7 Nisan 2012 Cumartesi

ORGANİK TARIM NEDİR?

ORGANİK TARIM NEDİR
Organik Tarım; üretimde kimyasal girdi kullanmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimidir. Organik tarımın amacı; toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden,  çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumaktır. Organik tarımın geçmişi 20.yüzyıla dayanmaktadır. Zira çevre bilinci ve ozon tabakasındaki incelme ve dünya geleceğinin tehlikeye girmesi gibi konular gündeme gelmiştir.
Önceleri çok çeşitli yöntemler ve teoriler geliştirilmiş, hatta bu yöntemlere astrolojik boyutlar katılarak ay ve yıldızların etkisini de üretime katan ekoller ortaya çıkmıştır. Tüm bu ekoller incelendiğinde görülen temel öğe; ekolojik dengenin korunarak, bitkisel ve hayvansal üretimin birlikte aile işletmeciliği şeklinde yapılması, dolayısıyla üretimden tüketime kısa devrelerin kurularak kendi kendine yeterliliğin sağlanmasıdır.
Bu özelliği nedeni ile 1. ve 2. Dünya savaşları arasında popüler olan organik tarım 1950 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Marshall yardımı ile önemini yitirmiş, sağlanan ekonomik katkılar ve aşırı desteklemeler sonucu entansif tarım süratle yayılmış, makineleşme, kimyasal ilaç ve gübreler ile kimyasal katkı maddeleri kullanılmaya başlanılmıştır. 60’lı yılların sonunda Avrupa Topluluğu'nun uyguladığı tarımsal destekleme politikaları, 1970 de pestisitlerin ve kimyasal gübrenin keşfi de bu gelişmeye katkıda bulunmuştur.
Ancak "Yeşil Devrim" olarak adlandırılan bu tarımsal üretim artışının dünyadaki açlık sorununa bir çözüm getirmediğini, aksine doğal dengeyi ve insan sağlığını süratle bozduğunu gören kişi ve gruplar bu konuda araştırmalara başlamışlardır. Bu araştırmaların sonucunda bilim çevreleri ve sivil toplum örgütlerinin baskısıyla 1979 yılından itibaren DDT grubu pestisitlerin kullanımı A.B.D.'den başlayarak tüm dünyada yasaklanmıştır. Bu durumda organik tarım tekrar gündeme gelmiş, 1980 yılından sonrada tüketicilerin baskısıyla aile işletmeciliği şeklinden çıkarak ticari bir boyut kazanmıştır. ABD'de 0-2 yaş grubu çocuk mamalarının imalinde organik ürünlerin kullanılmasını zorunlu tutan yasanın da bu ticari boyuta katkısını belirtmek gerekir.
Organik ürünler ticarete konu olunca beraberinde kontrol ve sertifikasyona ilişkin yasal düzenlemeler gündeme gelmiştir. Avrupa'da önceleri her ülke kendine göre bazı düzenlemeler yapmış, daha sonra 24 Haziran 1991 tarihinde Avrupa Topluluğu içinde organik tarım faaliyetlerini düzenleyen 2092/91 sayılı yönetmelik yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Ülkemizde organik tarım faaliyetleri 1986 yılında Avrupa'daki gelişmelerden farklı şekilde, ithalatçı firmaların istekleri doğrultusunda, ihracata yönelik olarak başlamıştır. Önceleri ithalatçı ülkelerin bu konudaki mevzuatına uygun olarak yapılan üretim ve ihracata, 1991 yılından sonra Avrupa Topluluğunun yukarıda adı geçen Yönetmeliği doğrultusunda devam edilmiştir. Daha sonra 2092/ 91 sayılı yönetmeliğin 14 Ocak 1992 tarihinde yayımlanan 94 /92 sayılı ekinde; Avrupa Topluluğuna organik ürün ihraç edecek ülkelerin uymak zorunda olduğu hususlar ayrıntıları ile belirtilmiş ve ülkelerin kendi mevzuatlarını uygulamaya koymaları ve bu mevzuatın da dahil olduğu çeşitli teknik ve idari konuları içeren bir dosya ile Avrupa Topluluğuna başvurmaları zorunluluğu getirilmiştir.
Avrupa Topluluğu'ndaki bu gelişmelere uyum sağlamak üzere Tarım ve Köyişleri Bakanlığı çeşitli kurum ve kuruluşların işbirliği ile Yönetmelik hazırlama çalışmalarına başlamış ve "Bitkisel ve Hayvansal Ürünlerin Ekolojik Metotlarla Üretilmesine İlişkin Yönetmelik" 24.12. 1994 tarihli ve 22145 sayılı Resmi Gazete' de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmeliğin bazı maddelerinde uygulamada rastlanılan aksaklıkları gidermek ve organik tarım faaliyetleri sırasında yapılacak kusur ve hatalara karşı uygulanacak yaptırımların da yönetmelikte yer alması için, 29.06.1995 tarihli ve 22328 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik ile değişiklik yapılmıştır. Daha sonra 11.07.2002 tarihli ve 24812 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” yürürlüğe girmiştir. Organik ürünlerin üretimi, tüketimi ve denetlenmesine dair kanun tasarısı Hükümetin acil eylem planı içerisinde yer almış ve 5262 sayılı “Organik Tarım Kanunu” 03.12.2004 tarihli ve 25659 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu Kanuna gereğince hazırlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” 10.06. 2005 tarihli ve 25841 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Organik Tarım Kanun ve Yönetmelik esaslarına göre üretilen bitkisel ve hayvansal tüm ürünler organik olarak değerlendirilir ve Yönetmelikte ayrıntıları verilen etiket ve özel organik tarım logosu ile pazarlanır.
"Avrupa Topluluğuna Organik Ürün İhraç Eden 3.Ülkeler" listesinde yer almak üzere de gerekli bilgileri içeren bir "Teknik Dosya" hazırlanarak öngörülen süre içinde Dışişleri Bakanlığı kanalıyla resmi başvuru yapılmıştır

KOMPOZİSYON NEDİR?

KOMPOZİSYON NEDİR?
            Kompozisyon Fransızca kökenli bir sözcüktür.”Ayrı ayrı parçaları,nesneleri,ögeleri en iyi şekilde yerleştirmek anlamına gelir.
İnsan olarak duygularımızı,düşüncelerimizi,taslarımızı,görüşlerimizi karşımızdakilere anlatmak;kendimizden söz etmek,toplumsal sorunları dile getirmek bir ihtiyaçtır.Çevremizdekilerle ilişkiler kurar,onların sorunlarını dinler ya da kendi sorunlarımızı onlara anlatırız.Bu ilişkiden düşünce alışverişi doğar.Düşündüğünü ve duyduğunu karşısındakilere başarı ile anlatabilmek her vatandaşın başarı ile yapması gereken ve yapabileceği bir şeydir.herkes düşündüğünü duyduğunu,,tasarladığını karşısındakine başarı ile anlatabilir.
Kimi öğrenciler için kompozisyon yazmak son derece sıkıcı bir iştir;bu çalışmayı kağıt doldurma olarak algılayanlar oldukça çoktur.Fakat kompozisyonda amaç kağıdın doldurulması değil,düşüncelerin derli-toplu bir şekilde karşımızdakilere ifade edilmesidir.
Aldığınız yiyecekleri Pazar çantasına gelişigüzel mi koyuyorsunuz?Yumurtalarınız altta kalırsa kırılmaz mı?Domatesin ya da karpuzun üzerine karpuz doldurur musunuz?Elbette hayır.Pazar çantasını aldığınız yiyeceklerin özelliklerine göre doldurursunuz.Eşyaları yerli yerinde olmayan bir odada aradığınız şeyi kolayca bulamazsınız.Koltuk takımlarınızın yeri mutfak değildir.Yemek masasını yatak odasına koymak biraz tuhaf olur.Her şey hizmet edebileceği bir yere yerleştirilmelidir.İşte bu kompozisyondur.
Çevrenize bakın;bazı binalar ne kadar güzel yapılmıştır,özenirsiniz.Bazıları ise insanın içini karartırlar.Bu da bir kompozisyondur.Mimari bir tür bina kompozisyonu değil midir?Kullanılan malzemeler genelde aynı,ama ortaya çıkan binalar farklı farklıdır.
Yapılan planın iyi uygulandığı,hazırlanan malzemenin iyi yerleştirildiği bina güzel,
uyumlu ve rahat.Öteki bina ise çirkindir.Çünkü orada mimari yok;yığma,doldurma ve uyumsuzluk var.
            Bu örneklerden yararlanmanızı ve iyi kompozisyon yazmak için heveslenmenizi çok istiyorum.
Bol bol okuyun ve bol bol yazın.Yazdıklarınız hoşunuza gitmiyorsa yırtın atın ama asla yazmaktan vazgeçmeyin.
            Unutmayın ki yazmak yazarak öğrenilir.Çalışma,alışkanlık ve sabır işidir.herkesten bir şair,romancı olmasını bekleyemeyiz ama,herkes düşüncelerini başarıyla anlatabilir.
            Kompozisyon, “Bir konu üzerinde duygu,bilgi ve görüşlerimizden yararlanarak planlı,etkili bir yazı yazmak ya da konuşma yapmak” demektir.İyi kompozisyon yazmanın yolu bol bol okumaktan geçer.
İYİ BİR KOMPOZİSYONUN ÖGELERİ
·         Konu
·         Amaç
·         Plan

