği azalır
12)Isı ve elektrik akımı iletkenliği azalır
13)Elektron verme yeteneği (elektropozitifliği) azalır
14)Atom yarıçapı,çapı ve hacmi küçülür
15)Temel enerji seviyelerinin (enerji katmanı sayısı) değişmez

Periyodik cetvelde aynı grupta yukarıdan aşağıya doğru inildikçe elementlerin genellikle;
1)Atom numarası artar
2)Kütle numarası ve atom kütlesi artar
3)Metalik özelliği artar
4)Elektropozitifliği artar
5)Temel enerji seviyesi sayısı artar
6)Atom yarıçapı,çapı ve hacmi büyür
7)Ametallerin erime ve kaynama noktaları artar
8)Oksitlerinin bazik özelliği artar
9)Oksitlerinin asitlik özelliği azalır
10)Elektronegatifliği azalır
11)Elektron ilgisi azalır
12)İyonlaşma enerjileri azalır
13)Metallerin erime ve kaynama noktaları düşer
14)Değerlik elektron sayıları aynıdır

LEHÇE,ŞİVE,AĞIZ

LEHÇE

Bir dilin, tarihî gelişim sürecinde, bilinen dönemlerden önce o dilden ayrılmış ve farklı biçimde gelişmiş kolları. Genellikle lehçe, şive, ağız terimleri birbirine karıştırılmaktadır. Lehçelerdeki değişik özellikler, ayrılış dönemleri bilinemediği için açıklanamamaktadır. Örneğin, Türk dilinden bilinmeyen bir dönemde ayrılan Yakutça ve Çuvaşça iki ayrı lehçedir. Üçüncü lehçeyse Çağatayca, Kıpçakça, Azerice, Türkiye Türkçesi gibi bilinen şiveleri kapsamaktadır.
ŞİVE

Bir dilin kültür düzeylerine göre gösterdiği değişiklik. Genellikle lehçe, şive, ağız terimleri birbirine karıştırılmaktadır. Şiveler arasındaki değişiklikler temelde ses özellikleridir. Buna göre bilinen şiveler, belirli koşullarda ve dilin herhangi bir döneminde ana dilden ayrılarak, dilin geneldeki gelişimiyle birlikte bir de kendi içlerinde özel bir gelişim çizgisi izlemişlerdir. Bunların başlıca ayrımlarını oluşturan ses, ek ve sözcük özellikleri o dönemin dil malzemeleri ile açıklanabilir.

AĞIZ

Bir ülkede geçerli olan genel bir şive içinde, o ülkenin çeşitli bölge ve kentlerindeki konuşma dilinde görülen söyleyiş farkları. Günlük kullanımda şive ile ağız birbirine karıştırılmaktadır. Oysa ağız, tanımda da görüldüğü gibi, şive içinde ele alınmaktadır. Somut bir örnek vermek gerekirse, Türkiye Türkçesi bir şivenin, Konya ağzı ise, bu Türkçe içinde, bir bölgede görülen söyleyiş farklarının adıdır. Söyleyiş farkları da salt bölgeler ya da kentler arasında görülmez. Köyler arasında bile bu tür ayrılıklara rastlanabilir. Söz konusu olan, biçimsel bir başkalık değil, bir ses değişimidir. Söz gelimi, Karadeniz ağzında (g) sesinin (c) gibi çıkarıldığı görülür: "Celdum, cittum". Aynı ağızda, ekteki düz seslinin (ı), yuvarlak sesli (u) olması da bir ağız özelliğidir. Ağız dediğimiz bu söyleyiş farklarının oluşumunda, kişilerin konuşma ve işitme organlarından coğrafî özelliklere, toplumsal yaşayışa dek çeşitli etkenler söz konusudur. Belli ve ortak bir eğitimden geçen kişilerin, konuşmalarındaki bölgesel söyleyiş ayrımlarını düzeltmeseler bile, aynı yazı dilini kullandıkları görülür. Türk edebiyatında da, genellikle tiyatro, roman ve öyküde, kişileri konuştururken ağıza başvurulmaktadır. Bu, konularını toplumsal olaylardan alan ve belli bir bölgede geçen yapıtlarda yaygın bir biçimsel özelliktir.

27 Mart 2012 Salı

Atabetü'l-Hakayık

Atabetü'l-Hakayık

Kutadgu Bilig'e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed'in Yüknek'li Mahmud'un oğlu olduğu, ama olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir.

Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.

Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"

denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.

Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
Eser, Edib Ahmet Yüknekî tarafından yazılmış ve Dâd Sipehsalar (Mehmed) Bey'e sunulmuştur.
ESERİN MUHTEVASI:

*Eserde dindarlığın faziletinden, ilmin saadete götüren yol oluşundan, Cömertliğin bütün ayıpları, kirleri yıkayan, hatta şan, şeref ve güzellik arttırıcı bir tabiat olduğundan; tevazuun iyiliğinden, kibrin ve ihtirasın kötülüğünden ve diğer iyiliklerden bahsolunmuştur.
* Eser, gazel şeklinde söylenmiş 40 beyit ve 101 dörtlük olmak üzere 484 mısra tutarındadır ki bu giriş bölümüdür; esas metinde 102 dörtlük vardır ve bunlar birtakım başlıklar altında sıralanmıştır: "Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında(12 dörtlük),dilin muhafazası hakkında(l2 dörtlük),dünyanın dönekliği hakkında(l2 dörtlük) ... gibi."
* Eser, zamanın âlim ve Edipleri tarafından takdire şayan görülmüş, 14. asır Herzem Türkçesi eserlerinden "Muînü'l-Mürîd" ve "Cevahirü'l-Esrar" gibi tasavvufi yapıtlara da tesir etmiştir.
* Eserin hemen hemen her bölümünde, Kur’an-ı Kerim ve hadis kültürü hâkimdir.
* Atabetü'l-Hakayık'da görülen yarım ve müreddef kafıyelerde de, eski Türk şiirindeki kafiye zevkinin bir devamı vardır
* Eserdeki dörtlükler, mani şeklinde kafiyelenmiştir.

DİL HUSÛSİYETLERİ:
* Kitap, Kaşgar-Hakaniye lehçesiyle yazılmıştır. * Eserde milli bir söyleyiş hâkimdir.
* Arapça ve Farsça kelimeler oldukça fazladır.
*Eser, son derece sade bir Türkçe ile yazılmıştır. Kaşgar dilini bilen herkesin, bu eseri kolay*ca anlayacağı söylenir.
* Eserde, lirizm ve sanatkarânelikten ziyade, didaktik bir ifade hâkimdir.

ESERİN NÜSHALARI:

* Kitabın, hem Uygur hem Arap harfleriyle yazılmış bir nüshası, yalnız Uygur harfleriyle ya*zılmış bir nüshası ve yalnız Arap harfleriyle yazılmış bir nüshası olmak üzere üç tane nüshası vardır. Bunların en güzeli Semerkand nüshasıdır.
* Arap harfleriyle dördüncü fakat eksik nüshası ise, sonradan kaybolmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

* Reşit Rahmeti Arat: "Atabetü 'l-Hakâyık neşri, Metin."
*M.F. Köprülü : "Hibet AI-Hakâyık, Edib Ahmed, Hibet AI-Hakâyık Hakkında Yeni Bir Vesi*ka, Hibet AI-Hakâyık Hakkında Yeni Bir Vesika Daha, Hibet AI-Hakâyık Tetkiklerinin Bu*günkü Hali, başlıklı makaleler, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar."

Not:1906 senesinde Necib Asım, hem Uygur hem Arap harfleriyle yazılmış olan nüshası bul*muş ve 1918 'de neşretmiştir. Yalnız Uygur harfleriyle olanı da Kilisli Rıfat Bey bulmuştur.
Atabetü'l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği), Edip Ahmet Yükneki'nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur. "Hibetü'l-Hakayık", veya "Aybetü'l-Akayık" olarak da isimlendirilir.Eserde dünyayı, tanrıyı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir.
Türk nazım birimi dörtlüklerle oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in "Kutadgu Bilig"i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar diliyle yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zaman yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü'l Hakayık'ın Kaşgar diliyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
  • ==Özellikleri==
  • Gerçeklerin eşiği anlamına gelir.
  • Konusu din ve ahlaktır.
  • Didaktik (öğretici) bir eserdir.
  • Mesnevi tarzında yazılmıştır.
  • 46 beyit ve 101 dörtlükten oluşmaktadır.
  • Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
  • Arapça ve Farsça kelimeler vardır.
  • Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır.
  • Eserin Konusu:Eser 14 bölümden oluşur.Baştaki 5 bölüm giriş,şairin {nevi}adını verdiği8 bölüm asıl konu, sondaki 1 bölüm de bitiriş bölümüdür.
Giriş bölümleri {kaside}biçimiyle(aa ba ca da...),asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü (dörtlüklerle)[aaba]yazılmıştır.Giriş bölümünde 80 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır.Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.

Ata Sporları

Ata Sporları
Geçmişten günümüze gelen birçok spor vardır. Bunların başlıcaları cirit, okçulu, binicilik, güreş, kılıç sporları ve yağlı güreşlerdir. Yıllardır günümüze kadar gelmiş sporlardır.

Binicilik
Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir. Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir. Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir. Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir. Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır. Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.

Cirit
Cirit; Türklerin yüzyıllardan beri oynadıkları bir Ata sporudur. Türkler bu Atlı oyunu Orta Asya dan günümüze taşımışlardır. 16. yüzyılda bir savaş oyunu olarak kabul edilmişti. 19. yüzyılda Osmanlı ülkesi ve sarayının en büyük gösteri sporu ve oyunu oldu. Cirit aynı zamanda tehlikeli bir oyun olması sebebi ile 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasaklanmıştır. Daha sonraları tekrar popüler bir gösteri oyunu olarak yaygınlaştı. Tarihin eski çağlarında insan topluluklarının ulaşım ve savaş vasıtalarından olan at sürüler halinde beslenmiş,günün şartlarına göre eğitilmiş savaş zamanlarında savaş vasıtası,sulh zamanlarında da spor ve eğlence vasıtası olmuştur. Savaşı spor haline getiren,sporu en güzel eğitim aracı bilen Türk kahramanlarının çağlar boyu kazandıkları zaferlerde canları kadar aziz bildikleri atlarının büyük hissesi vardır. Bunun için atlı cirit,Türklerin en eski milli sporlarından olup,canlılardan yapma ve konuşma özelliği olan insanla taşıma ve his gücü olan atın ve cansız 110 cm’ lik cirit sopasının en güzel uyum sağladığı insanla aklın bütünleştiği eski savaş kurallarının uygulandığı bir oyundur. Atlı ciritte erlik yaşar, mertlik yaşar, sportmenlik yaşar ama her şeyden önce bir tarih yaşar. Atalarımız barış zamanlarında at ve askerlerini zinde ve kuvvetli tutabilmek için atlı cirit sporunu tesis etmiş, insanları ruh ve bedenen eğiterek yarınlara hazırlamışlardır.Atlı ciritte hiçbir spor müsabakasında bulunmayan rakibi bağışlama ,affetme şeklinde bir davranış vardır. Hasmının önünü kesip,ona ciritle vurma imkanı varken vurmayıp bağışlayan sporcu puan kazanmaktadır.Vurma imkanı yüzde yüz mevcut iken,o anda zayıf düsene vurmayı zul kabul ederek bağışlama yolunun seçilmesi, Bu yönüyle spor ve erdemin birlikte anıldığı asil bir yapıya sahiptir.

Okçuluk
Türklerin ok ve yaya verdiği önem, onun inanç dünyasını da etkilemiştir. Pagan dönemlerinden beri Türkler için ok ve yay hâkimiyet sembolüydü. Hakan tahtında otururken elinde ok ve yay tutardı. Komutanlarını toplamak için onlara anlamı belli, değişik oklar yollardı. Çetirlerinde, damga ve sikkelerinde ok ve yay resmi vardı(32, s. 4). Okçuluktaki bu töre ve semboller, daha sonra Selçuklularda da devam etmişti. Büyük Selçuklular 1040'da Dandanakan zaferini kazanınca, komşu ülkelere gönderdikleri fetih-nâmelerin başında eski Türk hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretleri bulunuyordu. Öte yandan, tüm dünya uluslarınca benimsenen gerçekte, ok-yay ve okçuluğun Türklerce dünyaya tanıtılmış olmasıdır. Bu gerçekle ilgili tarihi kanıtların bir bölümü Ergenekon ve Oğuz Destanlarında yer alır. Bedenlerini çeşitli uğraşlarla en iyi biçimde eğiten Türkler, ok ve yayı çok iyi değerlendirmişlerdir. Maden çağının açılması ve atın eğitilmesi sonrası Türklerin Orta Asya'dan göçleriyle ok ve yayın kullanımındaki becerilerini dört bir yana yaymışlardır. Türk, Orta Asya steplerinden uzandığı her yere elinde yayı, sırtında ok sadağı, altında atı ile gitti ve bunları gittiği her yerde tanıttı. Ünlü Türk Hakanı Oğuz Han, Gün, Ay ve Yıldız adlı üç büyük oğluna "Bozok", Gök, Dağ ve Deniz adlı üç oğluna da "üçok" demesi, Türklerin oka verdikleri önemi yansıtması bakımından büyük değer kazanır.

Güreş

Türklerde en eski spor türlerinden biride Güreştir.Güreş,zorlu bir doğa içinde insanların güçlerini ve güvenlerini kolları ile denedikleri ve aradıkları bir mücadele türü olmuştur.Dindirilmez bir yaşam isteği insanları birbirine saldırmaya ve devirmeye zorlamıştır.Türkler doğaya ve kuvvete düşkün kişilerdir.Doğudan batıya yelpaze gibi yayılan Türkler,yakın mücadeleyi her zaman ön planda tutmuşlardır.Güreşte insanların üstün olduklarını kanıtlamak güçlerini topluma kabul ettirmek için uyguladıkları bir mücadele biçimidir.Böylelikle bir kişinin kuvvetini öteki kişilerle oranlama imkanı bulunur. İlk çağlarda güreş, elbette bir tür boğuşmadır. Orta Asya devirlerinde Türkler arasında yapılan güreş müsabakalarında güreşin sporculardan birinin ölümü halinde sona erdiği bilinmektedir. Manas Destanı'nda kaydedilen güreşler bu gerçeği aydınlığa kavuşturmaktadır. Kaşgarlı XI. Asır DLT’de “Çalış” ve “Çelme” kelimesinin karşılığı olarak “Güreş” (küreş) diye tanımlanmıştır. Aynı sayfada “çalışçı” kelimesi “Güreşçi” olarak açıklanmıştır (Kaşgarlı, 1985). Bu büyük yazar eserinin bir başka yerinde “Kız ila küreşme kısrak ile yarışma” (Kaşgarlı, 1985) diye bir deyişle örnekleme yapmaktadır. Aynı dönemlere (XI. Asır) tekabül eden ve temel eserlerden biri olan KB’de Yusuf Has Hacip; “Güreş” sözcüğünün karşılığı olarak “Küreşmek = Boğuşmak” olarak vurgulamaktadır (Yusuf Has Hacip, 1979). Bu iki temel eserlerden yarım asır sonra (1127 - 1144) yazılmış olan ME.’de de El-Havarizmi güreşe “küreş” derken bu sporun bu isim altında Oğuz, Kıpçak ve diğer Karahanlı Türk’lerinin severek yaptıklarını vurgulamaktadır (El-Havarizmi, 1993). Günümüz Orta ve diğer Asya Türk toplumlarından Azeriler “gülaş”, Başkurtlar “köraş”; Kazaklar “küres”; Kırgızlar “küröş”; Özbekler “kuraş”; Tatarlar “köraş /küreş; Türkmenler “göreş”; Uygurlar’ın “küraş/küreş” (KTLS., 1992) dedikleri görülmektedir. Diğer Türk’lerden Gagouzlar “küreş”; Yakutlar, Sakalar, Tuvalar ve Hakaslar ise “küraş” demektedirler (BRSMSTS., 1988) Yukarıda da görüleceği gibi güreş sözcüğü bütün Türk toplumlarında birbirine benzer ya da aynı şekilde telaffuz ediliyor. Bilindiği gibi Anadolu’da da güreş sözcüğü halk arasında “güleş” ya da “küleş” (Afşin, 1988) diye telaffuz edilmektedir. Görülen o ki, eski ve yeni bütün Türk toplumlarında bu sözcüğün kökeninin “kür” olduğudur.

Kılıç Sporları
Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi.Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler,yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır. İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu.Türkler,kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır.Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır.Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek,yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor,kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu. Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu.Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu.Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır.Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir. M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır.Bir bölümde şöyle denilmektedir:”Onların hepsi zırhlı süvarilerdi.Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı. Tarihçi lofyor.”Türkler(kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır)der.kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.

SANAYİ İNKİLABI

SANAYİ İNKİLABI


XVIII.Yüzyılın sonunda serbest güçlerin ilk kentsel sanayi toplumunu yarattığı İngiltere’de XIX.yüzyılın ilk 70 yılında eşine rastlanmamış bir ekonomik gelişme görüldü.Geniş ticari yayılmaya
Fabrika üretim sisteminin büyük ölçüde uygulanmasına ve buharlı makinelerin gittikçe artan üretim süreçlerine kullanılmasına dayanan sanayileşmedeki gelişmenin ardından nüfus büyümesi kentsel kalkınma baş gösterdi.Demir yollarının ve buharlı gemilerin kullanımı ile birlikte buharın gücü ulaşıma da uygulanmaya başlandı.Kent yaşamı.İngiltere’de pek çok toplumsal siyasal kurumun baş göstermesine yol açtı. Sanayi devrimi Avrupa’ya ve Birleşik devletlere sıçradıktan sonra kurumlar başka ülkelerde de standartlaştı.

İNGİLİZ ÖNCÜLÜĞÜ:

1800 ile 1870 arasında İngiltere’de görülen ekonomik ilerleme XVIII.yüzyıl sonlarının hızlı gelişmesini bile aştı.Üretimde dev artışlar görülüyordu.Pik demir üretimi 60,kömür üretimi 10 katına ulaşmıştı.Toplam ticaretteki artışta aynı miktardaydı.İngiltere makineleşmesi ve fabrikalar yoluyla üstünlüğünü diğer ülkelere kabul ettirmiştir.İngiltere dünya üretiminin çok büyük bir yüzdesini elinde tutuyordu.1825’de STOCKTON ve DARLİNGTON
demiryollarının açılması ile demiryollarının genişlemesi hammaddenin daha uzağa daha hızlı ve ucuz götürülmesini sağladı.
Diğer bir yandanda bankacılık işlemlerindede artık demiryolları kullanlıyordu.


MALİ ÖRGÜTLENME:

Sanayileşme sürecinin artmasıyla birlikte taşra şirketlerinin yerlerini yavaş yavaş büyük anonim şirketler alıyordu.
İngiltere Bankası tüm bankaların garantörü durumundaydı.
Ticaretin büyümesi borsanında büyümesi demekti.1870 yılında İngiltere dünyanın ticaret merkezi ve mali kaynak merkeziydi.Zenginlerin sayısı hızla arttı.


NÜFUS BÜYÜMESİ:

Bütün Avrupa’da ekonominin ve sanayi nin hızla gelişip büyümesi nüfus büyümesini de beraberinde getirdi.1805 ile 1851 yılları arsında nüfusu 2 katına çıkan İngiltere’de artış en fazla hissediliyordu.Yarısından fazlası kentlerde oturan İngiltere artık bir tarım ülkesi değildi.Bunun için İngiltere birçok kurum ve kuruluş ile nüfus planlamasına gitti. Fabrika yasası kadınların ve 13 yaşından küçük çocukların bile çalışma zorunluluğu yasasını getiriyordu.Düşük çalışma ücretleri ile çok ağır koşullarda çalıştırılan işçiler vardı.Bunlar adeta bir iş kölesi durumunda idiler.Avrupalılar bu insanları kullanıyorlardı ve sanayi devrimin en kötü yanı 13 yaşından küçük çocukların bile kölelik yapmasıdır. Yüzyılın sonlarına doğru Fransa,Almanya ve birleşik devletler aradaki büyük farkları kaldırıp İngiltere ile rekabet edecek duruma gelmeye çalıştılar.


POLİTİK REFORMLAR:

Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görülen başkaldırılar,benzer nedenlerden dolayı kaynaklanmaktaydı.Sanayi devrimi,geleneksel yaşantı biçimlerini değiştirmiş ve yeni bir kent proletaryası ile politik güç kazanmaya çalışan geniş bir burjuva sınıfı ortaya çıkmıştı.1815 Viyana antlaşmasıyla Napolyon’un ellerinden aldığı tahtlarına yeniden krallar,ekonomik ve toplumsal tedirginliği arttırıyordu.Politik reform isteyen aydınlar saldırılarını bu krallara yönelttiler.Sanayi devrimi Avrupa’nın hepsinde tamamlanmış ama kentlere taşınan halk açlık ve sefalet içerisinde köle gibi çalıştırılıp ölmüşlerdi.Bu topluluklar 2.büyük isyanlarını 1848 krizinde verdiler ama binlerce kişi daha çok aç ve işsiz kaldı.
Bu sırada Avrupa’da kolera salgınının çıkması psikolojik olarak halkta devletlerine karşı bir kızgınlık ve panik hızla yayıldı.


