KİTABIN
ADI
|
BOMBA
|
KİTABIN
YAZARI
|
ÖMER SEYFETTİN
|
YAYIN EVİ
|
BİLGİ YAYIN EVİ
|
BASIM YİLİ
|
MAYIS 1997
|
1.KİTABIN KONUSU:
Milli dil ve kültürüne yabancı yetişen
kimliğini bulmasıdır.
2.KİTABIN ÖZETİ:
Serin ve karanlık eylül
gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzki heyacanlardan ,
gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin uyumaktadır.Rıhtım tenhadır.
Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın,diğer küçük gazinoların
lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının
ilersinde,denize inen küçükmerdivenin başında,hareketsiz bir gölge dimdik
durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir
maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile
evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe
karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine,
terbiyelerine,cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile
tanınmaktadır.Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey
kırk sekiz saat boyunca işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının
etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a
saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyte hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların
öceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına
gelmektedir. İlk Frasa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini
haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız
insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir.
Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanla’rı hatta Belçika ve
Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey
yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetcisi
olduğunu düşündükce kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm
demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü,
mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak
ve hatta utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerk yürür. Evine
gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir.
Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudyetini perişan
etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinten ansızın uyanan millet,
İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını
parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar
İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz
lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır.
Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün
önüne zevcesi, çoçuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar
mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini
hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal
görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mumtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia
ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı
bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermei şiddetle reddetmiştir. Daha
sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma
sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi
milyon Rumdan biri olarak değerlendirir. Hikaye, gençliğini Makedonya’da
geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene 1903 , yer Pirbeçik,
genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça şikayetçidir. Bu
duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Genç
zabit, devamlı İstanbulu düşünmekte, o güzel İstanbul günlerinde yaptığı
hovardalıkları anmaktadır. Şuan içinde bulunduğu durumu o eski günlere ne kadar
zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa kendisi Hayat-ı Askeriye ye
başlamadan öncehayallinde mükemmel, muntazam, şık bir ordu vardır. Taburun
tüfekçisi Agah Usta da, genç zabitin bu durumu halinin farkındadır. Agah Usta
bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul şivesiyle nasihatler
vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayellerini bir kenara bırakması gerektiğini
Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp geçmesini hatta
akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisininde buna eşlik
edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun
söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir. Bir süre sonra genç
zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine
verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve bir kaç
köyden toplanan yüz-yüzelli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir.
Çivarda bir çete olabileçeği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde
kalır.
İlk günler
oldukca zordur. Yerleştiği kırık dökük , pislik içinde olan ev ve bulunduğu
ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, caresiz bırakmıştır. Taki bir sabah
penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu kızdan çok
etkilenir. Ona ilk görüşte aşık olmuştur. Yaşadığı bütün olumsuzlukları ona
unutturmuş sanki aklını başından almıştır. Bütün her şeyi bırakıp uzaklara
kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk zabiti olması,
ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için , uzaktan uzağa kendi içinde
bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun farkındadır. Genç zabitin
devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir. Bulgar kızıda genç zabiti
her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.
‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu şarkının
kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok etkilenen
zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok
seviyorum
Seni çok
seviyorum
Balkanlar’dan
Şıka’dan
Aşıp geldim
sana
Genç zabit
şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği şekilde
mırldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık ki genç
zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır.
Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu
şekilde veda etmeden gitmek iztemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı
gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin
gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebileçek ne de teşekkür edebileçekti. O
sabah zabit pençereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı
yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta
ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri
girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak
Rada’yı tanyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam ,ama babası
iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede
Velmefce’de vuruldu diye cevap verir. Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı
sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine
neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının
Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’
HÜRRİYET
BAYRAKLARI
Hikayenin
kahramanı olan Türk , sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demirhisar’dan
Cumayıbala’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine
karışan naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır.Gerinirken, bu kansız ve
hakikate ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk
inkılabının ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin,
acaba hangi milletin bayramı? “ diye düşünerek kalkar.Pencereden bakar,dışarıda
karmakarışık bir kalabalık,kaynaşarak gitmektedir.Bulgar dükkanları
açıktır.Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen
sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar.Bir süre bu
geçiş törenini , On Temmuz kutlamalarını izler.Dalmıştır, Türkiye’nin,
vatanının ,bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür,
yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü,işlemez bir
hale geldiğini duymaktadır.Odanın kapısı açılır, Rum otelciatlarının hazır
olduğunu söyler.Razlık’a gidecektir. Giyinir,yola çıkar.Bir saat sonra Papaz
Bayırı’nı çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır.Atından iner,tepeye çıkar.Biraz
ileride bir atlı görür,kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar.Oda
dinlenmektedir.yanına gider.Türkiye’de takdim vetakatdümebinced olmadığına
Selam verir.Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.