1.KONU
Üzerinde düşündüğümüz,yazı yazma,söz söyleme gereğini duyduğumuz her şey konudur.Bu bir olay,varlık,bir düşünce,gözlem ya da bir sorun olabilir.Konular niteliklerine göre bazı türlere ayrılır:
TOPLUMSAL KONULAR
Toplumun tümünü ya da bir kesimini ilgilendiren konulardır:Köyden kente göç,nüfus artışı,çevre kirlenmesi gibi.
BİREYSEL KONULAR
Kişilerin özel sorunlarına dayanan konulardır:Bir kişinin süslenme şekli,tertipli ya da dağınık oluşu gibi konular özel niteliklidir.
Konular;soyut ya da somut konular,yerel ve verensel konular şeklinde de ayrılabilir:Düşünsel bir konudaki yazı soyuttur.Sevgi,barış,ölüm gibi konular evrensel nitelik taşır.Şehrimizin çöp sorunu ise yerel bir konudur.                   Yaşantılarımız,anılarımız,ümitlerimiz,düşlerimiz,sevgilerimiz,gözlediklerimiz,okuduklarımız bizler için birer konu alanıdır.
KONU SEÇİMİ
Okuma-yazma çalışmalarında kompozisyon konusunu genelde öğretmen belirler.
Örnekler:
·         Atatürk’ün “Gelecek çalışkan olanlarındır.” Sözünü açıklayınız.
·         “Elleriyle çalışan adam amale,elleriyle birlikte zihni de çalışan adam usta,zihni ve kalbiyle çalışan adam sanatçıdır.” Sözünden ne anladığınızı belirten bir kompozisyon yazınız.
·         Davranışlarını çok beğendiğiniz bir kişiyi tanıtınız.
·         “Söz var,iş bitirir;söz var baş yitirir.” Atasözünü açıklayınız.
İYİ BİR KONUNUN ÖZELLİKLERİ
·         Konu ilginç olmalıdır:ilgi duymadığımız bir konuda yaratıcı olamayız.
·         Konu açık ve inandırıcı olmalıdır.Doğruluğuna inanmadığımız bir konuda başarılı bir yazı yazamayız.
·         Konunun macı iyi saptanmalıdır.
·         Okurumuzun kim ya da kimler olduğu hesaba katılmalıdır.
·         Anlatım ve anlatım tekniği belirlenmelidir.

2.AMAÇ
Her yazının bir amacı vardır.Amaç,bizi yazmaya iten,vermek istediğimiz temel düşüncedir.Konu,bu düşüncelerin aktarılmasında bir araç görevindedir.
AMACI BELİRLEYEN CÜMLE (ANA DÜŞÜNCE)
Yazıda amacımızı belirleyen cümleye ana düşünce denir.Ana düşüncenin,yazmaya başlamadan önce belirlenmesi gerekir.Yazının düşünce yapısı ana düşünce üzerine kurulur.Söyleyeceklerimize bu düşünce yön verir.
Ana düşünce cümlesinin yazıda belli bir yeri yoktur.Yazını başında,ortasında verilebileceği gibi tümüne de yansıtılmış olabilir.
Amaç ya da ana düşünce,konuya bakış açımızla yakında ilgilidir.Aynı konuyu ele alan iki öğrenci,farklı yorumlarda bulunabilirler.Aynı konu üzerinde ayrı ana düşüncelerle karşımıza çıkarlar.Kuşkulanmayı bir zekâ belirtisi sayanlar olduğu gibi,hastalık şeklinde değerlendirenler de vardır.
AMACI GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN GÖZLEM YAPAMALIYIZ
(Bakmasını Bilmeliyiz)
Bir konuda söyleyeceklerimizin olabilmesi,o konu üzerinde gözlem ve yaşantılarımızın bulunmasına bağlıdır.Bir nesneye uzun süre bakmak,o nesnenin ayrıntılarını daha iyi görmemizi sağlar.Gözlem ve yaşantılarımızın olmadığı bir konuda başarılı bir yazı yazamayız.Hayatında hiç deniz görmemiş olan bir öğrenci,denizdeki fırtınayı anlatamaz.E.Hemingway’in dediği gibi “Yaşanmadan yazılmaz.”
OKUMALI VE ARAŞTIRMALIYIZ
Yeryüzündeki olaylara ve sorunlara ilk bakan biz değiliz.Bizden önce nice kişiler bir çok sorunlara eğilmişler;bunlarla ilgili düşüncelerini yazılaştırmışlardır.Bu kültürel kaynaklardan yararlanmalıyız.
Okuma ve araştırmalarımızı,gözlem ve düşüncelerimizle pekiştirmemiz gerekir.Söyleyeceklerimiz inandırıcı olmalıdır. “Yalnız gözleri olmak yetmez,onlardan yararlanmayı da öğrenmeli insan.”

3.PLÂN VE PLÂNIN YARARLARI
“Plansız bir yazı üzerine adres yazılmamış mektuba benzer.”
Söyleyeceklerimiz,gözlem ve yaşantılarımızı,bir plana uygun şekilde sıralamamız gerekir.Neyi,nerede,niçin kullanacağımızı bilmek zorundayız.Söylediklerimizi böyle bir düşünsel düzene (plâna) dayandırmazsak yazımız bütünlüğe kavuşmaz,yönünü yitirir.Söylemeyi düşündüklerimiz arasında bağlantı kopar;denge bozulur.Bir yazıda birlik,denge ve canlılık şarttır.
            Plân söyleyeceklerimiz denetimden geçirme,aralarındaki bağlantıya göre sıralama ve biçimlendirmedir.Bir mektup yazmadan tutun da bir fıkra,bir roman yazmaya kadar tüm anlatım biçimlerinde plân uygulamak zorundayız.
            Roman,öykü gibi uzun bir yazı yazacaksak zihnimizde beliren plânı bir kağıda geçirmek yararlı olur.
            Yaptığımız plâna her zaman sıkı sıkıya bağlı kalamayız.Yazma sırasında bazı değişiklikler yapmamız doğaldır.Bu durum plânın gereksizliği anlamına gelmez.Plân yazımız için bir amaç değil,araçtır.Onu dilediğimiz şekilde kullanabiliriz.
·         Plân,düşünce ve duygularımızın en etkili şekilde anlatılmasına katkıda bulunur.
·         Konuda birlik ve dengeyi sağlar.
·         Konuda,gereksiz duygu ve düşüncelerin ayıklanmasını sağlar.
·         Plânlı yazı yazan kişi,kararsızlık ve dağınıklıktan kurtulur.
PLÂNIN BÖLÜMLERİ
1.GİRİŞ BÖLÜMÜ
konunu tanıtıldığı bölümdür.Açık,sade ve ilgi çekici olmalıdır;çok uzun tutulmamalıdır.
2.GELİŞME BÖLÜMÜ
Konuyla ilgili gözlemlerin,betimlemelerin,kanıtların bulunduğu bölümdür.Merak ve kuşku en üst düzeye çıkmıştır.Yazar,amacını bu bölümde gerçekleştirir.
3.SONUÇ BÖLÜMÜ
Ele alınan konunun bitirildiği bölümdür.İleri sürülen düşünceler ve anlatılan olaylar özlü ve kesin bir şekilde sonuçlanır.Sonuç bölümü de giriş bölümü gibi ilgi çekici olmalıdır.Sonuç bölümü bir atasözü,
Bir özdeyiş ya da şiirle bitirilebilir.
KOMPOZİSYONUMUZU (YAZIMIZI) DÜZELTME
VE GELİŞTİRME YOLLARI
Buraya kadar anlattığımız kuralları çok iyi bellesek bile,hemen başarılı bir yazı yazacağımızı söyleyemeyiz.İyi,doğru ve etkili yazmaya giden yol denemelerden geçer.Çıraklıktan ustalığa geçiş yaza yaza olur.Anton Çehov,yazmaya yeni başlayanlara şunları söylüyor:
“Dünyada her şey gibi yetenek de çalışmayla elde edilir.Olabildiğince çok yazın.Yaza yaza daha iyiye varacaksınız.Önemli olan alışkanlığınızı yitirmemektir.Dolambaçlı cümlelerden kaçının,sade,yalın yazın.Okuyucu,sizin yorumunuz olmadan da öykünüzü anlayabilmelidir.Gereksizi silip atın.”
KOMPOZİSYON YAZARKEN DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR
1.BİÇİMSEL YÖNDEN
·         Kompozisyon yazdığınız kağıdın kenarlarında uygun boşlukları bırakınız.
·         Adınızı,sınıfınızı,şubenizi,numaranızı ve günün tarihini yazınız.
·         Gerekli malzemelerinizi hazırlayınız.
·         Amacınızı,ana düşüncenizi iyi tespit ediniz.
·         Hitap edeceğiniz insanların seviyesini göz ardı etmeyiniz.
·         Kompozisyonunuzu düzgün ve okunaklı bir el yazısıyla yazınız.
·         Paragraf başlarını biraz içeriden (1-2 cm.) başlatınız.
·         Satırları fazla sıkıştırmayınız.
2.İÇERİKSEL YÖNDEN
·         Kompozisyon konusunu oluşturan temel kavramlar üzerinde durunuz.
·         Düşüncelerinizi ilgi ve önem derecesine göre sıraya koyunuz.
·         Yazınıza konuya uygun bir başlık koyunuz;Başlıksız yazı olmaz.Başlık ilgi çekici ve kısa olmalıdır.
·         Öne sürdüğünüz ana düşünceyi iyi vurgulayınız.
·         Düşünceyi geliştirme yollarından (örnekleme,karşılaştırma,tanık gösterme) yararlanınız.
·         Cümlelerinizi kısa tutunuz,tek yargı bildiren basit cümleler kurunuz.
·         Yazınızda gereksiz bölümler ve tekrarlar varsa atınız.
·         Okuyucunun kafasında resim yaratacak sözcükler kullanmaya çalışınız.
·         Noktalama işaretlerini doğru kullanınız.

İYON

İYON
İnsan sağlığı üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri olan iyonlar bir ya da daha çok artı ve eksi elektrik yüklü atomlara ya da atom gruplarına verilen ortak isim. Artı yüklü iyonlara katyon, eksi yüklü iyonlara ise anyon deniyor. İyonlar, nötr atomlara, moleküllere ve başka iyonlara ekeltron katılması ya da eksiltilmesi, iyonların başka parçacıklarla birleşmesi, iki atom arasındaki ortaklaşım bağının, bağın her iki elektronunun da atomlardan birinde kalacak biçimde parçalanması yoluyla oluşuyor.

İyon:Elektron alış verişi sırasında (+) veya (-) yüklü atom yada atom gruplarına iyon denir.

Örnek
.Atom elektron verirse artı yüklü iyonu oluşturur.
.Atom elektron alırsa eksi yüklü iyonu oluşturur.

Not:Elektron alış verişi sırasında + yüklü iyonlara katyon, eksi yüklü iyonlara da anyon denir.
Not:İyonik yapılı bileşikler eritildiklerinde ve suda çözündüklerinde +, - yüklü atom yada atom grupları oluşturarak elektrik akımı iletebilir.
İyonların Oluşumu
Soygazların kararlı elektron dizilişine sahip olduklarını ve bu nedenle kimyasal tepkimelere yatkındır.Soygazların elektron dizilişlerinin kararlı olmaları, değerlik kabuğundaki orbitallerin tamamen dolu olmasından ileri gelir.Diğer elementlerin değerlik orbitalleri kısmen doludur.Bu elementler kimyasal tepkimelerde elektron alarak veya vererek elektron dizilişlerini soygazların kararlı yapılarına benzetmeye çalışır.Başka bir değişle, atomların elektron alıp vermesinden bahsediyoruz.Bir atomda elektron çekirdek çevresinde belirli enerjiyle tutulur.Eğer bir elektronu çekirdek çevresinde tutan kuvveti yenecek enerji verilirse elektron atomdan uzaklaşabilir.Bir atom, çekirdeği tarafından en zayıf tutulan elektronu en kolay verir.Bir atomun değerlik elektronları o atomun en dış bölgesinde hareket ederler.Bu elektronların çekirdeğe olan ortalama uzaklıkları içte bulunan diğer elektronlarınkinden daha fazladır ve bu nedenle atomdan en kolay koparılabilecek elektronlar değerlik elektronlarıdır.Nötr halde bulunan bir sodyum atomu düşünelim.Çekirdeğinde on bir proton (+1 yüklü) ve çevresinde de on bir elektron dizilişi (Ne)3s şeklindedir.Görüldüğü gibi sodyum atomunun bir tane değerlik elektronu vardır.Bu elektron olmasa, sodyum atomu neonun kararlı elektron dizilişine sahip olacaktır.Gerekli enerji sağlanırsa sodyum atomu fazla olan bu elektronu vererek kararlı hale gelebilir.Şimdi bir elektron vermiş olan sodyum atomunun çekirdeğindeki on bir protona karşılık çevresinde on elektron vardır.Sodyum atomu bir elektron vermekle, var olan artı ve eksi yük dengesini bozmuş olacaktır.Bu atomda artı yüklerin sayısı eksi yüklerin sayısından bir fazla olacaktır.Böylece bir elektron vermiş olan sodyum atomu artık nötr değil, artı yüklü olacaktır.Artı yüklü sodyum atomu, element sembolünün sağ üstüne artı işareti konularak Na+ şeklinde gösterilir.
Şimdi de klor atomuna bakalım.Çekirdeğindeki on yedi proton ve onun çevresindeki on yedi elektronu ile klor atomu da nötürdür.(Ne)3s2 3p5 elektron dizilişine sahip klor atomunun bir sonraki soygaz olan argonun kararlı elektron yapısına ulaşabilmesi için bir elektron eksiği vardır.Klor atomu bir elektron alarak değerlik orbitallerini tamamen doldurur ve soygazın kararlı yapısını kazanır.Fazladan bir elektron alan klor atomunda elektron sayısı on sekize çıkmıştır, fakat çekirdeğindeki proton sayısı hala on yedidir.Böylece bir elektron alan klor atomu eksi yüklüdür, onun için de element sembolünün sağ üst köşesine- işareti konularak CI- şeklinde gösterilir.
Sodyum ve klor örneklerinde olduğu gibi, atomların elektron alarak veya vererek oluşturdukları artı veya eksi yüklü türlerine iyon denir.Artı yüklü iyonlar katyon, eksi yüklü iyonlar ise anyon olarak adlandırılır.
Sodyum gibi diğer alkali metal atomları da bir tane değerlik elektronuna sahiptir.Kimyasal tepkimelerde, alkali metal atomu bu değerlik elektronunu vererek artı bir yüklü metal katyonunu oluşturur.Bu katyon, soygazın kararlı elektron dizilişine sahiptir.Toprak alkali metaller ise iki değerlik elektronuna sahiptir.Örneğin magnezyum atomu, (nE)3s2 elektron dizilişine sahiptir.Magnezyum atomu, soygaz elektron dizilişine ulaşabilmek için iki elektron verir ve böylece artı iki Mg+2 katyonunu oluşturur.Genel olarak metallerin elektron vererek katyonları oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Klor gibi diğer halojen atomlar da bir elektron alarak eksi yüklü anyonları oluşturur.Bu anyonlar, bir sonraki soygazın kararlı elektron dizilişine sahiptir.Şimdi de 16.Grubun ilk elementi olan oksijeni düşünelim.Oksijen atomu, (He)2s22p4 elektron dizilişine sahiptir.Neonun kararlı elektron dizilişine ulaşabilmesi için oksijen atomunun iki elektron eksiği vardır.Oksijen iki elektron alarak bu eksiğini giderir ve eksi iki yüklü 0-2 anyonunu oluşturur.Klor ve oksijene benzer şekilde ametallerin genelde elektron alarak anyonları oluşturduğu söylenebilir.Ama bazı tepkimelerde, ametal atomlarının metallerde olduğu gibi elektron vererek de kararlı bir yapıya kavuşabileceğini gözden ırak tutmamak gerekir.
Elementlerin elektron dizilişlerine bakarak onların, tepkimelerinde elektron alabilecekleri veya verebilecekleri tahmin edilebilir.Bir elementin elektron verme yatkınlığı, onun atomunda değerlik elektronlarının çekirdek tarafından ne kadar kuvvetli tutulduğuna bağlıdır.Elektron çekirdek tarafından kuvvetli tutuluyorsa, elbetteki atomun elektron verme yatkınlığı az olur.Elementlerin elektron verme yatkınlığı periyodik cetvelde soldan sağa gidildikçe azalır, gruplarda ise yukardan aşağıya inildikçe artar.Buna göre elektron verme yatkınlığı en fazla olan elementler alkali metallerdir.Bunlar arasında sezyum, elektron verme yatkınlığı en fazla olanıdır.Soygazlar kararlı olduğu için onların elektron verme yatkınlığından pek söz edilmez.Halojenlerin elektron verme yatkınlığından pek söz edilmez.Halojenlerin elektron verme yatkınlığının az olduğu söylenebilir.Halojenler arasında elektron verme yatkınlığı en az olan ise flordur.Elementlerin elektron alma eğilimleri ise periyodik cetvelde soldan sağa artar, yukarıdan aşağıya azalır.Buna göre elektron alma eğilimi en fazla olan element flordur.
Gaz Ortamda İyon Oluşumu
Bir atom veya atom grubundan ayrılan her elektron veya eklenen her elektronla iyonlar oluşur.Gaz ortamda iyon oluşumu, x ışınları, radyoaktif ışınlar gibi enerjili ve yüklü taneciklerin, yüksüz atom veya moleküllere çarparak onlardan elektron koparmalarıyla gerçekleşir.Çok yüksek sıcaklıkta, gaz taneciklerinin kendi aralarında yapacakları çarpışmalarla da iyonlar oluşabilir.
Uzaydan ve güneşten gelen çeşitli ışınlar, atmosferde iyonlaşmaya neden olur.Dünyamızı saran hava katmanı içinde hep belirli bir miktar iyon vardır.
Sıvı Çözeltide İyon Oluşumu
Sıvı çözeltide iyon oluşumu, kimyasal olarak gerçekleşir.Bu, moleküllerin birbiriyle etkileşmesi veya bir iyonun bir molekülle eklenmesiyle olabilir.
İyonlaşma Enerjisi
İyonlaşmanın enerji gerektiren bir olaydır.İyonlaşma enerjisi, gaz halindeki bir atomdan bir elektronu uzaklaştırmak için gerekli olan enerjidir.İlk elektronu uzaklaştırmak için harcanan bu enerjiye, birinci iyonlaşma enerjisi denir.İkinci bir elektron +1 yüklü iyondan uzaklaştırılacağı için ikinci iyonlaşma enerjisi dediğimiz bu enerji birinci iyonlaşma enerjisinden daha büyük olacaktır.Üçüncü iyonlaşma enerjisi de ikinciden daha büyüktür.
Bir atomda en az enerji ile koparılan elektronlar değerlik elektronlarıdır.Değerlik elektronları bittiğinde, iyonlaşma enerjisinde ani bir artış gözlenir.
İyonlaşma enerjisi çekirdeğin elektron üzerine yaptığı çekim etkisini yenmek ve elektronu çekirdeğin çekim alanı dışına çıkarmak için harcanır.Bu enerji elektronun çekirdeğe uzak yada yakın oluşuna ve çekirdeğin yüküne bağlı olarak değişir.Çekirdek yakınındaki bir elektronu daha çok çeker, dolayısıyla elektronu uzaklaştırmak için de daha enerji gerekir.
İyonlaşma Enerjisinin Periyodik Cetvelde Değişimi
Periyodik cetvelde, gruplarda yukarıdan aşağıya doğru atom yarıçapı artar, değerlik elektronları çekirdekten uzaklaşmış olacağından iyonlaşma enerjisi azalır.
Periyodik cetvelde aynı periyotta, soldan sağa doğru gidildikçe, çekirdek yükü artar, atom yarıçapı küçülür ve iyonlaşma enerjisi artar.Aynı periyottaki elementlerden iyonlaşma enerjisi en düşük olan alkali metal, en yüksek olan ise soygazdır.Aynı sıradaki geçiş elementlerinin iyonlaşma enerjileri arasında ise çok büyük bir fark yoktur.
Çözümlü Örnekler
Örnek 1:Fe+2 iyonunda 24 elektron ve 30 nötron bulunduğuna göre, demir atomlarının; elektron sayısı, atom numarası ve kütle numarası nedir?
Çözüm 1[Only registered and activated users can see links] atomu +2 yüklü iyon haline gelirken, yanlız elektron sayısı iki azalmış, proton ve nötron sayısı değişmemiştir.
Fe+2 iyonunda 24 iyon varsa, Fe atomlarında bunun iki fazlası 24+2=26 elektron vardır.
Yüksüz atomlarda; Proton sayısı=Elektron sayısı=Atom numarası olduğundan, demirin atom numarası 26'dır.
Kütle numarası=Proton sayısı+Nötron sayısı
=26+30=56'dır.
Örnek 2:Nötr atomunda elektron dizilişi;1s2,2s2,2p6,3s2,3p6,4s2,3d5 olan bir atomun + yüklü iyonunda elektron dizilişi nasıl olur?
Çözüm 2:Atomun +2 yüklü iyon oluşturması için 2 elektron vermesi gerekir.İlk önce çekirdek tarafından en az kuvvetle çekilen, en dış kabuktaki elektronlar, yani 4s'dekielektronlar gidecektir.+2 yüklü iyonun elektron dizilişi; 1s2,2s2,2p6,3s2,3p6,3d5 olur.
.
Örnek olarak;
• H+ (1 elektron kaybetmiş atom)
• OH- (1 elektron kazanmış atom grubu)
• (SO4)2- (2 elektron kazanmış atom grubu)
İYON DENKLEMLERİ: Çözeltide yürüyen tepkimeler genellikle birbirleriyle etkileşen iyonlar gösterilerek etkileşime girmeyen iyonlar ise temsil edilmeden gösterilir. Bu tür denkleştirmede ortamın asit mi bazik mi olduğu önemlidir.
İyon denklemlerinde atom sayıları yanında yük değerlerinin de eşit olması gerekir. Kimyasal değişimler sırasında atomların yeniden düzenlenmesi ile birlikte atomlar arasında elektron alış verişi de olabilir.

