16 Mart 2012 Cuma

Türkiye'nin DağlarI

Türkiye'nin DağlarI

Türkiye'nin kimi yerinde yüksek dağlar halinde, kimi yerinde orta derecedeki dağlar biçiminde görülen kıvrım dağları, ana çizgileriyle, Karadeniz boyunca Kuzey Anadolu'yu, Akdeniz boyunca Güney Anadolu'yu çevirir, Doğu Anadolu'nun türlü kesimlerinde de bunların birer devamı halinde sıra sıra uzanırlar www.ekodialog.com
Anadolunun kuzey dağlan Türkiye'nin bütün kuzey bölgesi boyunca sürekli sıradağlar olarak göz önüne alınabilirse de, dağ görünüşü bakımından, dağ özelliği Sakarya nehrinin aşağı kesiminden itibaren batıda kaybolur. Daha batıda Yıldız (lstranca) dağlan, orta yükseklikteki dağlar olarak (700 - 1000 m.) Uzanır. Kuzey Anadolu dağlarının doğu bölümü ise üç - dört bin m. yüksekliğinde sarp dağlar olarak görülür. Bunların en yükseği olan Doğu Karadeniz dağları ve Giresun dağlan, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesinin doğu bölümünde Çoruh ırmağı ağzından Melet çayı vadisine kadar 400 km. boyda ve 50 - 60 km. enindeki dağ sırası boyunca yüksekliği 3500 m. yi aşan daha birçok doruklar vardır. Eteklerinden doruklana doğru çok yerde dik yamaçlar uzanır. Bu dağların yüksek yerlerinde yazın da eriyip bitmeyen kalıcı karlar ve buzulları buzul devrinden kalma küçük küçük birçok göller uzanır. Burada bu va­dilerin tabanı bile 1200 - 1500 m. yüksekliğindedir. Bu vadilerin güney ve güneydoğusunda sıra sıra Mescit dağlan, Kop, Otlukbeli, Gü­müşhane, Dumlu, Kargapazan, Yalnızçam, Allahüekber dağlan (3000 m. ve daha yüksek) uzanırlar. 
         Doğu Karadeniz dağlarında geçit yerleri hem az, hem de çok yüksektir. Rize - of arasındaki kıyı bölümünü İspir ve Erzurum'a bağlayan Dağbaşı Beli 2750 m. dir. Buradan stabilize bir yol geçer. Daha batıda Of-Sürmene kıyı boyunu Bayburt'a bağlayan yolun geçtiği Dağ geçidi 2650 m. yüksekliktedir. Bunun batısında yüksekliği 2036 m. olan Zigana geçidi vardır ki, buradan ünlü transit yolu Trabzon - Erzurum asfalt yolu geçer.  
Karadeniz boyu kıvrım dağlarının bir bölümü olan Doğu Karadeniz dağları, kıvrım-kırıklı ve volkanik oluşmalara yer vermiş bir yapı gösterir. Burada Üçüncü Zamanın ilk yansında volkanik püskürmeler olmuş, bu devrin sonunda yükselmeler meydana gelmiş, bölgedeki yüksek dağ özelliği bu sıralarda belirmiştir.  www.ekodialog.com
Bu yüksek, geçilmesi güç, çok yerinde sarp ve keskin doruklu sı­radağların batısında, Karadeniz Bölgesinin orta bölümünde, Samsun 'un sıra dağlarının batısında, Karadeniz Bölgesinin orta bölümünde, Samsun 'un gerisindeki geniş bölgede daha alçak (1000 - 1500 m.) ve üzerleri çok yerde yassı olan dağlar yer tutmuştur. Burada kıvrım kırıklı dağ sı­raları daha parçalı olup, kıyı boyunu gerideki Kelkit ve Yeşilırmak va­dileriyle buralardaki ovalara çok daha elverişli geçitler bağlar. Bunlardan kıyı bölgesi dağları olan Canik dağları takriben Ordu ile Kızılırmağın aşağı kesimi arasında uzanır. Yüksekliği 1500 m. kadar olan orta yük­seklikte, üstleri dalgalı dağlardır. Güneyde Kelkit vadisi uzanır. Canik dağlarının çok yeri kıvrımlı kırıklı Kretase tabakalarıyla yine bu devre ait volkanik arazi ve Eosen tabakalarından oluşmuştur. Bu dağlardan içerilere doğru birçok yollar uzanır: Ordu - Suşehri, Ünye - Tokat, Samsun ­Amasya yollan gibi. Bu dağların güneyinde küçük dağ sıraları bulunur, bu arada Deveci dağlan, Çamlıbel dağları nisbeten devamlı ve yüksekçe dağlar olarak görülür. 
Karadeniz Bölgemizin batı bölümündeki dağlar, Orta bölümündekinden daha yüksek, daha devamlı arızalı dağlardır. Burada yük­sekliği 2000 - 2500 m. yi bulan dağlar az değildir. Deniz kıyısına paralel ve iç bölgeye sıra sıra uzanan bu dağlar, Kızılırmağın kolları olan Gö­kırmak ve Devrez çayı vadileri boyundan içerilere doğru başlıca üç dağ sırası görülür: Küre dağları, güneyde Ilgaz - Bolu dağları daha gü­neyde de Köroğlu dağlan. Birçok yerkabuğu hareketlerine uğramış ve yerinden oynamış bir yapı gösteren Küre dağlarının batıdaki devamı Zonguldak’a uzanır ki, burası Türkiye'nin maden kömürü bölgesidir. Bu­rada Karbon ve onun üstünde de Kretase (İkinci Zamanın son devri) arazisi geniş yerler kaplar. Ilgaz dağlan yer yer billurlu taşlardan ve tabakalardan oluşmuş bir yapı gösterir. Bundan sonra çok yeri volkanik arazi olarak görülen ve geniş anlamıyla Körüğlu dağları adı verilmiş bulunan dağlık bölgeye girilir. Buranın en yüksek yeri olan Köroğlu tepesi 2378 m. dir. Buradaki kalın volkanik örtü altında yer yer kırılmış arazi vardır. Daha güneydeki kıvrımlı yapılı Sündiken – sıra dağları ile İç Anadolu'ya geçiş başlar. 
Anadolu'nun güneyinde boydan boya uzanan ve bütününe Toroslar adı verilen sıradağlar da Alp dağ oluşumu sisteminin güney kanadına ait vasıfları gösterirler. Ancak, Toros kıvrımları bir sıradan ibaret de­ğildirler. Bu pek uzun dağ sıraları kuşağının iç yayları ve dış yayları vardır. Türkiye’nin Güneydoğu Bölümündeki Hakkari dağlarından iti­baren, Siirt, Ergani, Maraş kuzeyinde uzanan, sonra güneybatıya dönerek Amanos Dağları ile devam eden sıradağlar dizisi, Torosların dış yayıdır. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesini 'kucaklayan bu büyük yayın içinde de, bu sıradağlara bağlı birkaç dağ sırası daha uzanır. Batıda Ga­ziantep çevresindeki ve Antakya güneyindeki dağların da bu sıralara bağlı bulunduğu kabul edilir. Öte yandan, bu dış yay, Kıbrıs adasında da devam eder 
Bu büyük dış yay üzerinde, Hakkari bölgesinde, Türkiye'nin .en yüksek dağları bulunur. Burada, Şemdinli ve Şırnak arasında sıra sıra uzanan ve yükseklikleri 3000 - 4000 m. bulunan, birçok yerinde geçit vermeyen, sarp ve keskin doruklu yüksek dağlar uzanır. Doğudan iti­baren Karadağ Sat Dağı, Cilo Dağı (şimdiki adı Buzul dağı), Hakkari kuzeyindeki Karadağ, Sümbül Dağı, Samur Dağı, Altın Dağı, -Ser ­dolusu dağı, Tanintanin Dağları ve daha birçok adlarla anılan yüksek dağlar, paralel diziler halinde sıralanmıştır. Bu dağlar, Şirnak ka­sabasının 20 km. kadar doğusundan geçen Hezil suyu boyuna kadar uzanır. Bunlar, yaklaşık olarak kuzey - güney doğrultusunda birkaç ırmak ve kolları ile derin yarılmışlardır. Doğu ucunda Karadağ ile Sat dağı arasındaki Şemdinli vadisi, Sat dağları ile Cilo dağı arasında İnci çayı vadisi, daha batıda Büyük Zap nehri vadisi. daha batıda da Habur çayının yukarı kesimi gibi Hakkari dağlık bölgesinde ova ve plato halindeki yukarı kesimi gibi. Hakkari dağlık bölgesinde ova 've plato halindeki düzlükler yoktur. Yalnız Sat ve Cilo dağlarının hemen kuzeydoğusunda Yüksekova adı ile anılan ve yüksekliği 2000 m. yi bulan, ortasından Nehil çayının geçtiği büyük bir ova vardır. Bu devamlı dağlık ve geçitlerin az olduğu dağ sıralarını geçen ve her mev­simde gidiş gelişe açık olan yollar pek azdır. Bunlar da dar ve sarp yollardır. Başlıcaları Yüksekova - Şemdinli yolu, Hakkari - Çukurca yolu, Siirt - Şırnak - Cizre - Silopi yoludur.  www.ekodialog.com
Hakkari Bölgesinin bu yüksek dağları yıl boyunca eriyip bitmeyen kalıcı karların, birçok buzulların, eski buzul göllerinin bulunduğu, yukarı kesimlerinde yüksek dağ çayırlarına yer veren, mevsiminde çağlayanlarla dolu ve güzel manzaralı yerlerdir. Bazı bakımlardan çok yerleri Av­rupa'daki Alp dağları özelliğindedir. Bu dağların en yükseği olan Cilo dağı, 4170 m. yüksekliğindeki Reşko doruğu ile Türkiye'nin en yüksek dağlarından biridir. Bu dağ sırasının Büyük Zap ırmağı ile İnci çayı ara­sında boyu 45 km., genişliği 15 km. dir. Çok yeri sivri, sarp, dişli do­ruklarla dolu, yer yer kalın kar ve buz örtüleriyle kaplıdır. Üzerinde bir­kaç küçük göl, 3000 m. den yüksek yerlerinde 10 kadar buzul vardır. Bu buzullardan bazıları 1 - 2 km. boyunda, 300 - 800 m. enindedir. Buz ör­tüsünün kalınlığı 20 m. yi geçer, hatta kimi yerde 40 - 60 m. yi bulur. Kat " kat olan bu buz örtülerinin rengi çok yerinde açık mavi ile yeşilimsi ma­vidir. Buzullar boyunda derin çatlaklar ve yarıklar vardır. Buzul devrinde buralarda daha uzun buzulların bulunmuş olduğu anlaşılmıştır. 
Hakkari - Vangölü güneyinin bu sarp, yüksek ve az geçitli geniş dağlık bölgesinin batısında yükseklikleri daha az (1500 - 2500 m.), daha fazla geçit veren dağ sıralan uzanır. Bunların başlıcaları, doğudan batıya Muş Güneyi dağları, Akçakara dağı, Yumrutaş dağı, Akdağ, Maden dağları, Gördük dağı, Malatya Güneyi dağları, Engizek dağı, Maraş' ın Ahır dağı ve Amanos dağlarıdır. Bu dağ sıralarının hepsine birden "Gü­neydoğu Toroslu" denildiği de olur. Bu dağların geçitlerini geçerek, içbölgeleri güneye bağlayan önemli ve işlek yollar vardır ki, başlıcaları Bitlis - Siirt - Diyarbakır yolu, Bingöl - Diyarbakır yolu, Eıazığ - Di­yarbakır yolu, Malatya - K. Maraş - Gaziantep yolu, İskenderun - An­takya yoludur. Güneydoğu Anadolu bölgesini kuzeyden çeviren bu dağ­lar yayının içinde, asıl sıradağlara paralel birkaç dağ sırası daha uzanır ki, yükseklikleri çok olmayan bu dağların bir kısmı (Raman dağı gibi) Türkiye'nin petrol bölgesidir. 
Bu dağlardan, mesela Amanos dağları Torosların bu dış yayının en uzun sıradağıdır. Bu sıradağ, K. Maraş yakınındaki Ahır dağından İs­kenderun körfezinin doğu kıyısındaki Hınzır burnuna kadar 175 km. uzunluğunda ve 20-30 km. enindedir. Amanos dağları ortalama 1500 ­2000 m. yükseklikte, sürekli ve çoğunca dik yamaçlı bir dağ sırası ise de, yer yer boyun ve geçit yerleri de vardır (Beylan geçidi gibi). Dağın üze­rindeki dalgalı düzlükler, dar ve derin vadilerle kesilmişlerdir. Üçüncü Zamanın Toros kıvrım sisteminin güneye doğru bir uzantısı olan Ama­nos dağları, doğuşu sırasında ve daha sonraları aşınmalara uğramış, 
Üçüncü Zamanın ikinci yarısı olan Neojen devri sonunda yükselmiş bu­lunan kıvrımlıkırıklı dağlardandır. www.ekodialog.com
Toroslar adı verilen kıvrımlı dağların iç yaylarına gelince Bunların başlıcaları çukurovanın kuzeyindedir. Orta Toroslar adı ile anılan bu dağlar, Taşeli yaylası ile Uzunyayla arasında dağ sıralan ha­linde uzanır, birçok yerlerinde 3000 m. yüksekliği bulür ve geçerler. Bun­lardan Bolkar dağı 3585 m. yi, Aladağ 3734 m. yi bulur ve Türkiye'nin en yüksek dağları arasında yer tutarlar. Bu iki dağda yazın da eriyip bit­ meyen kalıcı karlar. yer yer buz örtüleri, buzyalağı denilen buz çanakları, buzul devrinden kalma şekiller vardır. Aladağlardan sonra daha az yük­sek olan Tahtalı dağı ve Binboğa dağları uzanır. Doğu yönünde bu dağlar Zamantı ile Göksu ve Ceyhan arasında yer almışlardır. Bu dağlara 60 yıl öncesine kadar Anti Toroslar" denirdi. Bu ad kesin sınırları gös­teremeyecek şekilde kullanılmıştır ki, bugün bu ad kullanılmamaktadır. Uzunyayla çevresinden itibaren bu dağlar yer yer yüksekliklerini çok kay­ betmişlerse de, doğuya dönerek Munzur ve Şeytan dağlarında yine yük­sek dağ özelliği kazanmışlardır. Bunların doğusunda kalın lav örtülen al­tında Toros kıvrım sistemi yapılarını bulmak güç olmuş ise de, Torosların jeolojik bakımdan devamlarını Bingöl dağlık bölgesinde ve güneyinde, daha doğuda Van gölünün kuzeyinde bulmak mümkün ol­muştur. Böylece orta Torosların doğusuna düşen ve Doğu Anadolu'nun orta bölümünde uzanan bu dağ sıralarına "Doğu Toroslar' veya "İç Doğu Toroslar" denilmektedir. Orta Toros dağ sıralarından geçen başlıca yol, Gülek Boğazından geçer. Bu boğaz Bolkar dağlarının güneydoğusunda, bugün Konya - Adana asfaltının geçtiği uzun, dar ve derin bir geçit ye­ridir. Eski "çağlarda bumya "Kilikya Kapısı" adı verilmişti. Yerine göre genişliği 20 - 30 m. ve dik yamaçları olan Gülek Boğazı, pozantının gü­neybatısından Çamalan (Gülek) Bucak merkezi güneyine kadar 30 km uzunluktadır. Asıl dar boğaz bölümü, Gülek gediği adı verilen yerde baş­lar, Çamalan köyü güneyine kadar uzanır. Boğazın denizden yüksekliği 1050 - 115O m. dir. İç Anadolu'yu Çukurova ve ötelerine bağlayan bu geçit, tarih boyunca başlıca akınlara sahne olmuştur. 
Bir başka önemli ve işlek geçit yeri Çakıt Boğazıdır. Burası Gülek Boğazının 15 km. kadar doğusundadır. Bu boğazl,Seyhan nehrinin kol­larından olan ve şimdi Seyhan Baraj gölüne dökülen Çakıt Suyu aç­mıştır. Çakıt Boğazı, Çiftehan ve Hacıkın demiryolu istasyonları ara­sında uzanır. Boğaz dik yamaçlı, eğimli, derin bir vadi özelliğindedir. İç Anadolu'yu Çukurova'ya birleştiren yollar bu geçinen geçer. Daha doğuda Göksun ve Saimbeyli dağlık yerleri Çukurova 'ya dar ve yüksek ge­çitlerden dolaşan dönemeçli yollarla bağlanmıştır. 
Toros dağları yaylarının batıdaki devamına gelince: Bunlar, An­talya körfezinin iki yanında uzanan ve Göller Bölgesinde birbirlerine yak­laşan dağ sıralarıdır. Bu iki yakadaki yüksek kıvrım dağlarının hepsine birden "Batı Toroslar" adı verilmiştir. Her iki yanda, yani batıdaki Teke bölgesinde ve Doğudaki İçel bölgesinde devam eden kıvrımlı - kırıklı yapıdaki dağlardır. Yükseklikleri çok yerde 2000 - 2500 m., bazı bö­lümlerinde 3000 m. ye kadardır. Körfezin batı yakasında Yanartaş dağı, Bey dağları (3086 m.), Elma1ı dağları, Boncuk dağı birbirine hemen hemen paralel olarak sıralanır, daha kuzeyde Katrancık dağı, Eğridir gölü güneyine uzanır. Bu dağ sıralarının aralarında geniş ovalar ve derin va­diler yer tutmuştur ki, iç bölgeyi kıyıya bağlayan yollar buralardan geçer. Bunlardan Antalya bölgesinin ünlü Bey dağları güneybatı - kuzeydoğu uzanan kıvrım dağlarıdır. En yüksek yeri Akdağ doruğunda 3086 m. dir. Sıradağın uzunluğu 50 km, eni 10 km. dir. Bu dağlarda kıvrılmış olarak ikinci ve üçüncü zaman tabakaları yer tutar. Bolca yağış alan bu kalkerli dağların üst bölümlerinde pek çok sayıda irili ufaklı çanaklar vardır. Bunların bir kısmının içi zaman zaman sularla dolarak çok sayıda geçici göller belirir. Buzul devrinde dağlarda buz örtülen de bulunmuştur. Karlı dorukları yaz boyunca uzaklardan görülür. 
Körfezin doğu yakasında birbirine paralel denilebilecek şekilde, Göller Bölgesine doğru birçok dağlar uzanır: Akçalı, Geyik, Dede göl Kuyucak, Erenler dağları gibi. Bunlardan Geyik dağları 2300 - 2600 m.), Göksu’nun iki ana kolu arasından Beyşehir gölüne kadar uzanan yüksek dağlar topluluğunun adı olmuştur. Burada birbiri yanında 20 den çok dağ vardır. Bu dağlar çok yerlerinde geçit vermezler. Sayıları zaten az olan boyun yerlerinin denizden yüksekliği 1700 m. yi bulur. Buradaki Beyşehir kasabasını, Akseki üzerinden denize bağlayan çok dönemeçli bir yoldan başka yol yoktur denilebilir. Bu dağlık bölgede kireç taş­larının (kalkerlerin) çok yer tutmasına ve bu dağların yeter derecede yağış almalarına bağlı olarak, burada pek çok ve çeşitli karstik şekiller yani düdenler, obmklar, mağara1ar, yeraltı dereleri, su yutan delikler, gür kaynaklar gelişmiştir. Burada dağların üstü çok yerde dalgalı düzlükler ve tepelikler görünüşündedir. Fakat hemen her yerinde dik ve sarp ya­maçlar da çoktur. www.ekodialog.com
Batı Torosların kuzey taraflarında Sultan dağları (1500 - 2000m.), 100 km. boyunda ve 15 km. eninde bir dağ sırasıdır. Birçok yerlerinde billuri şistelerden kıvrımlı bir yapı gösterir. Üstü dalgalı, tepelik bir gö­rünüştedir. Sultan dağlarına batıda Karakuş dağlan, parçalı dağ sıralan ha­linde yaklaşır ve takriben Eğridir gölünün kuzeyinde bu dağlar birbirlerine yanaşırlar. 
Bu bölgenin kuzeyinde "İç Batı Anadolu Eşiği" adı ile anılan ve bir yandan İç Anadolu Bölgesinin bu yanını çevirirken, bir yandan da kollar ha­linde dağların Ege ve Marmara denizleri kıyılanna doğru açılarak uzandığı bir bölge olan dağlık arazi yer tutmuştur. Yaklaşık olarak, içine Afyon ­Kütahya - Uşak bölgesi bunlar arasındaki yerleri almış bulunan ve basık fakat geniş bir yayılış gösteren bu eşik arazi, 1200 - 1500 m. yükseklikte olup yer yer yüksekliği 2000 - 2300 m. yi bu,lan dağlar da yükselir. Bun­lardan başlıcaları Murat dağı, Emir dağıdır. Bu dağlık - eşik bölgede dağ­ların esas yapısında kıvrımlı kırıkların ve bu arada billuri şistler alan­larının türlü derecelerden payı vardır. 
Buradan Marmara ve Ege Bölgelerine doğru dağlar uzanır Başlıcaları Türkmen dağları, Uludağ (2543 m.), batıya doğru Simav dağları, Alaçam dağları, Kaz dağı, Kozak dağı, Yunt dağı, Boz dağlar, Aydın dağlan, Men­teşe dağlan ve Honaz dağıdır. Ancak bu dağların yapılan farklıdır. Bu dağ­ların çoğu pek eski billuri şistlerden ol_muş, yeni kmlmalara genİş öl­çüde uğramış ve çöken yerler arasında yükselerek dağ biçimi kazanmış eski kütleler alanlandır. Bunlardan Ege Bölgesinin dağlan, burada bulunmuş olan Saruhan - Menteşe masifinin, Çöken yerler ise bu bölgedeki çöküntü yerlerinde meydana gelmişlerdir. Çöken yerler ise bu bölgedeki çöküntü ova­larının ana çizgilerini veren çöküntü hendekleri olarak belirmişlerdir. 
İç Batı Anadolu eşiğinin doğusunda pek geniş yerler tutan İç Ana­dolu' da ise, daha çok, 800 - ı 000 m. yükseklikte düzlükler, tek tek yükselen volkan dağlan ve tepelikler yer tutmuştur. Bunlardan volkan dağlarından ve şekillerinden ayrıca söz edilecektir. 
 Kısaca belirtilirse görülür ki, Anadolu'nun kuzey ve güney bölgelerinde batı - doğu doğrultulu, birbirine paralel yüksek dağ sıralan uzanır. Bu yüksek dağ sıralan. sıkışmış bir halde Doğu Anadolu'da uzandıkları gibi. Batı Anadolu'nun iç bölümünde de bir dağlık eşik biçiminde yer tutmuş olarak ve Ege ve Marmara 'ya doğru açılarak uzanan dağlar bulunmaktadır. Bütün bunların arasında her çeşit düzlüklerin yaygın olduğu ve tek tek yük­sek Volkan dağlannın sıralandığı İç Anadolu 'yu ve Güneydoğuda düz­lük1erin hakim olduğu ve Karacadağ volkanının yükseldiği Güneydoğu Ana­dolu'yu, bir tekne biçimi gösteren Trakya'yı belirtmek gerekir. Türkiye'de hemen hemen dağlar kadar yaygın ve önemli yer tutan ova, plato ve te­ralarından Akdeniz'e yeraltındaki oyuklardan ve galerilerden kaçan tatlı sulardır. Silifke, Antalya çevresi ve Finike'den Akdeniz'e önemli mik­tarda tatlı suyun karıştığı bilinmektedir. Çok gelir getirebilecek satış de­ğerleri olan turfanda sebze ve meyvelerin iyi yetişebileceği böyle bir bölgede, sulamada önemi iyice bilinen tatlı suyun, faydalanılmadan deniz suyuna durmadan karışması da önlenmesi gereken bir olaydır.www.ekodialog.com
Memleketimizin her çeşit ekonomi ve yerleşme durumuna (tarım, endüstri, şehir ve köy yerleşmeleri, enerji temini...) geniş ölçüde etki yapan yeraltı suyu faaliyetleri, istikşaf ve planlama çalışmaları olarak iki safhada yürütülmektedir. Havza, ova ve tek tek sahalarda yapılan hid­rojeoloji araştırmaları, jeofizik etütler, sondajlar ve yeraltı sularının re­zerv raporlarının hazırlanması bu çalışmalar arasındadır. Hidroeolojik araştırmalar yoluyla bir sahanın tabakaları ve bunlar içindeki su durumu incelenmektedir. Jeofizik etütlerle yeraltı su durumunda belirsiz kalmış durumlar kesin olarak ortaya konulmaktadır. Bütün bu etütlerle de ve­rimli sondajlar yapılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Araştırma sondajları ile su veren tabakaların, kayaların cinsi, derinlik ve kalınlıkları, buralardaki su miktarı ve su kalitesi öğrenilmeye uğraşılmaktadır. Bütün bunların sonucu olarak da bir sahanın "yeraltı suyu rezerv raporu" dü­zenlenmektedir. Böyle bir raporda istikşaf çalışmalarının yardımı ile bir yerdeki yeraltı suyunun durumu ve bu suyun hangi seviyelerde ve yak­laşık olarak ne miktarda olduğu belirtilmektedir. Planlama dönemindeki çalışmalarda ise, bir sahadaki yeraltı suyu durumu bütün özellikleri ile tesbit edilmekte, hidorjeolojik, jeofızik ve sondaj ekipleri birlikte ça­lışmaktadırlar. Bütün bu çalışmalar sonunda yeraltı suyu rezervlerinin bulunduğu alanlarda, bu rezervden faydalanarak gelişme imkanları be­lirtilmektedir. Başlangıçtan bugüne kadar Türkiye'de yaklaşık olarak, 530 bin km2 lik sahanın hidojeolojik etüdü yapılmıştır. Planlama dö­nemindeki çalışmalar ise, takriben 20.000 km2 lik yerleri içinde top­lamıştır. Bütün bu çalışmaları belirtecek şekilde, Türkiye'nin küçük öl­çekli bir "yeraltı suyu araştırma faaliyetleri haritası" DSİ tarafından yayınlanmıştır. Bu küçük haritada etüt yapılan yerlere bu sahalardaki ye­raltı suyu rezervleri gösterilmiştir. Sözgelişi, Kırkşehir ovası rezervi 3x106 m2 olarak ifade edilmiş, yıllara göre planlanmış hidrojeolojik araştırma sahaları belirtilmiştir.

ASİTLER VE BAZLAR

                           ASİTLER VE BAZLAR

ASİTLER

Asitler, çözeltiye hidrojen iyonu bırakan bileşiklerdir. Bütün asitler hidrojen (H+) içerir. Genelde;

1- Ekşi bir tada sahiptirler.
2- İndikatörlerin rengini değiştirirler. (Asitler litmus kağıdını kırmızıya çevirirler).
3- Bazlarla reaksiyona girdiklerinde tuz ve su oluştururlar. Bundan başka çok çeşitlilik gösteren başka özellikleri de bulunur. Bu spesifik özellikler, anyon muhtevası ve ayrılmamış molekülerden dolayı olur. Çeşitli asitlerin molekülleri, çözeltiye farklı miktarda serbest Hidrojen bırakma eğilimindedirler.

Hidroklorik asit (güçlü asit)
HCI   H +  CI

Asetik asit (zayıf asit)
C2 H4 O2  (CH3COOH)  
Asetik asit; (sirke) zayıf iyonize olur ve serbest oksijenden az miktarda çözeltiye bırakır. Güçlü asit ve bazlar iyonlarına ayrılır ve ayrılmış halde bulunur. Bu asit olarak tek yönlü ok ile ifade edilir. Zayıf asit ve bazlar sürekli olarak iyonizasyon prosesi altındadırlar. Serbest iyonlar sürekli olarak tekrar kombine olurlar. Bu durum çift yönlü ok ile belirtilir.

Asidik olan bir su asit nötralizerleri ile arıtılır. Su asidik ise geçtiği yerlerde zamanla mavi-yeşil lekeler ortaya çıkar. pH testleri ile suyun asidik olup olmadığı anlaşılabilir.
Asit nötralizer olarak kalsit kullanıldığı zaman suya karışan çözünmüş kireç taşları su sertliğinin artmasına neden olur.
Soda veya sodyumhidroksit ile de pHyükseltilebilir.

BAZLAR


Bazlar, hidroksit iyonu bırakan maddelerdir. Örnek olarak Sodyum hidroksit (NaOH) ve amonyum hidroksit (NH4OH) verilebilir.

Sodyum hidroksit,
Na OH   Na + + OH

Amonyum hidroksit,
NH4OH   NH4+ + OH

Genelde;
1- Acı tada sahiptirler.
2- Kaygan hissiyatı verirler.
3- İndikatörlerin rengini değiştirirler. (Litmus kağıdını mavi yaparlar).
Amonyum hidroksit, zayıf bir bazdır ve çökeltiye az miktarda hidroksit iyonu bırakırlar. Güçlü baz ve zayıf  baz durumu da asitlerde olduğu gibidir.

pH

pH suyun asitlik veya bazlık durumunun bir ölçüsüdür ve logaritmik bir ölçüdür. Saf su H ve OH iyonları açısından dengelidir ve PH değeri 7’dir.

PH<7 ise  asidik  ,   PH>7 ise  baziktir.

PH  H+ iyonlarının elektrik potansiyellerine bağlı olarak veya renk indikatörleri ile ölçülebilir.Düşük PH’lı sular çoğunlukla, hız kısıtlayıcı reaksiyon olan katot reaksiyonunu kolaylaştırıp, korozyonu artırır. Bu parametre içme suyunun güvenliği hakkında direk bilgi vermez. Düşük pH ve aynı zamanda düşük TDS ‘li sular korozif olduğu için borulardaki birtakım zehirli metalleri çözebilir. Yüksek pH ‘a sahip sularda da pH’ı yükselten kimyasalların zararlı olup olmadığı belirlenmelidir.
pH: hidrojen iyon konsantrasyonu veya sudaki hidrojen potansiyeli.