‘Razlık’a
efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde
beraber gideriz’
Konuşmaya
başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile
takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi
bir tavırla ‘On Temmuzu takdir etmek...’ bu da lafmı? Bu bizim en büyük en
şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa
der. Kahramanımız iddaaların aksini söyleyerek asabi munakaşacıları kızdırmak
hoşuna gittiğinden ilave eder.
‘Hem bu nasıl
milli bayram? Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı
milletinin.....’
‘Osmanlı
milleti demekle Türkleri mi kasdediyorsunuz?’
‘Hayır, asla
... Bütün Osmanlıları... ‘
‘Bütün
Osmanlılar kimlerdir?’
‘Tuhaf sual!
Araplar,Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler,
Türkler...Hasılı hepsi...’
‘Bunlar demek
hep bir millet?’
‘Şüphesiz...’
‘Fakat ben
şüpheliyim’ der.
Bu mümkün değildir ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve
bozulmaz bir kaide ise birbirlerinden tarihleri , ananeleri, meyilleri,
müesseseleri, lisanları, mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir
millet yapılamayacağını, bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını
söyler Mülazım şaşırmıştır. Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve
adi bir hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder.
Osmanlılık kelimesinin duveli bir tabirden başka bir şey olmadığını ,
Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü
uyanık milletlerin, Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan
hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri
olmayacağını anlatır. Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden
coşmasından anlaşılmaktadır. Mulazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü
fikirlerimiz taban tabana zıt...! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak
yüremeye başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim...’ diye
haykırır, ‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.
Parmağıyla bin
metre kadar ileride ucurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü
gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının bugünkü
Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya
anlaktıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı bayrakları
gösterir. Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar hücum
ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık namına
kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu Bulgar’lar
ha?...! der.
‘Evet bu
Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat
siz mutassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat
kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mulazımın ısrarlarına dayanamaz ve
köye gitmeye karar verirler. Köye geldiklerinde mulazımın en sadık dost dediği
Bulgar’ların, tam aksine vurdumduymaz tavırları , hain ve kızgın bakışları ile
karşılaşmışlar ve en önemliside mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin
aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu
şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Türklük,
Türkçülük ve milli benlik fikridir.
4.KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN
DEĞERLENDİRİLMESİ:
KENAN BEY;Avrupa’da
çalışan bir mühendistir.Sonuçta Avrupa’ya gittiği için pişman oluyor.Vatanı
seven bir kişidir.
GRAZİA;güzel
ve kendi kültürüne bağlı bir kadındır.Kenan bey’in eşidir.Türklerin düşmanı
olarak sayılır.
PRİMO;Kenan beyin
oğludur.Türk olduğunu için gurur duyardı,fakat Türkçe konuşmayı ve Türk
kültürünü bilmedi.Kenan beyin etkisiyle kendi kültürünü sarılıyor.
5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSI GÖRÜŞLERİ:
Kitap
abartılı bir şekilde yazılmamış.Gerçeği anlatan bir kitaptır.Yabancı bir ülkede
yaşamak nekadar zor olduğunu anlatıyor.Vatana herzaman saygı ve sevgi
duymalıyız.
6.YAZAR HAKKINDA BİLGİ:
28.2.1884
tarihinde Gönen'de doğdu. Öğrenimine Gönen'de başlayan Ömer Seyfettin,
Ayancık'ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul'da Aksaray'daki Mekteb-i
Osmaniye'ye devam etti, Eyüp'teki Baytar Rüşdiyesi'ni bitirip asker çocuğu
olduğu için Kuleli Askeri İdadi'sine yazıldı (1893), bir müddet sonra da Edirne
Askeri İdadisi'ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra
İstanbul'da Mekteb-i Harbiye'ye gelen Ömer Seyfettin, piyâde mülâzımı sânisi
rütbesiyle buradan mezun oldu. Teğmenlikle İzmir'de (1903-1910), sonra üsteğmen
olarak Rumeli'de görev yaptı (1908-1910). Askerlik'ten ayrılıp Selanik'e
gelerek, Genç Kalemler dergisinde yazmaya başladı. Balkan Savaşında tekrar
subay olarak orduya döndü, Yunanlılar'ın elinde bir yıl kadar esir kaldı.
Esareti sırasında da öykü yazamaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu
ve Zakâ dergilerinde yayımladı. İstanbul'a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp,
ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart
1920 tarihinde İstanbul'da öldü..
Öykü KitaplarıSağlığında, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910), Harem (1918), Efruz Bey (1919) adlı hikâye kitapları yayımlandı. Bilgi Yayınevi Bütün Eserleri adıyla yazarın tüm çalışmalarını 16 kitapta topladı. Ömer Seyfettin'in bu seriden basılan öykü kitapları şunlar: Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder