1 Nisan 2012 Pazar

ATOM ve ELEKTRON

ATOM ve ELEKTRON

Maddenin temelinde atom adı verilen çok küçük parçacıklardan oluştuğu kavramı eski yunanlılara kadar uzanır. Milattan önce 5. yüzyılda Leucippus ve Democritus maddenin sonsuz küçük parçacıklara ayrılamayacağını öne sürdüler.Onlar,bir madde daha küçük parçalara bölünmeye devam edilirse en sonunda atomun bölünmeyeceğini iddia ediyorlardı.Atom sözcüğü Yunanca’da bölünmez anlamına gelen atomos sözcüğünden türetilmiştir.

Eski yunan atom kuralları planlı deneylere dayanmıyordu.Bunun için yaklaşık 2000 yıllık bir zaman süresince atom kuramı sadece tartışılmaktan öteye gidilmedi.Atomların varlığı Robert Boyle tarafından THE SCEPTİCAL CHYMİST (1661),Isaac Newton tarafındanda Principia (1687) ve Opticks(1704) kitaplarında kabul edilmişti . Fakat John Dalton’un 1803-1808 yılları arasında geliştirip önerdiği atom kuarmı kimya tarihinde en önemli aşamalardan biri olmuştur.

Elektron:

Gerek Dalton’un gerekse yunanlıların kuramlarında atom, maddenin en küçük taneciği olarak kabul edilmişti.19.yüzyılın sonlarına doğru atomun kendisinin de daha küçük taneciklerden oluştuğu düşünülmeye başlandı.Atom hakkındaki düşüncelerde meydana gelen bu değişikliğe elektrikle yapılan deneyler neden oldu.

1807-1808 yıllarında ünlü İngiliz kimyacısı Humphry Davy bileşikleri ayrıştırmak için elektrik kullanarak beş element (potasyum,sodyum,kalsiyum,stronsiyum ve baryum) buldu.Bu çalışmalarına dayanarak Davy , bilesiklerde elementlerin elektriksel nitelikli çekim kuvvetleriyle bir arada tutulduklarını önerdi.

Vakumdan elektrik akımının geçirildiği deneyler 1859 da Julius Plücker katod ışınlarını bulmasına yol açtı.Katot ışnları elde etmek için havası iyice boşaltılmış bir cam tüpün uçlarına iki elektrod yerleştrilir.Bu elektrodlara yüksek gerilim uygulandığında katot adı verilen negatif elektroddan ışınlar çıkar.Bu ışınlar negatif yüklüdür doğrusal yol izler ve katodun karşısındaki tüp çeperlerinin ışık saçmasına sebep olur. 19.yüzyılın son yıllarında katot ışınları ayrıntılı olarak incelendi.Birçok bilim adamının deneyleri sonucunda katot ışınlarının hızla hareket eden eksi yüklü parçacıklar olduğu ortaya çıktı ve bu parçacıklar daha sonra Stoney’in önerdiği gibi elektron adı verildi.

Katottan çıkan elektronlar katot için hangi metal kullanılırsa kullanılsın aynı özelliktedir.Zıt yükler birbirini çektiğinden katot ışınlarını oluşturan elektron hüzmeleri yolları üzerinde üstte ve altta bulunan zıt yüklü iki levha arasından geçerken pozitif yüklüsüne doğru çekilirler.Demek ki bir elektrik alanı içinde katot ışınları normal doğrusal yollarından saparlar.Bu sapmanın açısı :

1. Tanecik yükü ile doğru orantılıdır.Yükü büyük olan tanecik az yük taşıyan tanecikten daha çok sapar.

2. Tanecik kütlesi ile ters orantılıdır.Kütlesi büyük olan tanecik küçük olandan daha az sapar.
Bundan dolayı yükün kütleye oranı bir elektrik alanı içinde elektronların doğrusal yoldan ne kadar sapacağını belirler.elektronlar magnetik bir alan içinde de sapma gösterirler.Fakat bu durumda sapma uygulanan magnetik alana dik yöndedir.

Katot ışınlarının elektrik ve magnetik alanlar içindeki sapmalarını inceleyen Joseph T. Thomson , 1897’de elektron için değerini saptadı bu değer:

E/M=-1,7588.10 üzeri sekiz coul /g dır.

Coul uluslar arası sistemde elektrik yükü birimidir.Bir kulon bir amperlik akım tarafından iletkenin belirli bir noktasından bir saniyede taşınan yük miktarıdır.

Elektron yükünün duyar olarak ölçümü ilk defa Robert A. Milikan tarafından 1909 da yapıldı.Milikan’ın deneyinde x-ışınları etkisi ile havayı oluşturan moleküllerden elektronlar koparılır.Çok küçük yağ damlacıkları da bu elektronları alıp elektrik yükleri ile yüklenirler.Bu yağ damlacıkları iki yatay levha arasından geçirilirler.Yağ damlacıklarının düşüş hızları ölçülerek kütleleri hesaplanır.

Yatay levhalara elektrik akımı uygulandığında negatif yüklü damlacık pozitif yüklü levhaya doğru çekileceğinden damlacığın düşüş hızı değişir.bu koşullar altında düşüş hızı ölçülerek damlacığın yükü hesaplanabilir.Belli bir damlacık bir veya daha çok sayıda elektron alabileceğinden bu yöntemle hesaplanan yükler daima birbirinin aynı değildir.Fakat bu yükler hep belli bir yük değerinin katları olduğundan bu yük değeri bir elektronun yükü kabul edilir.

Proton:

Nötral bir atom veya molekülden bir veya daha çok elektron koparıldığında geriye kalan tanecik koparılan elektronların tolam eski yüküne eşit miktarda artı yük kazanır.Bir neon atomundan bir elektron koparıldığında geriye kalan tanecik koparılan elektronların toplam eksi yüküne eşit miktarda artı yük kazanır.Bir neon atomundan bir elektron koparıldığında bir Ne(+) iyonu oluşur.Bir elektriksel deşarj tüpünde katot ışınları tüpün içinde bulunan gaz atomlarından ve moleküllerinden elektronların çıkmasına sebep oldukları zaman , bu tür artı yüklü tanecikler oluşur.Bu artı yüklü iyonlar eksi yüklü elektroda doğru hareket ederler.Eğer katot delikli bir levhadan yapılmışsa artı yüklü iyonlar bu deliklerden geçerler.katot ışınlarının elektronları ise ters yönde hareket ederler.

Pozitif ışınlar adı verilen bu artı yüklü
iyon demetleri ilk defa 1886 da Eugen Goldstein tarafından bulundu.Pozitif ışınların elektrik ve magnetik alanların etkisinde sapmaları ise 1898 de Wilhelm Wien ve 1906 da J.J. Thomson tarafından incelendi.Artı yüklü iyonlar için e/m değerlerinin saptanmasına , katot ışınlarının incelenmesinde kullanılan yöntemin hemen hemen aynısı kullanıldı.Deşarj tüpünde değişik gazlar kullanıldığı zaman değişik tür artı yüklü iyonlar oluşur.

Proton adı verilen bu tanecikler bütün atomların bir bileşenidir.Protonun yüklü elektronun yüküne eşit fakat ters işaretlidir.

Bu yüke yük birimi denir.Proton artı bir elektrik yük birimine , elektron ise eksi bir elektrik yük birimine sahiptir.(Protonun kütlesi elektronun kütlesinin 1836 katıdır).

Nötron:

Atomlar elektrik yükü bakımından nötral olduklarından bir atomun içerdiği proton sayısı elektron sayısına eşit olmalıdır. Atomun toplam kütlesini açıklayabilmek için 1920 de Ernest Rutherford atomda yüksüz bir taneciğin var olduğunu savundu. Bu tanecik yüksüz olduğundan onu incelemek ve tanımlamak zordu. Fakat 1932 de James Chadwick nötronun varlığını kanıtlayan çalışmalarını sonuçlarını yayınladı.Chadwick, nötronların oluştuğu bazı nükleer tepkimelerin verilerinden nötronun kütlesini hesaplayabildi.Bu tepkimelerde kullanılan ve oluşan bütün taneciklerin kütlelerini ve enerjilerini göz önüne alarak Chadwick nötronun kütlesini hesapladı.Bu kütle protonun kütlesinden biraz daha büyüktü.

Günümüzde daha birçok atom altı tanecik bulunmuştur.Fakat bu taneciklerin atom yapısı ile olan ilişkisi çok iyi bilinmemektedir.Kimyasal çalışmalar için atomun yapısı elektron , proton ve nötronun varlığına dayanarak yeterince açıklığa kavuşturulmuştur.

İZOTOPLAR

Belli bir elementin bütün elementlerinin atom numarası aynıdır. Fakat bazı elementler kütle numarası bakımından farklılık gösteren çeşitli tipte atomlardan oluşmuştur.Aynı atom numarasına fakat farklı kütle numarasına fakat farklı kütle numarasına sahip atomlara İZOTOP atomlar adı verilir.

Görüldüğü gibi izotoplar çekirdeklerindeki nötron sayısı bakımından farklıdırlar;bu da doğal olarak atom kütlelerinin farklı olduğu anlamına gelir.Bir atomun kimyasal özellikleri ilke olarak atom numarası ile belirtilen proton ve elektron sayısına bağlıdır. Bundan dolayı bir elementin izotopları birbiri ile hemen hemen aynı olan kimyasal özelliklere sahiptir.Bazı elementler doğada tek bir izotop halinde bulunurlar.Fakat çoğu elementlerin birden çok izotopu vardır.Örnek olarak kalayın 10 doğal izotopu vardır.

Kütle spektrometresi bir elementte kaç izotop bulunduğunu , her izotopun tam olarak kütlesini ve bağıl miktarını saptamak için kullanılır.Buharlaştırılmış madde , elektronlarla bombardıman edilerek artı yüklü iyonlar oluşturulur.Bu iyonlar eksi yüklü bir levhaya doğru çekilerek bu levha üzerinde bulunan dar bir aralıktan hızla geçirilirler.

İyot demeti bundan sonra magnetik bir alan içinden geçirilir.yüklü tanecikler magnetik bir alan içinde dairesel bir yörünge izlerler.Taneciğin yükü arttıkça doğrusal yörüngesinden sapma da artar.Bu nedenle , magnetik bir alanda artı yüklü bir iyonun izlediği dairesel yörüngenin yarıçapı o iyonun e/m değerine bağlıdır.

Değişik e/m değerine sahip iyonların bu son aralıktan geçmesi ise magnetik alan şiddeti veya iyonları hızlandırmak için kullanılan voltaj ayarlanarak sağlanır.Böylece aygıttaki farklı
iyon türlerinden her biri bu aralıktan ayrı ayrı geçirilirler.Detektör her farklı iyon demetinin şiddetini ölçer ; bu iyon şiddeti örnekte bulunan izotopların bağıl miktarına bağlıdır.

Atom Numarası ve Periyotlar yasası

19.yüzyılın başlarında kimyacılar elementler arasında bulunan fiziksel ve kimyasal benzerliklerle ilgilendiler.1817 ve 1829 da Johann W. Döbereiner “triad” lar adını verdiği element serileri (Ca,Sr,Ba;Li,Na,K;Cl,Br,I;S,Se,Te) hakkındaki incelemelerini yayınladı burada her seriyi oluşturan elementler birbirine benzeyen özeliklere sahip olup serideki ikinci elementin atom ağırlığı yaklaşık diğer iki elementin atom ağırlıklarının ortalamasına eşittir.

Bunu izleyen yıllarda birçok kimyacı elementleri benzeyen özellikleri açısından sınıflandırmayı denedi.1863-66 yıllarında John A. R. Newlands “oktavlar yasası” nı önerip geliştirdi.Newlands a göre elementler atom ağırlıklarının artış sırasına göre dizildiklerinde sekizinci element birinciye , dokuzuncu element ikinciye benziyor ve bu durum böylece devam ediyordu.Newlands bu ilişkiyi müzik notalarındaki oktavlara benzetti.Fakat gerçek ilişki Newlands’ın varsaydığı kadar basit değildi.Newlands ın çalışmaları dayanaksız bulunmuş ve diğer kimyacılar tarafından ciddiye alınmamıştır.

Elementlerin modern periyodik sınıflandırılması Julius Lothar Meyer ve özellikle Dimitri Mendeleev ‘in çalışmalarına dayanır.Mendeleev periyodik bir yasa önerdi ; bu yasaya göre elementler atom ağırlığı artışına göre incelendiğinde , özelliklerindeki benzerlikler periyodik olarak tekrarlanır.Mendeleev in çizelgesinde benzer elementler grup adı verilen dikey sütunlarda toplanır.

Ayrıca Mendeleev in çizelgesinde henüz bulunmamış elementler için boş yerler bıraktı ve çizelgede olmayan elementlerden üç tanesinin özelliklerini önceden belirtti.Hemen sonra Mendeleev in öngördüğü özelliklerin çoğuna sahip oldukları belirlenen Skandiyum,galyum ve germanyum elementlerinin bulunması periyodik sistemin doğru olduğunu gösterdi.Asal gazların varlığı Mendeleev tarafından öngörülmediği halde bu elementler 1892-98 yılları arasında bulunduktan sonra periyodik çizelgedeki yerlerine oldukça iyi bir şekilde uydular.

Periyodik çizelgedeki plana göre K,Ni ve I elementlerinin atom ağırlığının artışına göre belirlenmiş dizilişinin dışında yer almamaları gerekliydi.Örneği iyot atom ağırlığına göre 52 numaralı element olmalıydı.Fakat kimyasal açıdan benzediği F,Cl ve Br elementleri ile aynı gurupta olabilmesi için iyot keyfi olarak 53 numaralı element oldu.Periyodik sınıflandırmanın daha ayrıntılı olarak incelenmesi ile bir çok araştırıcı periyodik özelliğin,atom ağırlığından çok , başka bir temel bağlı olduğuna inandı.Bu temel özelliğinde o zamanlar periyodik sistemden çıkarılan ve sadece bir seri numarası olan atom numarası ile ilişkisi olduğunu öğrendi.

1913-14 yıllarında Henry G. J. Moseley in çalışmaları bu problemleri çözdü.Yüksek enerjili katot ışınları bir hedefe odaklandığında X-ışınları oluşur.Bu X-ışınları çeşitli dalga boylarındaki bileşenlere ayrılabilir ve bu şekilde elde edilen çizgi spektrumları da fotografik olarak kaydedilebilir.Hedef olarak değişik elementler kullanıldığında değişik X-ışınları spektrumları elde edilir ve her spektrum sadece birkaç karakteristik spektral çizgi içeren X-ışınları spektrumu vardır.

Moseley atom numaraları 13 ile 79 arasında olan 38 elementin X-ışınları spektrumunu inceledi.Her elemen için o elemente karşılık gelen karakteristik spektrum çizgisini kullanan Moseley , elementin atom numarası ile çizgi frekansının kare kökü arasında doğrusal bir ilişki olduğunu buldu.Başka bir değişle elementler atom numarası artışına göre dizildiğinde spektrum çizgisi frekansının karekökü bir elementten diğerine gittikçe sabit bir miktarda artar.

Bundan dolayı Moseley X-ışınları spektrumuna dayanarak elementlerin doğru atom numaralarını tahmin edebildi.Böylece atom ağırlıkları komşu atomlarınkine uygun düşmeyen K,Ni ve I un sınıflandırılması problemi de çözümlenmiş oldu.Diğer taraftan Moseley Ce den Lu e kadar olan seride 14 element bulunması ve bu elementlerin ve bu elementlerin periyodik çizelgede Lantan’dan sonra gelmeleri gerektiğini bildirdi.Moseley’in diagramları ayrıca 79 numaralı elementten önce henüz o zamana kadar bulunmamış 4 elementin var olması gerektiğini de gösterdi.Nihayet Moseley’in çalışmalarına dayanarak periyodik yasa “Elementlerin fiziksel ve kimyasal özellikleri atom numarasının periyodik fonksiyonudur” şeklinde tekrar tanımlandı.

Moseley in atom numaraları ile Rutherford un tanecikleri saçılma deneyinden hesapladığı çekirdek yükleri oldukça iyi bir uyum içindeydi.buna dayanarak Moseley atom numarasının atom çekirdeğinde bulunan artı birimlerin sayısı olduğunu önerdi.

Moseley ayrıca, atomda bir elementten diğerine gidildikçe artan temel bir nicelik bulunduğunu ifade ederek bu niceliğin ancak merkezdeki artı yüklü çekirdeğin yüklü olabileceğini belirtti.

X-ışınları , görünür ışıktan çok daha kısa dalga boylarına ve dolayısıyla daha yüksek frekans ve enerjilere sahip elektro magnetik ışınlardır.Bir elementin x-ışınları spektrumunun olmasına hedef element atomlarında meydana gelen elektron geçişlerinin sebep olduğuna inanılmaktadır.X-ışınlar tüpüne katot ışınları , hedefteki atomların iç kabuklarından elektronlar koparırlar.Dış kabuktaki elektronlar iç kabuklarda oluşan bu boşlukları doldurdukları zaman x-ışınları yayınlanır.Bir atomda elektronun , yüksek bir enerji düzeyinden K düzeyine geçmesi sonucu oldukça bir büyük bir miktarda enerji açığa çıktığından , elde edilen radyasyonun frekansı yüksektir.Buna karşı gelen dalga boyu da x-ışınlarına özgü olup kısadır.

Bir elektron geçişi sırasında açığa çıkan radyasyonun frekansı ayrıca atom çekirdeğindeki yüke bağlıdır.Açığa çıkan bu enerjinin miktarı çekirdek yükünün karesi ile doğru orantılıdır.Çekirdeğin yükü arttıkça açığa çıkan enerji artar ve yayınlanan radyasyonun dalga boyu kısalır.Moseley in gözlemleri de bu ilişkiyi yansıtmaktadır.

FETRET DEVRİ

FETRET DEVRİ
Osmanli tarihinde, kardeşlerin saltanat mücadelisi verdikleri ve 1413 yılına kadar devam eden karısıklıklar dönemi diyebilecegimiz "Fetret Devri", Timur'un uyguladıgı bir siyasetin sonucu olarak ortaya çıkmıstır.
Yildirim Bâyezıd, Ankara Savası'nda Timur'a esir düstügü zaman en büyükleri Süleyman olmak üzere Isa, Mehmed, Musa, Mustafa ve Kasım adlarinda altı erkek çocuga sahipti. Bunlardan besi babaları ile birlikte Ankara Savasi'na katilmişlardı. Kasm ise çok küçük oldugundan Bursa'da kalmisti.
Süleyman Çelebi, muharebenin kayb edildigini görünce babasinin emri üzerine Vezir-i Azam Çandarlizâde Ali Pasa, Murad Pasa, Yeniçeri agasi Hasan Aga ve Subasi Eyne Bey ile birlikte yanindaki kuvvetlerle Bursa'ya gelmis, buradan da küçük sehzade Kasim'i alarak büyük zorluklarla Rumeli'ye geçebilmisti. Isa Çelebi, muharebe meydanini terk ettikten sonra Balikesir taraflarinda saklanmis, Mehmet Çelebi Amasya'ya çekilmis, Musa ve Mustafa ise babalari ile birlikte esir düsmüslerdi.
Asil gayesi, güçlü bir Osmanli Devleti yerine, kendisine bagli ve onun yüksek hâkimiyetini taniyan parçalanmis birkaç Osmanli Beyligi meydana getirmek olan Timur, baslangiçta bu gayesine ulasmis görünmekteydi. Ayrica o, Yildirim Bâyezid tarafindan kurulmaya çalisilan Anadolu birligini de parçalamak istiyordu. Bu sebeple Anadolu beylerine ait yerleri Osmanlilardan atip tekrar eski sahiplerine verdi. Geriye kalan Osmanli ülkesini de Bâyezid'in dört oglu arasinda paylastirmisti Edirne'de bulunan Emir Süleyman'a Rumeli'deki yerleri verip kendisine tabi oldugunu ifade eden hükümdarlik alâmeti olarak kemer, külah ve hil'at göndermistir. Diger sehzadelerden Isa Çelebi Balikesir ve Bursa'da, Mehmed Çelebi Amasya'da, Musa Çelebi ise Isa'yi Bursa'dan çekilmeye mecbur ederek Bursa'da Timur'un al damgasiyla hükümdar olmuslardi.
Ankara Savaı'ndan sonra Anadolu'da sekiz ay kadar kalan Timur, uyguladigi siyasetin meyvelerini verdigini gördükten sonra Doguya dönüp Çin seferine çikarken arkasinda biraktigi Anadolu'nun politik yapisi Sultan I. Murad'in hükümdarligi sonundaki durumu andiriyordu. Timur, Bâyezid'in ele geçirdigi topraklari geri almisti. Böylece Sultan Murad'in Ankara'dan Akdeniz'e açtigi Osmanli koridoru kapanmis oluyordu.
Karamanoglu Mehmed Bey, Anadolu'nun üçte birini kaplayan ve içlerinde Hamidogullari ve Germiyanogullari'nin topraklarinin dogu bölgeleri ile Kayseri, Isparta, Antalya ve Alaiyye gibi kentler bulunan büyük bir devletin basina getirilmisti. Timur, Anadolu'da Osmanlilara karsi koyabilecek bir güç meydana getirmek için böyle yapmisti. Mehmet Bey, Osmanlilar da dahil olmak üzere bütün beyliklerin emiri olarak ilân edilmisti.
Timur'un, Anadolu'da uyguladigi bu parçalama politikasi sonucunda Osmanli ülkesi sehzadeler arasinda taksim edilmis, on bir sene süren ve tarihlerde Osmanli Devleti'nin parçalanmasindan dolayi "Saltanatta Ara" denilen ve kanli hadiselerle dolu bir devrin açilmasina, fetihlerin durmasina, Istanbul Imparatoru'nun türlü entrikalarla bu durumu körüklemesine sebep olmustu. Hatta bazi Avrupalilar, yeni bir Haçli Seferi düzenledikleri takdirde Osmanlilar'i Avrupa'dan atabileceklerini düsünür olmuslardi.
Ankara Savasi ve bunun sonucunda bir daha kalkinamamasi plâni ile Osmanli Devleti'nin parçalanmasi bu devlet için mühim ve büyük bir darbe olmakla birlikte çeyrek asirda kendisini sür'atle toplamaya muvaffak olmasi bu devletin teskilât ve müesseselerinin saglamligini göstermektedir. Buna karsilik Hindistan, Iran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Ege Denizine kadar genis topraklar üzerinde fetihlerde bulunmus olan Timur'un, ölümünden kisa bir müddet sonra devletinin ortadan kalkmasi, onun sadece tedhise dayali bir devlet kurdugunu göstermektedir.
ŞEHZADELERİN HAKİMİYET MÜCADELESİ
Ankara bozgunu, yüz sene zarfinda Anadolu'nun hemen hemen tamamina yakin bir kismi ile Rumeli'nin Tuna boylarina kadar en mühim yerlerini zapt eden Osmanli Devleti için büyük bir felaket olmustu. Ankara hezimeti ile bassiz duruma düsen Osmanli Devleti'nin Rumeli'deki topraklari Hiristiyan devletlerle çevrili olmasina ragmen bu devletin yikilip ortadan kalkmayisi, onun ne kadar saglam temeller ve müesseseler üzerine kuruldugunu göstermektedir. Böyle tehlikeli bir dönemde Balkanlar'da, Osmanli Devleti'ne karsi ayrilma veya isyan etme seklinde bir hareketin görülmemesi, Osmanlilarin, buralarda yasayan Hiristiyan halka gösterdikleri âdilâne muameleden kaynaklanmaktadir. Müslüman Türkler, Balkanlar'daki Ortodoks halki, Katoliklerin baskisindan kurtarmak, onlarin dinî inançlarina kimseyi karistirmamakla din ve vicdan hürriyetine sayginin en güzel örneklerini vermislerdi. Gerçekten de hiç bir devletin idare tarzi, Osmanlilarin idaresi kadar iyi olamazdi. Balkan halklari bu gerçegi çok aci tecrübeler sonunda anlamislardi.
Öyle anlasiliyor ki, Osmanli sehzadeleri arasindaki çekisme, Timur henüz sahnede iken ortaya çikmisti. Bu da Bursa'yi elde etme yüzünden olmustu. Nitekim Mehmet Çelebi, ailesinin Bursa'daki topraklarini istemeye kalkismis, fakat Timur'un Musa Çelebi'yi tutmasi yüzünden bundan vaz geçmisti. Babasi Yildirim Bâyezid ile birlikte Timur'a esir düsen ve onun yaninda bulunan Musa Çelebi, Timur'un destek ve yakinligini kazanarak, Bursa ve Karesi bölgesine hâkim olan kardesi Isa Çelebi ile çatismaya girer. Bu mücadeleden basarili çikan Musa Çelebi, Bursa'ya hâkim olur. Fakat, Timur'un Anadolu'yu terk etmesinden sonra kuvvetlenen Isa Çelebi, eski payitaht olan Bursa'yi tekrar ele geçirir. Maglup olan Musa Çelebi ise Kütahya'daki dayisi Germiyanoglu'nun yaninda kalmaya mecbur olur. Muhtemelen oradan da Karamanoglu'nun yanina gitmisti.
Amasya'da bulunan sehzade Mehmed, Amasya, Canik, Tokat, Niksar ve Sivas taraflarinda bulunan yerli beylerden Kara Devletsah Kubadoglu, Gözleroglu, Köpekoglu, Kadi Burhaneddin Ahmed'in damadi Mezid Bey'le miicadele edip o havaliyi tamamen kendi nüfuz ve hükmü altina almisti. Subasi Eyne Bey'in tavsiyesi ile Bursa taraflarinda bulunan biraderi Isa Çelebi'ye müracaatla Anadolu'yu aralarinda taksim etme teklifinde bulundu ise de Isa Çelebi'nin kendisinin büyük kardes oldugunu söyleyip teklifi red etmesi üzerine Ulubat'ta baslayan muharebede (1404) Isa Çelebi, maglub olarak önce Yalova'ya, oradan da Istanbul'a gitti. Edirne'de bulunan Emir Süleyman'in, Imparator'dan Isa'yi istemesi üzerine, antlasma geregi olarak Isa Edirne'ye gönderildi.
Ulubat savasinda, Yildirim Bâyezid'in meshur komutanlarindan olup Mehmed Çelebi'nin maiyetine giren Subasi Eyne Bey ile Isa Çelebi'nin yaninda yer alan Sari Timurtas Pasa maktul düsmüslerdi. Savasi müteakip Bursa'ya giren Mehmed Çelebi, hükümdarligim ilân etmesine ragmen, bir ihtiyat tedbiri olarak Timur'un adinin da bulundugu para bastirarak zekice bir siyaset takip etmistir. "Sikke-i müstereke" adi ile anilan bu paranin Bursa'da hicrî 806 tarihinde basildigi anlasilmaktadir. Mehmet Çelebi, daha sonra Germiyanoglu Yakub Bey'in yaninda bulunan babasinin cesedini getirterek camiinin yanina gömdürmüstür.
Anadolu'daki bu mücadeleler devam ederken, en büyük sehzade olan Süleyman Çelebi (Emir Süleyman), Edirne'de Hiristiyan unsurlarin destegiyle güvenlik içindeydi. Bu esnada Sirbistan'da Lazar'in yerine geçen oglu Stefan (Istefan) hüküm sürüyordu. Georg Brankoviç de güney Sirbistan'da gücünü yaymaya çalisiyordu. Emir Süleyman, bu iki Sirp prensin çatismalarindan istifade etmeyi basardi. O, babasinin Anadolu topraklarini ele geçirmek ve kardeslerini ortadan kaldirarak Osmanli Devleti'ni yeniden eski durumuna getirmek istiyordu. Bu gayesini gerçeklestirebilmek için Selanik, Makedonya'nin bir bölümü, Mora, Trakya kiyilari, Marmara ve Karadeniz'de Istanbul'a en yakin kiyi kasabalari verilmek suretiyle Bizans'tan para ve askerî yardim saglandi. Bizans'in daha önce Osmanlilara ödemek zorunda oldugu vergi de kaldirildi. Böylece Emir Süleyman, kendi kardeslerine karsi yardim saglamak için agir bir bedel ödemis oluyordu. Kendisine en büyük rakip olarak Mehmed Çelebi'yi gören Emir Süleyman, kuvvetli bir ordunun basinda Isa Çelebi'yi Bursa üzerine gönderir. Mehmed Çelebi'ye bagli kalan Bursa'lilarin mukavemeti üzerine muvaffak olamayan Isa Çelebi, Bursa'yi atese verip yaktiktan sonra, Kastamonu'da bulunan Isfendiyar Bey'in yanina çekilir. Onunla ittifak halinde bulunan Aydinoglu Cüneyd, Saruhanoglu Hizirsah Bey ve Menteseoglu Ilyas Beylerle Mehmed Çelebi üzerine varip onunla savasmak istemisti. Fakat bu son tesebbüsünde de muvaffak olamayinca Karaman iline siginmak ister. Fakat bu arzusunu gerçeklestiremeden Eskisehir yakinlarinda yakalanarak öldürülür. Cesedi, Bursa'da Murad Hüdavendigâr türbesi yanina gömülür. Isa Çelebi'nin öldürülmesi üzerine onunla ittifak halinde bulunan ve yukarida adi geçen Ege beylikleri, Mehmed Çelebi'nin hükümdarligini tanimak zorunda kalirlar. Böylece Mehmed ve Süleyman Çelebiler, devletin Anadolu ve Avrupa bölümlerinin hükümdarlari oldular.
Bununla beraber Emir Süleyman, devletin tamamini istiyordu. Bu yüzden ordusu ile kardesinin üzerine varip önce Bursa, sonra da Ankara'yi zapt etmisti. Bu kayiplardan sonra Amasya'ya çekilmek zorunda kalan Mehmed Çelebi, mücadeleden vaz geçme niyetinde degildi. Nitekim 1406 yilinda Yenisehir ovasinda kardesi Emir Süleyman ile savasmis, fakat maglub olarak tekrar Amasya'ya çekilmis ise de onu Rumeli'ye dönmek zorunda birakmak için çareler aramaya baslamisti. Anadolu'da dört yil kadar kalan Emir Süleyman'in, Sivrihisar yüzünden Karamanlilar'la arasinin açilmasini firsat bilen Mehmed Çelebi, yeni bir taktik deneyerek Karaman'da bulunan kardesi Musa Çelebi'yi kendisine bagli kalmak sartiyla Rumeli'ne göndermeye karar verir. Bu maksatla Karamanlilar'la Kirsehir'in Malya ovasinda bulunan Cemale kalesinde bulusan Mehmed Çelebi, Candaroglu Isfendiyar Bey ve Eflak voyvodasi Mirçe ile de müzakerelerde bulunmustu. Onlarin da muvafakati üzerine Candar iline gelen Musa Çelebi, Temmuz 1409'da Sinop'tan gemilerle Eflâk'a geçer. Gerçi Emir Süleyman'in giiçlenip kendi bagimsizligini tehdid etmesinden korkan Eflâk'in ve Sirp krali Stefan'in da destekleri saglanmisti. Musa Çelebi, Eflâk'ta prensin kizi ile evlendi. Böylece Türkler, Ulahlar, Sirplar ve Bulgarlar'dan olusan bir ordu toplamayi basaran Musa Çelebi, Edirne üzerine yürür.
Musa Çelebi, Istanbul'a kaçmak üzere yola çikan Emir Süleyman'in yakalanip öldürülmesi ve bütün timarli sipahiler gibi sancak beylerinin de kendisine bagliliklarini bildirmeleri üzerine Rumeli'deki Osmanli eyaletlerinin yegane hâkimi olarak Edirne'de tahta geçer. Böylece Emir Süleyman'in devleti, daha yetenekli ve enerjik Musa Çelebi'ye kalmisti. Gerçekten, cesur, gözü pek, faal bir kimse olan Musa Çelebi, Çelebi Mehmed'e olan bagliligini red ve inkâr ederek hükümranligini ilân eder. Subat 1411 yilinda gerçeklesen hükümdarlik ilânindan sonra adina para bastiran Musa Çelebi, gerçek bir hükümdar gibi davranmaya baslar. Saray protokol ve merasimlerinde eski Osmanli saray geleneklerini kurmaya yeniden tesis etmeye çalisir.
Musa Çelebi, Emir Süleyman'a yardim eden Sirp despotu Stephan Lazaroviç üzerine yürüyerek önemli bir maden sehri olan Novo Brodo'yu zapt eder. Pravati ve köprü kalelerini de ele geçirmek suretiyle, karisiklik döneminde Osmanlilar'in Balkanlar'da kayb ettikleri topraklan geri alir. Bu esnada Emir Süleyman'in Rumeli'ye geçisi esnasinda Bizans'a biraktigi yerlerin çogunu geri alan Musa Çelebi, böylece Bizans'i da cezalandirmaya çalisiyordu. Istanbul'u karadan ve denizden kusatma altina alan Musa Çelebi, 1411 yilinda Silivri'ye gelmis ve Istanbul'u açlikla teslime zorlamak istemisti. Çagdas kaynaklarin ifadesine göre Musa Çelebi'nin tutumundan çekinen Manuel, Venedikliler'in de yardim etmemeleri üzerine sehri teslim etmeye karar verir. Ancak daha önce Musa Çelebi tarafindan Bizans'a gönderilen ve bilahare Manuel ile is birligi yapan Candaroglu Ibrahim Pasa'nin tavsiyesi ile hareket eden Manuel, Çelebi Mehmed'i Rumeli'ye geçirmek suretiyle Istanbul kusatmasini kaldirmak tesebbüsünde bulunur. Nitekim, Gebze kadisi Fazlullah'i Manuel'e göndererek onunla anlasan Çelebi Mehmed, önce Istanbul'a gelmis, 1412 senesinin Ekim ayinda da Çatalca yakininda bulunan Incegiz'de Musa Çelebi ile savasa girmistir.
Kardesler arasindaki mücadele esnasinda sik sik taraf degistirmekle dikkat çeken bir sahsiyet vardir. Aydinoglu Cüneyd Bey adini tasiyan bu zat, Aydin ilindeki mevkiini saglamlastirmak için bir dizi faaliyetlerde bulunmustu. Fakat sonunda Çelebi Mehmet duruma hâkim olup eski birligi saglayinca onu Nigbolu muhafizligina getirmek zorunda kalmistir. Bununla beraber ona güvenemeyen Çeîebi Mehmet, onu bölgesinden alip uzaklastirmak ihtiyacini duymustu.
Baslangiçta gayet halim selim görünen Musa Çelebi'nin, sonralari sert bir tavir takinarak gerek beylerinin gerekse askerlerinin kendisine olan bagliligini kayb etmesi, yenilmesinde büyük bir rol oynamistir. O, Sofya'nin güneyinde bulunan Samakov kasabasi civarindaki Çamurlu sahrasindaki savasta ordusunun maglub olmasi üzerine yarali olarak Eflâk'a dogru kaçmak isterken yakalanip 10 Temmuz 1413'te öldürülür. Musa Çelebi'nin ölüm haberi, büyük bir üzüntüye sebep olmustu. Nasinin Bursa'ya gelmesi üzerine sehri muhasara eden Karamanoglu Mehmed Bey, sür'atle geri çekilmek zorunda kaldi.
Musa Çelebi'nin vefati üzerine Osmanli hanedaninin bölünmesi sona ermis oluyordu. Çelebi Sultan Mehmed, babasinin topraklarini yeniden toparlamaya gayret ediyordu. Onbir yil süren bu karisiklik döneminden sonra Osmanli Devleti, Güneydogu Avrupa'daki bütün stratejik noktalari, Edirne, Sofya ve Üsküp'ü; Dogu Balkanlar'da da eski sehir ve yerlesim bölgelerini tekrar elde etmis oldu. Bunun sadece bir istisnasi vardi o da Çelebi Sultan Mehmed'e yardim karsiliginda Sirbistan'a birakilmis olan Nis'ti.
Kaynak: Osmanli tarihi

KAYNAK SULARI ve SUYUN ÖNEMİ

KAYNAK SULARI YERYÜZÜNE ÇIKTIGIN DA NEDEN BERRAK OLUR
Hava, su, ısı, ışık ve besin maddeleri canlıların yaşaması için gerekli temel unsurlardır. Bu unsurların başında oksijen ve su gelmektedir. Canlı organizmayı oluşturan hücrelerin yaşam faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için suya gereksinimleri vardır. Su yaşam için en zorunlu maddelerden birisidir. Susuzluğa dayanmak oldukça zordur. İnsan gıda almadan yalnız su içerek yaklaşık 5 hafta hayatını sürdürebildiği, halde susuzluğa ancak 7-12 gün dayanır. Henüz hayatın başlangıcında olan üç aylık bir fötusun %95'i sudur. İnsan organizmasının %62-67'si, hayvan organizmasının %60- 70'i sudan ibarettir. İnsan organizmasındaki suyun 2/3'ü hücre içerisinde, geriye kalan kısmı ise dokular arası sıvıda ve kanda bulunur. Kimyasal formülü H2O'dur, ağırlıkça %11,1 Hidrojen ve %88,9 Oksijenden meydana gelir. Su molekülünde iki hidrojen atomunun aynı tarafta bulunması pozitif yüklü olmasına neden olur, oksijen atomu da negatif yüklüdür. Periyodik cetvelde oksijene benzer diğer maddelerin dihidrürlerinden farklıdır. Atmosferik basınç ve oda sıcaklığında (25°C) daha ağır moleküller (H2S, H2Se ) gaz halindeyken, H2O sıvı halde bulunur. 100°C'ye çıkarıldığında gazlaşır. Su daha yoğundur, dielektrik sabiti ve yüzey gerilimi yüksektir. Donma noktası ise düşük olup, donduğunda daha az yoğun haldedir. Saf su renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdır, 0°C'de donarak katı faza geçer .
Su hijyeni, yalnız içme için kullanılan suyun nitelikleri ile meşgul olmaz. Aynı zamanda yıkama , mutfak ve ev işlerinde kullanılacak suların niteliklerinin tespiti, su kirlenmesinin önlenmesi ve suların dezenfeksiyonu işleri ile de ilgilidir. Toplumun içme ve kullanma (Yemek yapma, temizlik ve benzeri) gereksinimleri için kullandığı şehir şebekeleri, kuyu, çeşme ve gene aynı amaçlarla kullanmak üzere teknik metotlarla tasfiye edilmiş dere,nehir ve göl suları içilebilir su olarak tanımlanır. İçme ve çeşitli maksatlarla kullanılan ve insan sağlığı ile çok yakından ilişkisi olan ve kısaca içme, kullanma suyu adı verilen suyun hepsi "ALİMENTASYON SUYU" olarak adlandırılır. Bu suyun miktarı kent ve köylerin nüfusuna, bağlı olarak günde insan başına en az 150 litre olarak hesap edilir.

Su gereksinimi      

İnsan organizmasının %60-70'i sudur. Bu suyun 2/3'ü hücreler içerisinde geriye kalan kısmı dokular arası sıvıda ve kanda bulunur. Proteinlerden zengin gıdaların bol olarak yenilmesi halinde de proteinlerin parçalanma ürünü olan üre idrarla atıldığından idrar miktarı çoğalmakta ve bu yoldan su kaybı artınca, suya duyulan gereksinim de yükselmektedir. İnsan fizyolojik gereksinimi olan suyu her gün muntazam olarak karşılamak zorundadır. Bunun yaklaşık %50'sini içeceklerden, %35'ini yiyeceklerden ve %15'ini de oksidasyon suyu olarak vücuttaki gıdaların yakılmasından sağlar.
Genellikle su gereksinimi günlük 2500-3000 kaloriye karşılık her bir kalori için 1 lt hesabı ile 2. 5-3 litre olarak hesaplanır. Yaşama payı  su gereksinimi için daha yaklaşık bir değer elde etmek için aşağıda verilen yüzölçümü ve kalori gereksinimi formülü kullanılır. Bunun için önce atılan en az su miktarını bilmek gerekir.

Erişkin bir insanın günlük minimum su kaybı
Kaynak
Su ml
İdrar
400 Y
Dışkı
 30 Y
Bazal ekstra renal
250 Y
Egzersiz
1,73 x 0.4 P



Su gereksinimi , ml = (400 +30 + 250)Y + 1,73 x 0,4 P
Y= Vücut yüzölçümü m²           
P = Bazal enerji gereksiniminden fazla alınan enerji
Yüzölçümü m²  = 0,12 A(.66)   
Enerji = 70 A(.75)
70 kilogram ağırlığında bir insan günde 3000 K. kal metabolik enerji tüketiyorsa günlük su gereksinimi:
                        Su gereksinimi , ml = (400 +30 + 250) 0,12x70 (.66) + 1,73 x 0,40 (3000-70x70(.75) )
                               = 1346 +904  =2250 ml               
Proteinlerden zengin gıdaların bol olarak yenilmesi halinde de proteinlerin parçalanma ürünü olan üre idrarla atıldığından idrar miktarı çoğalmakta ve bu yoldan su kaybı artınca , suya duyulan gereksinim de yükselmektedir. İnsan fizyolojik gereksinimi olan suyu her gün muntazam olarak karşılamak zorundadır. Bunun yaklaşık %50'sini içeceklerden, %35'ini yiyeceklerden ve %15'ini de oksidasyon suyu olarak vücuttaki gıdaların yakılmasından sağlar.
Tablo .Günlük sıvı gereksinimi

Yaş
Ağırlık(kg)
Total sıvı (ml)
ml/kg/24 saat
 3 gün
3.0
250- 300
80-100
3 gün
5.4
750- 850
140-160
1 yaş
9.5
1150-1300
120-135
 2 yaş
11.8
1350-1500
115-125
 4 yaş
16.2
1600-1800
100-110
 6 yaş
20.0
1800-2000
90-100
10 yaş
28.7
2000-2500
70- 50
14 yaş
45.0
2200-2700
50- 60

Suyun organizmadaki fonksiyonları

              a) Yapı maddesi :
                        Kasların bileşiminde     %75-80
                        Kemik dokusunda          %25
                        Yağ dokusunda             %20
                        Dişin dentin dokusunda %10 oranında kullanmaktadır.
              b) Eritici : Su organizmanın ihtiyacı olan maddeleri eriterek doku ve hücrelere taşımaktadır. Dolayısı ile metabolizma artıkları da su ile taşınmaktadır. Ayrıca gıdaların sindirim sistemindeki seyri, yumuşatılması, emilmesi ve kan dolaşımı ile taşınması su ile olmaktadır.
              c) Isı düzenleyicisi: Isının vücuttan atılması ve vücut ısısının ayarlanması su ile sağlanır. Örneğin futbolcular bir maç süresinde 4-5 litre su kaybetmektedir.         
              d) Kayganlık verici (Lubrikant) madde olarak : Su özellikle vücudun oynak yerlerinde ve iç organlarda yeterli kayganlığı sağlayarak sürtünme ve aşınmaları önlemektedir.  

Organizmanın su kaynakları

Organizmanın gereksinimi olan su başlıca 3 kaynaktan gelir. Bunlardan birincisi ve en önemlisi içme suyudur. İkinci kaynak diyeti oluşturan besin maddelerinin bileşimindeki sudur. Bu iki kaynak dışında üçüncü kaynak ise organizmada hidrojen kapsayan besin maddelerinin metabolizması sırasında bunların oksidasyonu ile meydana gelen metabolik sudur. Bu oksidasyonda yaklaşık olarak, rasyonun metabolik enerjisinin her 100 Kkal'si için 10-14 gram su oluşur. Besin maddesinin oksidasyonu ile oluşan metabolik su miktarının nasıl saptandığını bir monosakkaritten oluşan metabolik suyu örnek vererek açıklayalım:
              C6H12O6 Ž6CO2 + 6H2O
Monosakkaritin molekül ağırlığı 180 ve 6 molekül suyun ise 6 x18 =108 gram olduğuna göre; 100 gram karbonhidrattan 108 x100 / 180 = 60 gram metabolik su oluşur.
Hidrojen içeren ve oksidasyona uğrayan üç besin öğesinden (karbonhidrat, protein ve yağ) oluşabilecek metabolik su miktarları tabloda gösterilmiştir.
Tablo . Besin öğelerinin içerdiği metabolik su miktarları

Besin öğesi
Metabolik
 su/gr.
Besin Mad. Enerjisi
ME Kkal/100 gr.
100 Kkal ME
karşılığı su, gr.
Karbonhidrat
60
400
15,0
Protein   
42
460
10,5
Yağ        
100
900
11,1

Tablo . Su kaybının insan organizmasına etkileri

Su kaybı
% 1-1,5                                        % 6-7                                    % 11-12
Susuzluk
Baş ağrısı
Kramplar
Harekette düzensizlik
Soluk almada güçlük
Yutkunma zorluğu, dilin şişmesi
İştahsızlık
Kan volümünün değişmesi
Görme ve duyma zorluğu
Rektal ısıda artma, deri kızarması
Konuşma zorluğu
Ateş
Sabırsızlık, yorgunluk
Hatırlamada güçlük
Duyarlılıkta azalma
Kalp atımında artma
Kan yoğunluğunda artma
Yaşamın sonlanması


Susuzluğun derecesine göre organizmada çeşitli olaylar şekillenir. Kandaki su normalin %3' ünden daha fazla eksilirse böbrekler metabolizma artıklarını geçiremeyecek hale gelir. İnsan organizmasında 2 litre su çıkması halsizlik, 3 litre su kaybı belirgin bir düşkünlük nedeni ve 4 litre su kaybı tehlikenin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Organizmadaki suyun % 11-12'sinin kaybı ise ölüme neden olmaktadır. Susuzluktan ölüm, kan yoğunluğunun fazlalaşması (Kanda 3-4 litre kadar su vardır) nedeniyle ince damarlarda dolaşımın durması sonucu asfeksiyle şekillenir. Hayvansal organizma, bileşimindeki glikoz ve yağın tamamını, proteinin %50'sini kaybetmesine rağmen yaşamaya devam ettiği halde suyun %20'sini kaybettiğinde ölmektedir.

Suyun organizmadan atılması

              Metabolik olaylar sonucu oluşan artıklar insan organizmadan değişik yollarla atılmaktadır.
              a. İdrar ile: Alınan suyun % 60'ı idrar ile atılmaktadır. Su idrarla bu yolla atılan atık maddeler için eritici olarak görev yapmaktadır. Yetişkin bir insan günde 1000-1500 ml suyu bu yolla kaybeder.
              b. Dışkı ile: Bu yolla, alınan suyun % 5'i atılmaktadır.
              c. Deri ile: Organizmadaki suyun % 20'si buharlaşma ve terleme ile atılmaktadır. Ter vücut sıvılarına oranla hipotoniktir. Terin iyonik bileşimi şahıstan şahısa değiştiği gibi terlemenin azlığına çokluğuna şahsın aklimatize olup olmadığına göre değişir. Terin miktarı da etkilidir. Terle birlikte vücuttan; su, sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi minarellerde kaybolmaktadır. Dayanıklılık çalışmalarında, uzun süren egzersizlerde ve sıcak iklimlerde mineral kaybı artmaktadır.örn: bir futbol maçında terleme ile ortalama 1-4lt. su / her litre için tuz kaybı 1,5 g Maraton-kayak kros, bisiklet v.b. sodyumla beraber potasyum- mg kaybı da olmaktadır.
              d. Akciğerler ile: Her gün buhar şeklinde 400-500 ml su organizmadan dışarıya atılmaktadır.
Sonuçta bütün bu yollarla insan Her gün yaklaşık 2. 5-3 litre suyu dışarı atmaktadır. Atılan bu su tekrar vücuda alınmaz ise ilk düzensizlik susuzluk hissi ile ortaya çıkacak olan tükürük sekresyonunun durmasına ve farenks mukozalarının kurumasına neden olan ozmatik kan basıncını artması olacaktır.

Su kaynakları    

Su ile sağlığın ilişkisi çok sıkıdır. Bu nedenle hijyenik niteliklere sahip temiz bir su hakkında yargıda bulunabilmek ve gerekli nitelikleri iyice değerlendirebilmek için suyun kaynağının önceden iyi tanınması gerekir. Doğada daima bir devir halinde bulunan su , denizlerden, göllerden ve benzeri yüzeylerden güneş ısısı ile buharlaşarak havaya karışır. Daha sonra değişik meteorolojik şekillerde tekrar toprağa düşer buna hidrolojik devir denir. Dünyamızdaki suyun ise %97'si denizlerde, %2'si kutuplarda donmuş halde, %1'i de karada yani toprak parçasında bulunmaktadır. Yer yüzündeki bu su zaman zaman buharlaşarak atmosferdeki soğuk tabakalara ulaşır ve yere yağmur veya kar halinde tekrar düşer. Toprak yüzeyine yağmur, kar, dolu şeklinde düşen su damlacıkları:
              *tekrar buharlaşma ile atmosfere döner,
              *bitkiler tarafından beslenme için alıkonulur.
              *diğer önemli bir kısmı da yeryüzünün o bölgesindeki jeolojik oluşuma göre yer altı ve yerüstü sularını oluşturur. Su kaynakları 3 ana başlık altında incelenebilir.

I.Meteor suları

Bu sular yağmur ve kar sularıdır. Erimiş maddeleri çok az bulundururlar. Doğa sularının en temizleridir. Fakat geçtikleri hava tabakalarından oksijen ve azot gazlarını,havaya karışmış olan karbondioksit, azot oksit, amonyak vb. gazları,havada bulunabilen radyoaktif serpintileri, endüstri dumanlarını beraberce sürüklediklerinden daha havada iken hijyen bakımından içilemez haldedirler. Fırtınalı havalarda havanın azotuyla, hidrojen ve oksijeni birbiriyle birleşerek amonyum nitrat oluşturur. Kükürt dioksit de yağmur suyunda erimesi sonucu sanayii bölgelerinde asit yağmurlarına neden olabilir.
Meteorik sular hijyen bakımından elverişsiz iseler de endüstri bakımından tercih edilen sulardır. Buhar kazanlarında daha az taş oluşumuna neden olurlar. Yapılarında bulundurdukları fazla karbondioksitin boruları aşındırması kötü yanlarıdır. Bu sebeple agresif sulardan sayılırlar.     