pH’ın asitlik ve alkalilikle ilişkisi

Asidite,alkalinite ve pH derecesi ayrı ayrı şeylerdir. Mesela hidroklorik asidin, sülfirik asidin ve hidroklorik asidin 0.1 normal eriyiklerinin (1 litre suda 1 litre eşdeğer gram ağırlıkta asit bulunan eriyik normal eriyiktir.) asiditesi birbirinin aynıdır. Halbuki bu eriyiklerin pH değerleri farklı ve sırasıyla 1.08, 1.20,2.889’dur. Asitlik bir yetenek faktörü olup bazları nötürleştirmek kapasitesi olarak belirlenir; aynı şekilde alkalilikte bir yetenek faktörüdür ve asitleri nötrleştirme kapasitesidir. Halboki pH değeri aksine bir şiddet, yoğunluk faktörü olup hidrojen iyonlarının konsantrasyonunu gösterir. PH değeri asitlik ve alkalilik aktivitesinin (faaliyet derecesinin) bir ölçüsüdür.
Alkalilik bir sudaki HCO3, CO3  ve OH köklerinin toplamının me/lt veya mg/lt cinsinden eşdeğeri kalsiyum karbonat olarak verilmektedir. Asitlik de aynı şekilde sudaki  SO4,CI,NO3 ve diğer asit köklerinin toplamına karşı gelen eşdeğer CaCO3 miktarını me/lt veya mg/lt cinsinden göstermektedir.
Yani alkalilik ve asitlik terimleri eriyikte mevcut HCO3 ve SO4 gibi birçok köklerin ağırlığını göstermekte fakat bunların hiçbiri eriyiğin kimyasal aktivitesi hakkında fikir vermemektedir. Halbuki pH , eriyiğin kimyasal aktivitesinin bir ifadesidir; zira eriyik ne kadar aktif ise o kadar çok iyonize olacak ve içindeki H+ iyonu miktarıda ona göre artacaktır.
Önemli asit ve bazların özellikleri ve kullanıldığı alanları aşağıda bulabilirsiniz.

FORMİK ASİT(HCOOH):  

Bakterilere küf ve mayalara etki eder...
Mikrobik bozunmayı önlemek için gıdalarda koruyucu olarak kulanılır... ( Karınca salgısında bol miktarda bulunur)

ASETİK ASİT(CH3COOH):

            Sirke asidi olarak bilinir. Asetik asitin %5-8 likçözeltisİ sirke olarak kullanılır. Asetik asit birçok ilaç endüstri  maddesinin kullanılmasında kullanılır.Tahriş edici bir kokouya sahip bir sıvıdır. Alüminyum asetat tuzu,taze kesilmiş yaralarda kan dindirici olarak kullanılır.

SORBİK ASİT(HC6H7O2):

Küf ve mayaların gelişmesine engel olur.Bu özelliğinden dolayı yiyeceklerde antimikrobik koruyucu olarak kullanılır. Kokusu lezzeti yoktur.

SÜLFÜRİK ASİT(H2SO4):

Endüstüride kullanılan en önemli asit ve dünyada en çok üretilen kimyasallardan biridir. SO2 gazı kullanılarak Kontakt metodu denilen bir metotla üretilir. Endüstride birçok alanda kullanılan bu asit,özellikle gübre üretiminde,amonyum sülfat üretiminde,patlayıcı yapımında,boya sanayinde,petrokimya sanayinde kullanılmaktadır.

BENZOİK ASİT(C6H5COOOH):

Beyaz renkli iğne ve yaprakçık görünümünde bir maddedir.Gıdalarda mikrobik bozunmayı önlemek için kullanılır. En çok kullanıldığı alanlar,meyva suyu,marmelat,reçel,gazlı ,içecekler,turşular ,ketçap ve benzeri ürünlerdir. Benzoik asit, bir çok bitkinin yaprak ,kabuk ve meyvelerinde bulunur.Benzoik asit genellikle sodyum tuzu olarak (Sodyum benzoat) kullanılır. İlave edildiği bitkinin tadını etkiler.

FOLİK ASİT :

Folik asit dokularında az da olsa bulunur.Folik asit en çok koyu yeşil yapraklı sebzeler ve gıda olarak kullanılan hayvanların böbrek ve karaciğerlerinde bulunur. Biftek, huhubat, sebzeler,domates,peynir ve sütte az miktarda bulunur.Folik asit eksikliğinde vücutta anemi (kansızlık )ortaya çıkar.

HİDROJEN SÜLFÜR(H2S):

Renksiz bir gazdır. Kokmuş yumurtayı andıran bir kokusu vardır. Çok zehirlidir. Uzun zaman solunduğunda insanı öldürebilir. Havada seyreltik olarak bulunduğunda yorgunluk ve baş ağrısı yapar.

NİTRİK ASIT(HNO3):

Nitrik asit,dinamit yapımında kullanılır. Nitrik asitin gliserin ile reaksiyonundan nitrogliserin meydana gelir. Ayrıca nitrik asit NH4NO3 içeren gübrelerin üretiminde kullanılır.

FOSFORİK ASİT(H3PO4):

Saf fosforik asit,renksiz kristaller halinde bir katıdır. Fosforik asit,en çok fosfatlı gübrelerin yapımında ve ilaç endüstrisinde kullanılır.


HİDROFLORİK ASİT(HF):

Hidroflorik asit yüksek oktanlı benzin yapımında ,sentetik kriyolit (Na3AlF6) imalatında kullanılır. Ayrıca hidroflorik asit camların üzerine şekiller yapmak için kullanılır. Bu iş için,önce cam eşya yüzeyi bir parafin tabakası ile kaplanır.

Sonra parafinin üzerine bir çelik kalem ile istenen şekil çizilir. Bu çizgilere hidrojen florür gazı veya çözeltisi tatbik edilir. Camdaki parafin temizlendikten sonra camda yalnız sabit şekiller kalır.

SODYUM HİDROKSİT(NaOH):

Beyaz renkte nem çekici bir maddedir. Suda kolaylıkla çözünür ve yumuşak kaygan ve sabun hissi veren bir çözelti oluşturur. Sodyum hidroksit,laboratuvarlarda CO2 gibi asidik gazları yakalamak için kullanılır. Endüstride bir çok kimyasal maddenin yapımında ,yapay ipek,sabun,kağıt,tekstil,boya,deterjan endüstrisinde ve petrol rafinerilerinde kullanılır.

POTASYUM HİDROKSİT(KOH):

Endüstride arap sabunu üretiminde,pillerde elektrolit olarak ve gübre yapımında kullanılır.

KALSİYUM HİDROKSİT(Ca(OH)2):

Beyaz bir toz olup,suda hamurumsu bir görünüş alır. Sönmemiş kirece su ilave edilmesi ile elde edilir. Kalsiyum hidroksit asidik gazların uzaklaştırılması (Hava gazından hidrojen sülfürün uzaklaştırılması gibi),kireç ve çimento yapımı  alanlarında kullanılır.