OKYANUSYA’DA SÖMÜRGECİLİK HAREKETLERİ:

HİNT ADALARI VE AVUSTURALYA:

Bu sırada,güneydoğuda Portekiz gücü zayıfladı ve 1602’de kurumuş olan doğu hindistan şirketi Malezya’daki korsanları temizleyerek karlı baharat işinin tek şirketi haline geldi.
Altın ve Elmas yatakları olan Bornco’da Hollanda iktidarı pekte sağlam değildi.Büyük okyanusta önemli keşifler yapıldı.1787’de Avustralya’yı tamamen sömürgelerştiren İngiltere önceleri ceza sömürgesi olarak ve daha sonra hayvanlarını yetiştirmek amacıyla
Kullanmıştır.0raadaki yerli halkın orta çağdan kalan sopa,taş,mızrak gibi silahları ateşli silahlar karşısında hiç etkili olamıyordu.Bunun sonucu tazmanya yerli halkı ortadan siliyordu.
Oradaki halk altın zenginliğinden 5 kuruş pay alamadan ölüyordu yağma ediliyordu.

EMPERYALİZM: XIX. YÜZYIL

BRİTANYA’NIN YÜKSELİŞİ:

XVII.Yüzyılda ve XIX.Yüzyılda eski İspanya,Portekiz ve Hollanda İmparatorlukları gerilemeye başladılar.Bir dizi ayaklanma İspanya ve diğerlerini sömürgelerinden kopardı.Bu ülkelerin sömürgelerini alan Britanya büyük sömürgelere ve ayrıca Afrika ve Asya’da birçok adacık ve yere sahip olunca Avrupa’nın en güçlü deniz devleti olarak ortaya çıktı.
1800 yılında: DÜNYANIN %55 ‘i...
1878 yılında: DÜNYANIN %67 ‘si...
1914 yılında: DÜNYANIN %84 ‘ü

Avrupalı devletlerin sömürgesi altına girdi.


1914’TE SÖMÜRGELERİN YÜZÖLÇÜMÜ:

İNGİLTERE: 32.0 MİLYON KM VE 391 MİLYON NÜFUS

FRANSA: 10.5 MİLYON KM VE 62.3 MİLYON NÜFUS

ALMANYA: 3.2 MİLYON KM VE 13 MİLYON NÜFUS

BELÇİKA: 2.5 MİLYON KM VE 15 MİLYON NÜFUS

PORTEKİZ: 2.2 MİLYON KM VE 10 MİLYON NÜFUS

HOLLANDA: 1.9 MİLYON KM VE 37.4 MİLYON NÜFUS

İTALYA: 1.5 MİLYON KM VE 1.3 MİLYON NÜFUS

Şeklin de Avrupalı devletlerde sömürge edinme politikası devam ediyordu.Bu sömürgeciliğin sonucu Amerika Birleşik devletlerinin
Bölünmesiyle başlayıp Lincoln’ün hali gözden geçirme kararı almasından sonra A.B.D ‘de çıkan iç savaş ile son derece önemli bir hal alımıştı.Çiftçilikle uğraşan Amerikan toplumu iç savaş sonunda dünyanın en büyük ve en zengin milleti durumuna gelmişti.


İÇ SAVAŞTAN I. DÜNYA SAVAŞINA:

USS Maine gemisinin Havana limanında mayına çarparak batmasına kızan Amerika İspanya’ya savaş açtı.3 aydan az bir sürede İspanya yenildi ve Küba bağımsızlığını ilan etti.Daha sonra Avrupa devletleri bilindiği gibi bloklara bölünüp silahlanmaya başlardılar ve 1.dünya savaşı yapıldı.