II.Yeryüzü suları

              1.Akan sular: Bunlar mevsimlere göre yağmurlar,karlar ve yer altı sularıyla beslenen ve yeryüzünde daima hareket halinde bulunan sulardır. Hareketleri sırasında bir takım yabancı maddeleri fiziksel ve kimyasal olarak erimiş ve süspansiyon olarak yapılarına alırlar. Önemli miktarda organik maddeleri de beraberlerinde sürüklerler.
              2.Durgun sular
                        a.Doğada bulunan durgun sular:(deniz,göl,bataklık suları)
                        b.İnsanlar tarafından hazırlanan durgun sular (baraj,havuz,depo suları)

III. Yeraltı suları

  •               a.Kuyu ve artezyen suları
  •               b.Kaynak suları :Kendi kendine yeryüzüne çıkan sular
  •                         ı.Soğuk kaynak suları
  •                                    .İçme suları
  •                                    .Tıbbi sular: Maden suları
  •                         ıı.Sıcak kaynak suları
  •                                    .Hypothermal sular: 34°C'den az sıcak olan ılık sular
  •                                    .Homiothermal sular: 34-37°C'ler arasında (Vücut sıcaklığında
  •                                    .Hyperthermal sular:40°C'den yüksek sıcaklıktaki sulardır

Suyun insan sağlığı açısından önemi

              Suyun insan sağlığını olumsuz yönden etkilemesinin nedenlerini iki başlıkta toplanabilir.
A-Zararlı biyolojik etkenlerin bulunması
B-Endüstri artıklarından doğan kimyasal yada radyoaktif kirleticilerin bulunması.
Sularda bulunabilen ve insan sağlığı açısından zararlı biyolojik etkenler arasında patojen bakteriler, virüsler ve parazitler gelmektedir. Suların neden olduğu enfeksiyöz etkenler, hastalar ve portörler tarafından çevreye yayılmaktadır. Yörenin coğrafi konumu, alt yapı tesisleri, atık maddelerin gördüğü işlem,toplumun sosyo-ekonomik yapısı gibi birçok faktöre bağlı olarak, patojen bakteriler ve diğer mikroorganizmalar dışkı ve benzeri yollarla sulara ulaşır.  İçme suyu, oral-fekal enfeksiyon zincirinin en önemli halkasıdır. Suyla geçen enfeksiyonların önüne geçilmesi büyük ölçüde suyun bakteriyel kirliliğinin önlenmesi , suyun dezenfekte edilmesi ile olasıdır . Bilim adamları ve sağlık kuruluşları temiz su elde etmek için çalışmakta, su standartları geliştirmekte, içilebilir ve kullanılabilir özellikte olan sular için belirli kriterler ortaya koymaktadır. Türkiye ' de gıda tüzüğü ve su ile ilgili standartlarda suların içilebilirliğine koliform grubu bakterilerin varlığı/yokluğu esasına göre karar verilmektedir.

Suyun doğal mikroflorası 

Suda bulunan mikroorganizmaları üç grupta toplayabiliriz.
 a- Suda doğal olarak bulunan canlıların mikroorganizmaları :Spirillum, Vibrio, Pseudomanas, Achromobacter,  Chromobacter türleri ile Micrococcus ve Sarcina'nın bazı türleri. Bu bakterilerin optimum üreme ısları 25°C veya daha azdır.
 b- Toprakta yaşayan mikroorganizmalar : Toprağın yıkanması sonucu suya karışırlar. Bunlar; Bacillus , Streptomyces ve Enterobacteriacea'nın saprofit üyeleridir. Bunlarında optimum üreme ısıları 25°C veya daha azdır.
c- Normal olarak insan ve hayvanların bağırsaklarında bulunanlar : Başlıcaları; Esherichia coli , Streptococcus faecalis , Clostridium perfiringens ve muhtemelen bağırsak patojenleridir. ( Salmonella ve Vibrio comma gibi )  

Su ile bulaşan önemli mikroorganizmalar

Tehlikeli su epidemilerine neden olabilen Salmonellalar, Vibriolar, Shigellalar Anthrax, Burcellose, Ruam, ve diğer birçok patojen bakteriler ve virüsler portörlerin dışkıları ile sulara karışabilir. Su ile yayılan salgınlara su epidemileri denir. Başlıcaları kolera,tifo,dizanteri ve enfeksiyöz hepatitistir.
Salmonella: Genellikle mide krampları ve diyare ile birlikte akut gastroenteritidisi içerir.S.typhi'nin neden olduğu tifo en bilinen etkendir. S.typhi dışkı ve idrarla atılmaktadır. Suda yaşaması değişken olup düşük sıcaklık ve bol besin koşulları uygun bir ortam oluşturur.
Shigella: Basilli dizanteri olarak da adlandırılmaktadır. Etken dışkı ile atılmaktadır. Çoğunlukla akut diyareye neden olur. Shigelliasis sudan kaynaklanan salgınlara neden olmasına karşın tifo'dan daha az rastlanır.
Vibrio cholerae: Diyare, kusma, hızlı su kaybı, kan basıncının azalması, düşük vücut sıcaklığı ile karakterizedir. Hastalık hasta kişilerin dışkıları ile yayılır. Yüzeysel sularda bu bakterinin yaşama süresi 1 saatten 13 güne kadar değişmektedir. Kolera salgınları genelde şebeke sularının kirlenmesiyle ortaya çıkar.
Enteropatojenik E.Coli: Atık sularda bol miktarda bulunan bu bakterinin patojenik türü diyareye neden olmaktadır.
Leptospira: Leptospirosis'e neden olan bu bakteri kan dolaşımına derideki sıyrıklardan veya mukozadan girmekte börek,karaciğer ve merkezi sinir sistemini etkileyen akut enfeksiyonlara neden olmaktadır. Bu bakteri idrarla atılır. Suda yaşama süresi bir kaç günden 3 haftaya kadar değişir.
Tularemia: Tularemia'ya Francisella tularensis ,pasteurella tularensis adı verilen bakteriler neden olmaktadır. Leptospira'da olduğu gibi etken kan dolaşımına deri sıyrıkları ve mukozalar yoluyla girmekte; üşüme, ateş, lenf düğümlerinde şişme ve halsizlik gibi durumlarla ortaya çıkmaktadır. Hastalık; dışkı, idrar ve hasta hayvan ölülerinin su kaynaklarını kirletmesi sonucu yayılmaktadır. Bu mikroorganizmaların suda yaşama süreleri düşük sıcaklıklarda uzamaktadır.
Tüberküloz: Su ile tüberküloz yayılması pek yaygın değildir. Tüberküloz basilinin suda yaşama süresi birkaç hafta olabilmekte , düşük ısı yüksek organik besin derişimi elverişli koşullar oluşturmaktadır.

     Viral patojenler

Enfektif hepatitis:  Sarılık olarak bilinen bu hastalık genellikle su ile yayılmakta ve diğer kirlilik etkenleri ile bir arada bulunmaktadır.
Polimyelitis : Çocuk felcinin kirli sularla da yayıldığı bildirilmektedir. Temelde kişiden kişiye temasla bulaşmasına karşın kirli sularla da bulaşma bildirilmiştir.

Protozoal hastalıklar

Bazı protozoa türleri normal olarak insan da dahil olmak üzere sıcak kanlı hayvanların bağırsaklarında yaşamaktadırlar. Bu protozoa türlerinin büyük bir kısmı insanlar için tamamen zararsız olup sağlıklı ve hasta insanların dışkılarında sürekli olarak bulunurlar. Ancak bazı protozoa'lar patojendir.
              Entameoba histolika: Amebiosis'e neden olan bu protozoon dışkı ile kistler halinde atıldığından suda uzun süre kalabilir. Protozoa bağırsak çeperinde delik aşar ve bazı durumlarda bağırsakta çatlamaya neden olur.
          Naegleria gruberi: Amibin patojen cinsi olan N.gruberi menenjit'e neden olmaktadır. Patojen vücuda burundan girmekte, daha sonra beyine,omurilik sıvısına ve kan dolaşımına ulaşmaktadır. Semptomlar su ile temas edildikten 4-7 gün sonra görülmeye başlar. Ölüm genellikle semptomlar görüldükten 4-5 gün sonra şekillenir. Hastalık kirli sularda yüzme ile geçer.