DENLEŞTİRMEDE YAPILACAK İŞLEMLER
1. Tepkime iki yarı tepkimeye ayrılır.
2. Her bir yarı tepkime ayrı ayrı denkleştirilir.
a. ilk önce H ve O atomları dışındaki atomlar yada iyonlar için katsayılar belirlenir.
b. Asit çözeltilerde O eksikliği olan tarafa yeteri kadar H2O diğer tarafa H iyonu , H eksiği olan tarafa yeteri kadar H eklenir. Bazik çözeltilerde H eksiği olan tarafa yeteri kadar H2O karşı tarafa OH eklenir, O eksikliği olan tarafa OH eklenir.
Örnek:
 Cr + S ( ASİT)àCrO7 + H2S
 2Cr + 7H2Oà14H + CrO7 + 6e
 3S + 6H + 6eà3H2S
 2Cr + 3S + 7H2OàCrO7 + 3H2S + 8H 
Örnek:
 Cl + SO4 ( BAZİK)àClO + S2O3
 4Cl + 8OHà8e + 4H2O + 4ClO 
 2SO4 + 5H2O + 8eà10OH + S2O3
 4Cl + 2SO4 + H2OàS2O3 + 2OH + 4ClO 

İyon yapılı bileşiklerin oluşumu nasıldır ve iyon çeşitleri nelerdir?
İyon yapılı bileşikler, iki ya da daha fazla iyonun elektriksel olarak birbirlerini çekmesi ile oluşur diyebiliriz. Elektriksel çekim olması için yüklerin zıt olması gerekir. Bu iyonlardan pozitif yüklü olan “katyon”, negatif yüklü olan ise “anyon” adını alır. Atomik yapıları (elektron özellikleri) gereği genelde metaller katyon olurken; ametaller veya yarı metaller anyon olurlar. İyonik bileşikler genelde gözle görülebilecek kadar (tuz örneğinde olduğu gibi) büyük kristaller şeklinde bulunurlar. İyonik bileşiklerin bazı temel özelliklerini sayacak olursak; yüksek erime ve kaynama noktalarına sahiptirler, sert fakat kırılgandırlar, suda çözüldüklerinde elektrik akımını iletirler. İyonik bağlı bileşiklerin adlandırılmasında da çeşitli yollar izlenir.
Bunun yanı sıra birden fazla atomun oluşturduğu poliatomik iyonik bileşikler vardır. Örneğin klorat (ClO3-) anyonu, poliatomik bir iyondur ve bir potasyum atomu ile kolayca KClO3 bileşiği oluşturabilir. Bu bilgilerin yeterli olacağını sanıyorum.
Sulu Çözeltideki İyonların Standart Oluşum Entalpileri
Katı, sıvı veya gazları maddeleri içeren reaksiyonlara ilişkin entalpi değişimi hesapları ve bir maddenin oluşum serbest enerjisi hakkında bilgi verdik. Bununla beraber; bir iyon yoğun bir ortama konulacak olursa ortamdaki türlerle etkileşmesi sonucu enerji değişimi meydana gelir. Ortam olarak suyu düşünebiliriz. İyonlara ilişkin standart oluşum entalpileri sonsuz seyreltik çözeltileri için hesaplanır. İyonlar için hesaplamalar sonsuz seyreltik çözeltilerinde yapılmassa, hesaplama içine diğer türlerin katkılarıda girer. Gazlar için ise; yüksek basınçlarda oluşabilecek fiziksel kuvvetler hesaplamaları olumsuz etkiler. 1 mol HCl gazının çok büyük miktardaki suda çözünmesini ele alalım. HCl tamamı iyonlaştığında H+ ve Cl- iyonlarının ikiside hidrate olur. Reaksiyon;
HCl(g) -----> H+(aq) + Cl-(aq)
Buradaki (aq) sembolü iyonun büyük miktarda suda bulunduğunu gösterir. 25 oC de ortaya çıkan ısı 75.14 kJ dür. Böylece reaksiyon entalpi için
= 75.14 kJ = [H+(aq) + Cl-(aq)] - [HCl(g)]
yazabiliriz. Tablolardan HCl(g) değeri - 92.30 kJ olarak bulunur. Eşitlik yeniden düzenlenirse
[H+(aq) + Cl-(aq)] = -75.14 kJ + (-92.30 kJ) = - 167.44 kJ
Böylece sulu çözeltideki H+ ve Cl- iyon çiftleri için standart oluşum entalpisi elde edilmiş olur.
Ayrıca asit, baz ve tuz çözeltilerinin reaksiyon entalpilerinden yararlanılarak iyon gruplarının standart oluşum entalpileri benzer şekilde hesaplanabilir.
Burada görüldüğü gibi elde edilen standart oluşum entalpisi iki iyonun birlikte ortaya koydukları dir ve Tek iyonların standart oluşum entalpilerini elde etmek isteyebiliriz. Birbirleriyle reaksiyon vermeyen elektrolitlerin seyreltik çözeltilerinde yapılan deneylerde, örneğin HCl ve KBr ün seyreltik çözeltileri karıştırıldığında hiç bir reaksiyon ısısı gözlenmez. Bu nedenle yeterince seyreltik çözeltilerin reaksiyon entalpilerinden yararlanılarak istenen iyonun reaksiyon entalpisi hesaplanması mümkün olabilir. Bununla beraber; pratik olarak tek bir iyon içeren reaksiyonlar mümkün olmadığından, iyonların standart oluşum entalpilerinin ölçülmesi mümkün olmaz. Bu nedenle ölçülen standart iyonlaşma entalpileri diğer iyonların standart oluşum entalpilerine bağlı kalır. Seyreltik sulu çözeltideki H+
[H+(aq)] = 0
Böylece Cl- iyonu için 25 oC standart oluşum entalpisi
[Cl-(aq)] = - 167.44 kJ - 0 kJ = -167.44 kJ
olarak hesaplanabilir.
Potasyum klorürün 25 oC deki sonsuz seyreltik çözeltisi için çözünme ısısı 17.18 kJ ve KCl(k) bu sıcaklıktaki standart oluşum ısısı - 435.87 kJ dür. Bu verilerden
[K+(aq)] + [Cl-(aq)] = 17.18 kJ + (-435.87 kJ) = - 418.69 kJ
olarak elde edilebilir. klorür iyonunun standart oluşum entalpisi -167.44 kJ olduğundan, potasyum iyonunun sonsuz seyreltik çözeltideki standart oluşum entalpisi
[K+(aq)] = -418.69 kJ - (- 167.44 kJ) = -251.25 kJ
olarak belirlenebilir.
Bu sonuç 25 oC de hidrojen iyonunun sonsuz seyreltik çözeltisindeki standart oluşum entalpisinin sıfır olarak kabul edilmesinin bir sonucu olduğu unutulmamalıdır.
Standart oluşum entalpilerinin nasıl kullanıldığını anlamak için Ca2+ iyonlarının bulunduğu çözeltiden CO2 geçirdiğimizi düşünelim. Bu durumda yazacağımız tepkime
Ca2+(aq) + CO2(g) + H2O(s) -----> CaCO3(k) + 2H+(aq)
olacaktır.
Tepkime için ;
= 2 [H+(aq)] + [CaCO3(k)] - [Ca2+(aq)] - [CO2(g)] - [H2O(s)]
yazabiliriz.
Tablo değerlerinden yararlanarak;
= 2x(0 kJ) + (-1206.87 kJ) - (-542.96 kJ) - (-393.51 kJ) - (285.84 kJ) = + 15.44 kJ
olarak elde edilir. iyonunun oluşum entalpisi sıfır olarak kabul edilir.