AMONYAK(NH3):

Renksiz,kendine özgü keskin kokusu olan bir gazdır. Sıvı amonyak özellikleri bakımından suya benzer, polar yapıdadır,hidrojen bağı yapar ve su gibi iyonlarına ayrışır. Amonyak endüstride en çok azotlu gübrelerin ve nitrik asitin üretiminde başlangıç maddesi olarak kullanılır. Zayıf baz olarak ve birçok Laboratuvarlarda ise amonyak ,zayıf baz olarak ve birçok kimyasal maddenin elde edilmesinde kullanılır. Amonyak bilhassa nitrik asit ve amonyum tuzları imalatında,üre,boya,ilaç ve plastik gibi organik madde imalatında kullanılır. Amonyak gazı normal sıcaklıkta basınç uygulandığında kolaylıkla sıvılaşır oluşan bu sıvının buharlaşma ısısı yüksektir (327 kcal/g ) bundan dolayı amonyak endüstride soğutucu olarak kullanılır.

HİDROSİYANİK ASİT(HCN):

Tabiatta bulunan zehirlerin en kuvvetlisidir. HCN’nin kokusu şeftali çekirdeği içi kokusuna benzer. Metreküpte 34 miligram HCN varlığında kokusu hissedilir. Öldürücü dozu konsantrasyonuna bağlıdır. Mesala,200 mg/m3 konsantrasyonda öldürücü doz 2000 mg dk/m3’tür.

1. Kılıç Arslan

             1. Kılıç ArslanKılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.
 Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.
 Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.
 Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.
 Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.
 Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.
 Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.
 Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.
 O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.
 Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.
 1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?
 Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.
 Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.
Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.
 Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.
 Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.
Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.
 -Bizler ne olacağız?
 Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:
-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.
 Esir kız:
- Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.
Kılıçarslan şöyle mukabele etti:
-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim…
 Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:
 -Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.
-Her saat, nerede bulunursam!
 Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.
 Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
         Türkiye’de ilk defa bir milli marş yazılması teşebbüsü, 1920’de Genel Kurmay Başkanı İsmet İnönü tarafından yapıldı. Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’u ziyaret eden İsmet İnönü, Milli heyecanı koruyacak, milli azim ve imanı besleyecek, zinde tutacak bir marşın yazılmasını, ordu adına teklif etti. Yarışma Maarif Vekaletinin genelgesiyle okullara duyuruldu ve basın yoluyla da “Türk şairlerinin nazarı dikkatine” sunuldu.
         Yarışmaya 724 parça şiir katıldı. Fakat hiçbirisi milli marş olmaya layık görülmedi. Böyle bir marşın ancak Mehmet Akif tarafından yazılabileceği ve para meselesinden dolayı yarışmaya katılmadığı da ağızlarda dolaşıyordu. Hasan Basri Bey, para meselesinin kaldırıldığını söyleyerek, Akif’in yarışmaya katılmasını sağladı. Mehmet Akif’in şiiriyle birlikte üç parça, orduya gönderilerek, asker üzerinde tesiri en fazla olan eserin tespit edilmesi istendi.Cevap olarak Mehmet Akif’in şiirinin beğenildiği bildirildi.
          Maarif Vekaleti tarafından gönderilen İstiklal Marşı teklifi gündeme alındı. Başkanvekili Hasan Fehmi Efe’nin başkanlığındaki toplantıda ele alınan marşın tab ve tevziine karar verildi.
         Marş, Hamdullah Suphi tarafından Meclis’te okundu. Büyük bir coşkuyla dinlenen marş, sık sık alkışlarla kesildi. Marşın kabul edilmesi, 12 Mart 1921 tarihindeki toplantının öğleden sonraki oturumunda ele alındı.
         Akif’in marşının oya sunulması kararlaştırıldı ve “Oy birliği ile kabul edildi.” Marş teklif üzerine en son ayakta dinlendi. Kahraman orduya ithaf edilen marş, İstiklal marşı olarak kabul edildi. Akif  “Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım” dedi ve bu marşı Safahat’a almadı.