KAVİMLER GÖÇÜ

KAVİMLER GÖÇÜ
            Tarih öncesi dönemlerden başlayarak başlayan göçler aralıklar devam etmiştir. Bu göçlerin hemen hepsinin siyasi ve askeri sebepleri vardır.  Göç, bir milletin, bir kavmin yurtlarını terk ederek bilinmeyen bölgelere yok olma pahasına da olsa göç etmesidir. Tarih öncesi yapılan göçlerin sebeplerini o dönemin aydınlatabilecek yazılı kaynaklar bulunmadığından tam olarak açıklayabilme imkanı her zaman bulunamamaktadır. Yazının bulunmasından sonraki dönem göçlerin birbirlerine daha sağlıklı bilgiler edinebilmekteyiz.  
            Kavimler göçünü başlatan Batı Hunlar’ının  kimlikleri hakkında 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve çeşitli bilginler tarafından  Türk-Fin, Fin-Ugor, Uygur-Moğol , Türk-Moğol karışımı, Türk-Moğol-Mancu karışımı oldukları konusunda yabancı bilim adamları görüş ileri sürmüşlerdir.  Kaynaklar ve yorumlar çok çeşitlidir.  Bazı kaynaklar Batı Hun İmparatorluğu ile Avrupa Hun İmparatorluğunu ayırmakta ve bunları  iki ayrı devlet olarak kabul etmekte, bazıları ise batı ve Avrupa Hun İmparatorluklarını birbirlerinin devamı sayarak tek devlet kabul etmektedir.  Batı Hunlar’ının geldikleri yer konusunda da değişik görüşler ileri sürülmesine karşın son yapılan araştırmalar bu Hunlar’ın, Büyük Hun İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra  Orta  Asya’dan göç eden kav,imler olduğunu kesinleştirmiştir. Batı Hunlar’ının Aya kökenli  ve Büyük Hun Devleti’ni kuran kavimlerin torunları oldukları artık kesin bir  gözle bakılmaktadır. Bu konuda tarihsel, kültürel ve toplumsal bilgilerle kanıtlanmıştır.  Avrupa Hunlar’ının dili Türkçeydi. Hükümdar sülalesinin adlarına baktığımızda bunu görmekteyiz.  Muncuk, Atilla, İlek, Dengizik, Aybars, Arıkan, Oktar vb.
            Daha önce Hun tarihinde de gördüğümüz gibi ilk çağda büyük bir imparatorluk kuran Hunlar m.ö. 48 yılında Güneydoğu ve kuzeybatı Hun Devletleri diye 2’ye ayrılmıştır. Güney Doğu Hun Devleti Çin baskısı altına girdi ve  eski Hun anayurdu bütün özelliklerini giderek yitirdi. Çin kaynaklarını bu toplulukların Slen-pilerin eline geçtiğini belirtir.  Asıl Hun tarihi M.Ö. II. yy’ın birinci yarısında Avrupa topraklarına gelişecektir.
            Hunlar batı steplerine göç etmeden önce burada buralarda İskitler yaşıyordu. Daha sonraları İran’dan gelen Sarmallar İskit İmparatorluğunun yıkılmasından önemli rol oynadılar. İran kökenli kavimler batı steplerine  yayıldılar. Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Orta Asya’da kurulması denenen bazı  Rum Devletleri uzun ömürlü olmadı ve Hunlar yavaş yavaş Batı’ya doğru göç etmeye başladılar.  Öncelikle Aral Gölü civarında görülen Hunlar, sonraları Don ve Volga ırmaklarını görüldüler. Bu tarihlerde Karadeniz’in bazı kısımları  Gotların işgali altında bulunuyordu. Don-Dinyeper Irmakları arasında  Ostrogotlar, onların batısında da Vizigotlar yerleşmişti. Vandallar da Batı’da oturuyordu. Germen kavimleri İran Boyları karışık biçimlerde yaşıyorlardı.  Hunlar, önce Doğu Gotları olan Ostrogot Devleti’ni yıktı,  sonra da Batı Gotları olan Vizigotlar tarih sahnesinden silindiler.  Gotlar, bu yenildiler üzerine kalabalık gruplar halinde Batı Avrupa’ya kaçtılar. Bu dönemde birçok kavim Hunlar’ın zorlamasıyla Karadeniz’in kuzeyinden  Avrupa’ya doğru göç etti. Hunların Roma İmparatorluğu’nun Kuzey kesimlerini de alt üst ederek İspanya’ya kadar büyük bir kavimler göçüne neden oldular. Yendikleri kavimlerden aldıkları esirler ile ordularını genişleterek Avrupa’nın içlerine doğru saldırılarını yaygınlaştırdılar. Yoğun Hun saldırıları ile karşılaşan Avrupa’nın dengesi alt-üst oldu.   Tüm Avrupa  Hunlar’a barbar gözüyle bakar oldu. Roma İmparatorluğundan herhangi bir direniş görmeyen Hunlar Macaristan’a kadar büyük sefer düzenlediler.  Bu bölgelerde yaşayan kavimler Roma İmparatorluğu sınırları içine giriyorlar, Romalıların askeri gücüne sığınıyorlardı.  Göründüğü gibi Kavimler Göçü: Ural Irmağı ile Volga arasında bulunan Batı Hunları’nın Avrupa içlerine ilerleyerek önlerine çıkan toplulukların bir kısmını yönetimleri aylına alması, bir kısmını da Avrupa’nın batısına ve güneyine doğru yer değiştirmek zorunda bırakmasıyla başladı.  Avrupa’da “Barbar Krallıkları”   denen küçük devletlerin doğmasıyla sonuçlandı.  
Avrupa’da Kurulan Krallıklar      
İspanya’da İspanya (Vizigotlar):
418-700 yılları arasında İspanya’da kurulan en önemli krallıklardan biridir.  Yaklaşık 100 yıl yaşamışlardır. İlk devlet şeklini de Batı İspanya olarak görüyoruz. Armanizm’in etkisinde kalarak Hristiyanlığı kabul etmişler. İspanya’nın Hristiyanlaşmasında etkili oldular. Hun Türkleri Avrupa’ya ilerlerken bu kavimlerle mücadeleler yaptılar. Balkanlarda tutunamayacağını anlayan vizigotlar, Sicilya (İspanya’ya) göç ettiler.  Justiniyanus döneminde Roma güçlenmeye başlayınca etkisiz hale geldiler. Aydınlanma çağının başlaması ve İspanya’da İslam ordularının görülüp 711’de Endülüsler’in kurulmasıyla son buldu.
Kuzey Afrika (Vandallar) 533-548 :
V. yy’da Kuzey Afrika’da devlet kuran  Vandallar Hristiyan olup Ariyani mezhebini benimsemişlerdir. Bu nedenle, Ariyani olmayan yerli halka baskı yapmışlar ve zulm etmişlerdir. Bu arada  yerli halk olan Berberiler arasında çıkan isyanlarda devletin gücünü azaltmıştır. Başkenti Burgoplar’dır. Jüstinyen’in izlediği dış politika neticesinde tekrar bunları Bizans’a bağlamıştır.  
İtalya (Ostrogotlar)
Teodarik tarafından İtalya alınmış, ölümünden sonra taht mücadeleleri olmuş,  tahta geçen Teodora’nın kızı Bizans’la iyi ilişkiler kurmuş, Bizans kültürünü de benimsemiş, bu durum Jüstinye’nin politikalarını kolaylaştırmış, devletin merkezi Koverraya’dır. 555 yılında tamamen yıkılmıştır.
Areman Krallığı (Aslasloren)
Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Anglosaksonlar Galya topraklarında 871-1066’da kurulmuşlar. Küçük 7 krallıklardan oluşmakta, yabancılarla mücadelelerde ittifak içinde olmuşlardır. Anglosakson Hristiyanlığın merkezi haline gelmiştir.
Langobadlar (568-774)
Macaristan Ovası’na kurulmuşlardır. Hunlarla ve Doğu Gotlarıyla 773-774 yılında Avrupa’da kurulan son ve en büyük krallık olan Frank Krallığı tarafından yıkılmışlardır. 486 ve 843 yılları arasında hakimiyet kurmuşlar, Batı Avrupa sahasında 496’da Hristiyan olmuşlar,  Batı Avrupa’da Hristiyanlık Resmi din olarak başlamıştır.
Franklar (773)
3 bölgeye ayrılmışlar:
1. Avusturya Bölgesi (Viyana)
2. Nestruya Bölgesi
3. Burgan (Onlins Bölgesi)
Yaklaşık 400 yıl Avrupa’da güçlenmişlerdir.  3 bölgeye toplanması, 3 bölgeye bölünmesi demektir. Bu bölgeleri kardeşler yönetmiş ve birbirinden bağımsız hareket etmişlerdir.  Avusturya’da kurulan Franklar  Karolenj olarak değişmiştir.  Bizans’la karşılıklı ilişkiler başlamış, Avrupa’nın tek hakimi durumuna gelmişlerdir.   Avarlar’ın hakimi zor durumda bırakmış,  Franklar daha sonra Katolik kilisesine yaklaştı ve Katolik dünyasının liderliğini benimsemiştir.  
Bütün bu devletler Roma’dan miras kalan yönetim yapısıyla ve misyonerler aracılığıyla  Germen ülkelerini Hristiyanlaştıran Katolik kilisesinin desteğiyle durumlarını sağlamlaştırmışlardır.  Göç sonunda Hunlar aleyhine inanılmaz rivayetler ev hikayeler çıkmıştır.
Barbarlar silah zoruyla ele geçirdikleri topraklardaki bütün Roma izlerini silmeye kalkışmışlardır.  Çünkü sayıca azdılar. Barbar kavimlerle Romalılar arasındaki en büyük ayrılık nedeni, İznik Konsilinin, (325) yılında mahkum ettiği Ariusculuktu. Bu inancın, İsa’yı Tanrısal bir varlık değil bir insan olarak kabul etmesine dayanıyordu.
395 yılında Roma İmparatoru’nun ölmesi üzerine yeniden harekete geçen Hunlar’ın bir kısmı Balkanlardan Trakya’nın içlerine inerken bir kısmı da Kafkasya’dan geçerek  Anadolu’nun iç kısımlarına gidiyorlardı. Hunlar’ın Doğu kanadı tarafından düzenlenene bu akımları basık ve kursik adlı başbuğlar yönetiyordu. Hunlar Anadolu’ya indikten sonra burada kalmışlar, iç kısımlara doğru ilerlemişler, Anadolu’ya işgal değil keşif amaçlı gelmişlerdir.  Çukurova ve Suriye’yi işgale etmişlerdir.  Kudüs’e kadar inen Hunlar, daha sonra Kuzey’e dönerek Orta Anadolu’ya  yürüdüler ve daha sonra da Azerbaycan yoluyla kendi merkezleri olan Kuzey Karadeniz’e döndüler. İskitlerden sonra Türklerin Anadolu’ya ikinci kez gelişleri  Hunlar döneminde olmuştur. Hunlar Doğu Roma’yı çöktürmeye yönelik saldırılarını arttırdılar. Ancak dış politika savaş taktiği olarak  Roma’yı ortadan kaldırmayı ana ilke olarak benimserken, Buna karşı Batı Roma ile dostluk ilişkililerini geliştirmişlerdir.  Avrupa’da ortalığı karıştıran bazı barbar kavimlerin  hem Romalıların hem de Hunların düşmanı olması Hun Devleti’ni böyle bir dış politikaya yöneltmişti. Hun kuvvetlerinin mevcudu 90-100.000 Türk, bir o kadar da Germen ve İslav olmak üzere 200.000 kişi kadar çeşitli kaynaklardan takip edildiği kadar Hun Devleti içinde şu kavimler yer almaktaydı.
1)  Doğu’dan Batıya: Germenler, Gotlar, Suebler, Gedipler.
2) Orta ve Batı Rusya: Slavlar, Venedalılar, Sklavanler, Antlar.
3) Kafkaslar’dan Tuna’ya Dağınık Halde: İranlılar, Alanlar, Sarmatlar, Başternolar,
4) Ural’dan Baltık’a: Finler, Ugorlar, Çudlar, Estler, Vidivaniler.
5) Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak üçogur, beşogur, altıogur, onogur, saraogurlar, agaçeriler,  sabarlar.
Yaklaşık olarak sayıları kırkbeşe yaklaşan bu kadar çok kavim eski Türk devlet sistemine göre bir siyasal birlik oluşturmakta, yabancı kavim ve zümreler ancak kralları aracılığıyla imparatorluğa bağlıydı.
Kavimler Göçü’nün Roma’ya Etkisi
Roma siyasi kısaca bahsedersek; Roma M.Ö. 773 yılında Tibet Nehri üzerinde savunmaya elverişli bir tepede kurulan ve kısa zamanda gelişme kaydederek ilk çağın en büyük imparatorluğu haline gelmiştir.  Kazandığı büyük zaferlerle Akdeniz’i ele geçirmiştir. Böylece gücünü artırmıştır.
Roma İmparatorluğu’nun gücü dini mücadeleler ve iç savaşlarla sarsılırken Doğu’da İran’ın baskısı da gitgide artmaktaydı. Bu arada da Kavimler Göçü’nün başlaması daha büyük darbe oldu. Bu arada kuzeyden ve doğudan hiç aralıksız savaştı.
Trakya topraklarını Batı Gotları tahrip etmeye başlamışlar, Batı Gotları ve Hunlarda desteklemişlerdir. Barbar kavimleri ile savaş yapmışlar, savaş taktiği olarak Germenleri yok edebilmek için barış antlaşması yapmışlar. Ostrogotlar, Paranya’da Vizigotlarda İspanya’da iskan edildiler. Vizigotlar, yüksek askeri ücrete sahip olacaklar, Roma’nın müttefiki sayılacaklar ve icap ederse Roma’ya askeri yardımlarda da bulunacaklardır. Amaçları Gotları Roma’dan uzaklaştırmaktı. Fakat pek çok Got grubu imparatorun hizmetine girdi.  Anlaşmanın ve Roma’nın izlediği siyasetin sonucu olarak;
1)      Devletin Germen kavimlerinin dalgalarının ezilmesi durduruldu.
2)      Saldırganlar devlet hizmetine alınarak faydalanma yoluna gidildi.
3)      Mevcudu azalan Roma ordusu takviye edilmiş oldu.
Bu anlaşmaların olumsuz yanları olarak;
1)      Germenler savaş yoluyla  değil barış yoluyla Roma İmparatorluğu’na sızdılar.
2)      Ordu Germenleşti.
3)      Devletin mali yükü arttı.
4)      Ağır vergilere muhatap olan halkın sefaleti arttı.
5)      Ağır borçların ve ekonomik sıkıntıya giren, vergi memurlarının baskısından kaçmak isteyen halk, büyük arazi sahibi kişilerin himayesine girmeye başladılar.
Roma’nın Çöküş Nedenleri
1)      İmparatorluğun geniş sınırlara ulaşması.
2)      Askeri birliklerin (lejyon) kendi komutanları imparator ilan etmesi ve imparatorların birbirleri ile mücadeleleri.
3)      İç mücadelelerin devleti yıpratması.
4)      Germenlerin ve İranlıların saldırıları.
5)      Kavimler Göçü yani Hun akımlarının Roma topraklarına baskısı.  
Bu sebeplerle meydana gelen askeri ve siyasal çöküntü diğer kurumlarında çökmesine sebep oldu.  Sosyal hayat bozuldu.
İmparatorlar, barbarların siyasal becerilerini küçümsemelerine rağmen, değişen koşulların kalıcı olarak, Roma toparlanmasına zarar verebileceğini hesaplamamışlardır. Barbarlarda kendi cephelerinden imparatorluk yönetiminin zayıflığının kanıtlandığı bir durumla o kadar iç içe hale gelmişler ve kendi yöneticileri o kadar güven kazanmışlardır ki daha az saygılı davranmaktan çekinmez olmuşlardı.  
Bir yandan yaşamak için güçlü bir merkezi iktidar isteyen devletçiliğe aykırı düşen  bir hayat görüşü, öte yandan orta sınıflar yani bir toplumun en sağlıklı ve en zaruri bölümünü yok eden bir ekonomik bunalım.
Kısaca, bu uzun ve sıkıntılı dönem içinde yeni bir Avrupa kurulmuş, batının Asya’yla olan ilişkileri yepyeni koşullar altına gelmiş ve bu yeni gelişmeler önümüzdeki çağa özelliklerini vererek damgasını vurmuştur.  
Kavimler Göçü, Avrupa’da bir çok etki yaratmış, Avrupa medeniyetinin Hun Türklerinden aldığı başlıca unsurları büyük Fransız tarihçisi ve Coğrafyacısı Fernand Grenord şöyle ifade ediyor: “O zamana kadar, Avrupalıların meçhulü olan iç çamaşırları, at koşumları ve Türklerin atlarını besleme usulleri askerliğe ve süvariliğe dair bir çok hususu,  bir çok coğrafya ismi ve mefhumu, at donatımına ait bir çok hususları Hunlardan öğrenmişlerdir.  
Kavimler Göçü’nün Sonuçları
1)      Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı. (395)  Batı Roma 476 yılında Germen kavimleri tarafından yıkıldı.
2)      Avrupa’nın etnik yapısı değişti, Germenlerin Avrupa’ya karışması yerli milletler ortaya çıkardı.
3)      Türkler Avrupa’da Avrupa Hun Devleti’ni kurdu.
4)      İngiltere, Fransa gibi Avrupa Devletlerinin temelleri atıldı.
5)      Avrupa’da feodalite (derebeylik) rejimi ortaya çıktı.
6)      Şövalyecilik ortaya çıktı.
7)      Avrupa’da edebi destanlar ve efsaneler meydana çıktı.
8)      Avrupa’da Milliyetçilik yayıldı.
9)      İlk çağ kapandı, Orta Çağ başladı.