FABL

FABL
        İnsan dışındaki bitki, hayvan gibi canlı varlıklara ve eşya gibi cansız varlıklara insan kişiliği vererek ve konuşturarak, açık ve etkili bir biçimde söylenmesinde sakınca görülen bir düşünceyi gizleyerek; kişileri eleştirmek ya da insanlara ders vermek için yazılan kısa, genellikle manzum(bazen mensur) hikayelere denir.
       "Fabl" sözcüğünün kökeni Latince "hikaye" manasına gelen "fabıla"'dır. Fakat bu sözcük zamanla bir ahlak ilkesi veya davranış kuralını anlatan kısa sembolik (simgesel) bir hikâye türünün adı olmuştur.
   ÖZELLİKLERİ:
1-Bu tür hikayelerin kahramanları çoğunlukla hayvanlardır. Hikâye kahramanı bu hayvanlar, kendi özelliklerini korumakla birlikte insan gibi konuşurlar. Esasen "fabl" bu özelliği nedeniyle masalımsı eserler arasında yer alır. 
2- Fabllar hem nazım, hem nesir biçiminde olurlar.
3- Fablın sonunda her zaman bir ahlak dersi (kıssadan hisse) vardır. Bu ders kısa, açık ve doğru olmalıdır ve mutlaka öykünün doğal bir neticesi gibi görülmelidir.
4- Fabllarda öğretici (didaktik) bir amaç güdülür, gündelik hayatla ilgili dersler ve öğütler verilir. Okurlar çoğu zaman verilen dersin veya öğüdün ne olduğunu anlamakta zorluk çekmezler. Çünkü bu ders veya öğüt eserin bir yerinde, çoğu defa sonunda, bir atasözü ya da özdeyiş biçiminde açıkça belirtilir. Fabllarda basit ahlak ilkelerine değinildiği gibi insanların birçok kusurlu yönüne de dikkat çekilir.
5-Fabllar aracılığıyla kanaatkârlık, özveri, yardımseverlik, iyi niyet gibi olumlu davranışlar çocuğa kazandırılabilir. Özellikle 8-12 yaş grubu çocuklar fabl okumaktan ve dinlemekten büyük zevk alırlar. Kanaatkârlık, tamahkârlık, kıskançlık, paylaşımcılık gibi çocuklar tarafından anlaşılması güç kavramların somut olaylarla anlatılması sebebiyle çok önemli bir eğitim aracı olarak kabul edilmelidir.
6-Fabllar insan belleğinde çok kolay saklanabilen ve ortaya çıkarılabilen özelliklere sahip olduğu için sözlü gelenek içinde de yaşatılabilmektedir.
7-Çoğu manzum olan fablların başlıca amacı, belli bir ana fikrin yalın veya birkaç olayın yardımıyla en kısa yoldan açıklamaktır.Bundan dolayı fabllar kısadır ve şu dört bölümden oluşur:
a)      Olayın ve kahramanların tanıtıldığı giriş bölümü
b)      Olayın entrikalarla düğümlendiği gelişme bölümü
c)       Düğümün çözüldüğü sonuç bölümü
d)      Olay ve olayların arkasında yatan ana fikrin açıklandığı ders bölümü (kıssadan hisse bölümü)
  8- Bütün uluslarda ortak bir nitelikte olan fabllar basit, pratik ahlak ilkeleridir.
 9- Kişilerin ve çocukların yakınlık duyduğu sevdiği varlıklar olduğu için fabllar, çocukların ilgisini çeker. Öykülemenin kısa oluşu da çocukların fabllara duyduğu ilginin bir başka sebebidir. Sıkmadan verilen öğütler, bu nedenle çocukların eğitiminde yararlı olur.
10-  Fabllarda zaman ve yer belirsizdir.Olay çoğunlukla bir kır,orman ya da köyde geçer.
11- Canlandırılmaya uygun oluşları, anlatımlarındaki hareketliliği eyleme dönüştürmeye yardımcı olur. Böylelikle yaşayarak öğrenmeye uygundurlar.
12-  Fabllar olay anlattıkları için bir başka şiiri okumaktan ya da ezberlemekten daha çok çocukların ilgisini çeker.
13.  Fabllar teşhis ve intak sanatları üzerine kurulmuştur.                                    
  KAYNAĞI  ve  DÜNYADAKİ TEMSİLCİLERİ
     Bugün hala ilgiyle okunan fablların kökleri çok eski çağlara kadar uzanır. Kesin olmamakla beraber, ilk örneklerin Hindistan'dan çıktığı söylenir. İlk yazılı örnek de "Pançatantra" masallarıdır. Eserin yazılış tarihi MÖ 100–300 yılları arasına rastlamaktadır.Bu eserin yazarının kim olduğu ve hangi yıllar arasında yaşadığı henüz kesinlikle bilinmemektedir
    İkinci yazılı örnek, bir Hint eseri olan "Kelile ve Dimme"dir. Yine onun yazım tarihi de MÖ 300 yılları olarak kabul edilir. Bu eser, Beydaba unvanını taşıyan bir bilgin-filozof  tarafından meydana getirilmiştir. Dünya edebiyatında ilk ve önemli fabllar Hint yazarı Beydeba’ya aittir. Beydaba, eserini Debşelem adlı Hint hükümdarı zamanında yazmış ve ona sunmuştur. Eserde yurt yönetimi, felsefe ve eğitimle ilgili sorunlar dolaylı olarak tartışma ve eleştirme konusu yapılmaktadır. Birinci bölümdeki hikâyelerin kahramanları olan iki çakaldan “Kelile” açık sözlülüğün ve doğruluğun; “Dimme” ise yalan ve iftiranın sembolüdür. Beydaba, zulmü ile tanınmış olan Debşelem’i hayvan hikayeleri aracılığıyla uyarmak ve ona doğru yönetim yolunu göstermek istemiştir.
        Doğu edebiyatında bir başka ünlü eser de Şeyh Sadi (13.yy.)’nin Gülistan adlı eseridir. Yöneticilerin tutum ve davranışlarından sohbetin kurallarına kadar türlü konuları kapsayan bu eserdeki hikâyeler sözlü ve yazılı olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı gibi birçok doğu ve batı dillerine de çevrilmiştir.
         Batı'da fabl, Aisopos (Ezop) masallarıyla kendini göstermiştir. Ezop, Batıda ilk fabl yazarı olarak gösterilir.Düzenli biçimde fabl yazıcılığı Ezop’la başlar. MÖ. 650-620 yılları arasında yaşadığı sanılan ve düşüncelerini baskılı bir yönetim altında ancak küçük hayvan hikayeleriyle anlatabildiği söylenilen Ezop’un fablları birçok dile çevrilmiştir.
      Ezop’tan sonra Batıda bu alanda büyük bir başarıya ve üne erişen Fransız yazar ve şairi La Fontaine (1621–1695), bugüne kadar nesir olarak yazılmış ve anlatılmış Ezop masallarını yeniden kaleme alıp manzum biçimine çevirerek yeniden yetişkinlerin dünyasına kazandırmıştır. La Fontaine, kendisinden önce bu alanda yazılmış eserlerden de yararlanmıştır. La Fontaine fabllarında genellikle öğüt dediğimiz ders, metnin sonuna konulmuştur. La Fontaine, eleştirmek istediği kişileri bu öykülerle yermiş ve gülünç durumlara düşürmüştür.

     Tüm dünyada Masalın Babası diye haklı bir ün yapan Andersen'in masallarından bazıları fabl özelliği gösterir.(Örnek:Çirkin Ördek Yavrusu)
     19.yüzyılda ve çağımızda Lewis Caroll,R.Kipling,O.Wilde,Tolkien, ABD'li James Thurber ve İngiliz George Orwell’ı fabl  yazarları arasında sayabiliriz.
                                          Edebiyatımızda Fablın Gelişimi
       15. yüzyıl şairlerinden Şeyhi’nin Harname adlı mesnevisi  bizde ilk fabl örneği olarak kabul edilir.Öncesinde Mevlana’nın Mesnevi’sinde fabl özellikleri gösteren hikayeler de vardır.
     19. yüzyılda  Şinasi ,Ahmet Mithat Efendi ve Recaizade Mahmut Ekrem Batı dillerinden fabl çevirileri yaptılar.Ayrıca Muallim Naci ve Nabizade Nazım da çocuklar için manzum fabllar yazmışlardır.
       La Fontaine’in birçok manzum hikâyeleri daha sonra değişik tarihlerde başka şairlerimiz tarafından da Türkçeye çevrilmiştir. Bu şairler arasında çevirileri çocuklarca zevkle okunmuş ve okunmakta olanları şöyle sıralayabiliriz: İ. Alaattin Gövsa, Siracettin Hasırcıoğlu, A. Ulvi Elöve, M. Fuat Köprülü,Vasfi Mahir Kocatürk ,O. Veli Kanık
      La Fontaine’in bütün fablları Sabahattin Eyüboğlu’nun Masallar (1969) adlı kitabında ilk kez topluca yayımlanmıştır. Besim Atalay’ın Hayvan Hikayeleri ya da Hayvanlardan Öğütler adlı eseri de bu türün önemli örneklerindendir.Nazım Hikmet de, La Fontaine’in masallarını manzum bir dille Türkçemize kazandırmıştır.
Günümüzde ise, Tarık Dursun K. adlı yazarımızın da bu türle ilgili eserleri vardır.