AKRABA EVLİLİĞİ

AKRABA EVLİLİĞİ; SORUNLAR, NEDENLER VE ÇÖZÜMLER

Akraba evliliği toplumumuzda bir çok başka ülkede olduğu gibi ciddi bir tıbbi sorundur. Genetik hastalıkların sıklığını olumsuz etkilemesi nedeniyle üzerinde önemle durulması ve tartışılması gerekir.
Akraba evliliği sıklığı nedir?
Türkiye’de akraba evliliği sıklığı Hacettepe Nüfus Etüdleri Enstütüsünün 1983 yılında yaptığı çalışmada % 21.10 olarak bildirilmiştir. Bu sıklık yöreler arasında ciddi farklılıklar göstermektedir ve ülkenin batısından doğusuna doğru gidildikçe artmaktadır. Diğer bir araştırmada Doğu Anadolu’da sıklık % 30.8 olarak bulunurken Batı Anadolu’da %12.8’ e düşmektedir. Sıklık köy ve kasaba gibi dar topluluklarda artmaktadır. Ayrıca böyle dar topluluklar uzun süreler boyunca incelendiklerinde, burada yaşayan halkın yakından yada uzaktan bir şekilde birbiriyle akraba oldukları ortaya çıkar ki bu da aynı köyden iki kişinin evliliğinin bile akraba evliliği olarak kabul edilmesi gerekliliğini doğurur.
Akraba evliliğinin sık olmasının nedenleri nelerdir?
Akraba evliliği, evliliğe aile büyükleri tarafından karar verildiği durumlarda daha da artmaktadır. Erken yaşlardaki evliliklerde sıklığı daha fazladır. Resmi nikahlı eşlere göre dini nikahlı eşler arasında % 50’lik bir artış izlenmektedir. 
Yapılan çalışmalar eğitim ile akraba evliliği sıklığının azaldığını göstermektedir. İlkokul mezunları arasındaki sıklık yaklaşık  %20 iken orta ve yüksek öğrenimi tamamlayanlarda %10’a kadar gerilemektedir. Yine ailesinde akraba evliliği olan kişilerde olmayanlara göre 2 kat fazla akraba evliliği bildirilmektedir.
Akraba evliliğinin bu kadar sık olmasının nedenleri sosyal, ekonomik, psikolojik, dini ve coğrafi açıdan yapılacak incelemelerle ortaya konabilir.
Sosyal sebepler arasında en önemli etken, belirli bir sosyal sınıfta olan kişilerin başka sosyal sınıftan kişilerle evlenmek istememesi ve kendine en yakın özelliklerdeki kişileri en kolay akrabaları arasında bulmasıdır. Ekonomik sebeplerde bu yaklaşıma eklendiğinde, aileler mal varlıklarının bölünmemesi için yakın akraba evliliklerini tercih eder hale gelmektedir.
Psikolojik faktörler bazı yörelerde ağırlık kazanmaktadır. Türkiye’de bazı yörelerde evlenen kızın anne-babasıyla görüşmesi engellenmekte veya sınırlandırılmaktadır. Bu da kızını akrabaya vererek ilişkileri sürdürebilme yönüne insanlarımızı kaydırabilmektedir.
Dini sebepler daha çok azınlıkları etkilemektedir. Başka dine mensup ülkelerde yaşayan azınlıklar çocuklarının aynı dinden insanlarla evlenmesi isteğiyle yakınlarındaki insanları evlilik için seçmektedir.
Yine bazı yörelerde coğrafi koşullar nedeniyle ulaşım ve iletişim güçlüğü olması orada kapalı bir toplum oluşmasına yol açabilmektedir.
Akraba evliliklerinin dağılımına bakıldığında birinci derece ve ikinci derece kuzen evliliklerinin tüm akraba evliliklerinin % 80-90’nını oluşturduğu gözlenmektedir.
Akraba evlilikleri ne tür risklere yol açar?
Akraba evliliğini üzerinde durulması gereken bir sorun olduğunu gösteren bazı bulgular vardır. Akraba evliliği yapanlarda ölü doğum sıklığının normal topluma göre yaklaşık 2 kat arttığı bildirilmiştir (Normal toplumda %1.24, akraba evliliklerinde %2.14). Düşük ve ölü doğumlar birlikte ele alındığında aynı artış yine dikkati çekmektedir (Normal toplumda %5.21, akraba evliliklerinde % 10.55). Yenidoğan kayıpları açısından bakıldığında ise %50 lik bir artış söz konusudur (Normal toplumda %10.76, akraba evliliklerinde %16.29). Ayrıca akraba evliliklerinde doğumsal kusurların 10 kat arttığı bildirilmektedir.
Akraba evlilikleri otozomal resesif ve çok faktörlü kalıtım gösteren hastalıkların görülme sıklığını arttırmaktadır. Genler anne babadan çocuklara özelliklerin nakledilmesini sağlayan yapılardır. Anne babadan çocuklara aktarıldıkları içinde aynı aile içinde genler arasında benzerlik ihtimali çok yükselmektedir. Akraba evliliği ile görülme riski artan hastalıklarda da her iki eşte de aynı tip bozuk genin/ genlerin olması gereklidir. Akrabalar arasında genler arasında benzerlik sıklığı arttığı için rahatsız çocuk sahibi olma ihtimali de akrabalar arasında artmaktadır.  
Akraba evliği yapanların sağlıklı çocuğu olabilir mi?
Olabilir ancak akraba evliliği yapanlarda diğer evliliklere göre risk artmaktadır. Aileleri yanıltan en önemli nokta, kendi aile ve çevrelerinde başkalarının yaptıkları akraba evliliklerinden sağlıklı çocuklar doğmasıdır. Bu olay aileleri akraba evliliği yapmak üzere cesaretlendirmektedir. Halbuki akraba evliliği her gebelikte rahatsız çocuk anlamına gelmemektedir. Akraba evliliği yapan bazı aileler sağlıklı çocuk sahibi olabilirken diğerlerinde rahatsız çocuklar olabilir. Ailenin daha önceki gebeliklerinden sağlıklı çocukları olması daha sonraki gebeliklerdeki risk olmadığını göstermeyeceği gibi, daha önce hasta çocukları olması sağlıklı çocuklarının olmayacağını da göstermez.
Akraba evliliği yapmış çiftler nasıl izlenmelidir?
Öncelikle ailenin 3 kuşaklık bir aile ağacı çizilmeli ve her bir birey hakkında bilgi alınmalıdır. Aile ağacında herhangi bir hastalığın belirtileri saptanırsa bu durumla ilgili bilgilere ulaşılmalıdır. Ailedeki hasta bireyin tıbbi kayıtları, fotoğrafları ve ailenin verdiği bilgiler değerlendirilmelidir. Gereği halinde ilgili branşta uzman kişilere danışılmalıdır. Hastalığın kalıtım kalıbına göre araştırdığımız birey için risk hesabı yapılır. Risk artışı varsa bu hastalığa yönelik testler planlanır ve test sonuçlarına göre ailenin gebeliklerinde risk varsa prenatal tanı planlanmalıdır.
Ailede belirlenen bir risk faktörü yoksa o toplumda sık görülen resesif hastalıklar ile ilgili taşıyıcılık testi yapılır. Bu ülkemiz için talessemi açısından yapılmalıdır.
Bu ailelere gebeliklerinde takip altında olmaları, gebelikte biyokimyasal tarama testi, 2. basamak USG takibi ve bebeklerinin doğduğunda değerlendirilmesi ve işitme kayıpları ve metabolik hastalıklar açısından araştırması yapılmalıdır.
Sonuç olarak;
Akraba evliliği hala yaygın bir sorun olmakla birlikte eğitimin artması ve sosyoekonomik koşulların düzelmesi ile giderek sıklığı azalan ancak hala üzerinde durularak çözüm aranması gereken bir sorundur. Akraba evliliklerinden kaçınılması gerekliliği vurgulanmalı, akraba evliliği yapmış olan bireylerin genetik danışma almak için bir genetik uzmanı ile görüşmeleri sağlanmalı, bu gebelikler ve doğan bebekler yakından izlenmelidir. Ayrıca toplumda sık görülen otozomal resesif hastalıkların taşıyıcılarının belirlenmeli ve erken teşhis için uygulanan tarama programlarının yaygınlaştırılmalıdır.