BEŞHECECİLER

BEŞHECECİLER
İkinci Meşrutiyet'ten (1908) sonra Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin'in öncülüğünde filizlenen Yeni lisan ve Milli edebiyat akımını benimseyerek, şiirlerini here vezniyle de yazmış beş şairin genel adı.­
Beş Hececiler (veya: Hecenin Beş Şairi) doğum yılları sırasıyla Orhan Seyfi Or­hon (1890), Enis Behiç Koryürek (1891), Halit Fahri Ozansoy (1891), Yusuf Ziya Ortaç (1895) ve Faruk Naliz Çam1ıbel (1898)'dir. Bu sayının Ziya Gökalp, Meh­met Emin Yurdakul; İbrahim Alaettin Gövsa, Şükufe Nihal ve Halide Nusret Zorlutuna'nın da eklenmesiyle on'a çı­karıldığı da olur.
Sayılarını çoğaltalım çoğaltmayalım, Hececiler adlandırmasının, XX. yüzyılın ilk yirmi beş yılı şiirimizde hece veznini kullanan bütün şairleri değil de, bir sü­re, bir arada, milli bir dil ve edebiyat davasını benimsemiş beş şaire alem olduğu unutulmamalıdır. Yoksa, Serveti­fünun şiirinin aruzu karşısına hece, şu­urlu olarak, çok daha önce çıkarılmış (Mehmed Emin Yurdakul, Türkçe şiirler, 1899), daha sonra da Mütareke yılların­da Ali Mümtaz Arolat, Ahmet Kutsi Te­cer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek ve başka şairler sadece hece­yi kullanmışlardır.
Beş Hececiler şairliğe Balkan Savaşı yıl­larında, üslup bakımından da Servetifü­nuncular'ın etkisinde aruzla başlamış, bu alanda ilk şiirler! Hıyaban (Orhan Seyfi, 1910), Rübab (Halit Fahri, 1912), Şehbal (Enis Behiç, 1912), Peylim-ı edebi (Faruk Nafiz, 1913) ve Kehkeşan (Yusuf Ziya, 1914) dergilerinde çıkmıştı. On sekiz­ yirmi yaşlarında bu beş genci hece ile yazmaya teşvik edenler, Milli edebiyat davasını henüz Selanik'te bulundukları yıllarda (Genç kalemler dergisi, 1911) başlatan Ziya Gökalp ile Ömer Seyfettin oldu: 1914 Mart'ında İstanbul'da, zaman­la bir ilim ve edebiyat akademisi haline getirilmek gayesiyle bir Bilgi Derneği kurulmuştu. Balkan Savaşı'nda (1912) İstanbul'a gelen Ziya Göka1p de bu der­nekte çalışıyordu. Beş Hececiler'den Yu­suf Ziya, Enis Behiç'le Bilgi Derneği'n­de, Ziya Gökalp'ın verdiği bir konferansta tanıştı :
Ziya Gökalp'ın hece vezni ve İstanbul lehçesi konferansını beraber dinledik, beraber inandık ve Dernek'ten beraber çıktık. İlk adımda iki eski dosttuk onunla... İki hafta sonra Enis, Bilgi Derne­ği'ne, elinde ilk here şiiriyle geldi. Bu, dört dörtlük orijinal bir manzumeydi. Adı: Hodmin (Yusuf Ziya ORTAÇ, Portreler, 1960 s. 129-132). Hece ile ilk şiirinin nasıl yazıldığı üzerine Enis Behiç’in 26 Ekim 1934’te verdiği bilgiler, Yusuf Ziya Ortaç’ın söylediklerinden biraz farklı ise de, esas bakımından hemen hemen aynıdır. Buna göre Balkan Savaşı sırasında Edirne’nin düşmandan geri alınması üzerine ey meriç şiirini yazan Enis Behiç, bu şiiri haftalık halka doğru gazetesinde bastırmak istemiş, gittiği gazete idarehanesinde Ziya Gökalp’le tanışmıştır. Enis Behiç, heceyle ilk şiiri Hodbini, Ziya Gökalp’in bu ilk karşılaşmalarında kendisine yaptığı karşılaşmalar ve telkinler üzerine yazdı, çok beğenildi. Bunun üzerine artık hep hece vezninde, hep temiz konuşma Türkçe’siyle şiirlerim, birbiri ardınca doğru. Ve böylece, işte bu güne değin, 22 yıldır hep o yolda, Gökalp’in bana gösterdiği yolda yürüyerek, iyi kötü, az-çok, bu günkü gençlerin hep bildikleri şiirlerimi yazdım. Demek oluyor ki, benim şairliğimde Gökalp’in irşadının büyük tesiri olmuştur.
            Ömer Seyfettin Balkan Savaşında tekrar ayrıldığı orduya dönmüş Yanya kuşatmasında Yunanlılara esir düşüp bir yıl sonra da İstanbul’a gelince de (1913) askerliği bu defa temenni bırakarak, Kabataş Erkek Lisesine edebiyat öğretmeni olmuştu. Ömer Seyfettin’in İstanbul’a yerleşmesi, öğretmenlikleri dolayısıyla, önce Halit Fahri Ozansoy’la tanışmasına, sonra başka gençlerle de tanıştıkça Selanik ve Rumeli yıllarından gelme dil ve edebiyat görüşlerini  çevresine yay­ılmasına zemin hazırladı. Halit Fahri Ozansoy'un hatıralarından öğrendiğimize göre (Edebiyatçı!ar geçiyor, 1967, sf. 305 v.d.) güzel bir bahar günü Ömer Seyfet­tin, Orhan Seyfi ve Halit Fahri, Gülhane Parkı'nda edebiyattan konuşurlarken Ömer Seyfettin, onlardan şiirde konuş­ma dilinin sadeliğine ve Hece veznine dönmelerini istedi. "Çünkü biz henüz, şiirde ne aruza veda etmiş, ne de tam manasıyla açık ve sade Türkçe'nin kay­nağından su içmiştik diyor Halit Fahri. Ben Rübab mecmuasında Mabed-i esrar’lar yazıyordum, Seyfi de aruzdaki en gü­zel eserlerinden biri olan Fırtına ve kar'ıyeni yazmış bulunuyordu.
Nihad Sami Banarlı, Fırtına ve Kar'ın 1916 da yazıldığını belirtiyor (Orhan Seyfi Orhon'dan Şiirler, 1970, sf. XVII), buna göre parktaki o görüşme, 1916 yılında veya o tarihten biraz önce yapılmış ol­malıdır. Orhan Seyfi'nin, Nihad Sami Banarlı'nın deyişiyle bu sefer hem Türkçe'nin, hem de hecenin bir zaferi olan ikinci şiir kitabı Peri kızı ile çoban hikayesi 1919 da basıldı.
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmed Fuad Köprülü tarafından çıkarılan, haf­talık Yeni mecmua'nın ilk döneminde (sayı 1 - 66, Temmuz 1917 - Ekim 1918) Beş Hececiler'den yalnız Orhan Seyfi ile Halit Fahri'nin şiirleri görülüyor. Fa­ruk Nafiz'in onlara katılması, derginin 34. sayısından (7 Mart 1918) başlar.
Yeni mecmua, hükümet Mondros Müta­rekesi'nin hazırlığında iken, yayımına 66. sayıda (Ekim 1918) uzun bir süre için ara verince, Yusuf Ziya Ortaç, Şair (15 sayı, 12 Aralık 1918 - 20 Mart 1919) ve Halit Fahri Ozansoy Nedim (18 sayı, Ocak - Mayıs 1919) dergilerini çıkardı­lar. Üç beş ay dolmadan da İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali üzerine büs­bütün dağılan edebiyat okuyucularının eksilmesi üzerine» kapattılar.
Ülkü birliği açısından Beş Hececiler ara­sında birtakım bölünmeler, tutarsızlıklar; daha o tarihlerde görülmeye başlamıştı. Şair dergisinin 8. sayısında (30 Ocak 1919). Aruz'dan heceye, heceden aruza başlıklı .hafta Musahabesi’nde Yusuf Ziya Ortaç, durumu şöyle açıklı­yor: Halit Fahri Bey, birkaç ay evvel, heceye yeni biat ettiği zaman, bütün mühtedilere has bir hararetle bu vezni müdafaa için nasıl makaleler yazdıysa, bugün de heceden aruza tekrar ihtida et­mesi üzerine, yine aynı şiddetle eski vez­ni müdafaa ediyor...
Vezinden vezne bir adımda geçilemez. Yoksa Halit Fahri Bey gibi fırka siya­setlerine kapılarak, bir sene evvel Yeni mecmua müdürü Talat Bey'in hece vez­nine biat ettikten sonra, aradan kısa bir zaman geçince tekrar zamanın tahavvü­latına uyarak, Sabah gazetesi sermuhar­riri Ali Kemal Bey'in aruz veznine dön­mekle hiç bir şey yapılamaz...
Yusuf Ziya Ortaç'ın bu sert çıkışmaları­na sebep olan, Halit Fahri Ozansoy'un ilk yazısı, Şiire karışmayın! başlığı altında ve Münekkitler pişdarı Ömer Seyfettin Bey'e bir mektup olarak, Nedim'de çık­mış (sayı 2, 23 Ocak 1919), gene o der­gide peş peşe Halit Fahri Ozansoy'un, Faruk Nafiz Çamlıbel'in v,b. aruz şiir­leri yayımlanmıştı. Bu durumda, çıktık­ları müddetçe Şair'de Yusuf Ziya hece­nin, Nedim'de ise Halit Fahri aruzun sa­vunmasını yaptılar.
Gene aynı yılda, keza haftalık, Büyük mecmua çıkmaya başlamıştı (ilk sayı: 6 Mart 1919), Nedim dergisine aruz şiir­leri veren Faruk Nafiz, Büyük mecmua'­ya hece şiirleri yazıyor, Yusuf Ziya ise Büyük mecmua'da hece şairliğinde sebat ediyordu. Yusuf Ziya ile Faruk Nafiz'e, 7. sayıdan başlayarak hece şiirleriyle Or­han Seyfi'nin de katılması, Büyük mec­mua'da hece şiiri davasının yeniden kuv­vetleneceği fikrini uyandırmıştı. Ne var ki, Büyük mecmua, 1920 başlarında (ga­liba 18. sayıda) kapandı. Beş Hececiler'­den üçü (Halit Fahri, Orhan Seyfi, Faruk Nafiz) bu defa Yarın dergisine (1921­1922) şiirler verdiler. Çıkışı 1923 - 1928 arası Milli mecmua'da ise, Beş Hececiler'i izleyen yeni Hececiler (Halide Nus­ret, Necmeddin Halil, Ahmet Kutsi, Ne­eip Fazıl, Ömer Bedreddin, Ali Mümtaz v.b.) yer aldılar. Beş Hececiler'den yalnız Faruk Nafiz, Mitli mecmua'da birkaç aruz şiiriyle göründü.
Cumhuriyet döneminin çoğalan dergileri arasında (Hayat, Güneş, Aydabir, Çınar­altı, Varlık v.b.) Beş Hececiler zaman za­man dağıldılar, ara sıra birleştiler. Ama gerek ayrıyken, gerekse bir dergide bir­leştiklerinde aruz-hece farkı gözetmeksi­zin her iki vezinde de yazdılar.
Bir zamanlar Milli edebiyat, Milli vezin, Milli dil davası çevresinde birleşmiş bu ,şairler, heceye bütün sanat hayatları bo­yunca bağlanmadılarsa da, ona, kullan­dıkları dille daha ahenkli, daha kıvrak bir biçim verdiler. Hece şiiri, vezinle büyumedi, dille güzelleşti. Mehmed Yurdakul'daki kuruluktan, donulduktan kurtularak tabii, lirik, etkili, zarif görü­nüşlere büründü. İşlenen konuya göre heybetli-gür bir ses, kıvrak-esnek, ince bir güzellik kazandı.
Ömer Seyfettin, Genç Kalemler'in ilk sa­yısındaki, imzasız Yeni lisan makalesin­de (1911), Serveti fünuncular'ın konuşma diliyle yazı dilini, yani tabii dil ile suni dili birleştirmek yerine, kilometrelerce birbirlerinden ayırdıklarını söylemiş, on­ların öyle mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki, içinde hiç Türkçe yok­tur» demişti. Eski lisanın fenalıkların­dan hiç birini değiştirmemişler; yalnız naatleri, kasideleri, terkib ve terei-i bend­leri, muhammesleri, murabbaları, gazel­leri, kıtaları bırakıp, yerine sahte sone'­lerden müteşekkil, tatsız ve eskilerden daha manasız, çalma bir salon edebiyatı vücuda getirmişlerdir... demişti.
Ömer Seyrettin, gerçi, yeni bir düzeni kabul ettirmek isteyen her dava adamı gibi, Servetifünun şairlerine karşı eni­konu haksız konuşuyor, onların getirdik­leri yenilikleri toptan bilmezden geliyor­du; fakat gene de, Ali Canib Yöntem'in de belirttiği gibi (Hecenin Beş Şairi, ' 1956, sf. 9) .konuşulan güzel Türkçe'yi' yazı diline geçirerek yeni ve büyük da­vayı kazanan ve kazandıranlar, Ömer Seyfettin'in hikayeleri yanı sıra, şiirle­riyle Beş Hececiler oldular. Muhakkak bu kazanılan dava o kadar büyüktür ki, yazı dilini konuşma dilinden ayrı tutan yapı, bu sayede tamamen demode olmuş, şiir dünyamız da yeni bir zevk meydana çıkmıştır.
Ali Canib Yöntem'in işaret ettiği bu yeni zevk ile Beş Hececiler, ferdi du­yarlıkları, eski korsan hikayelerini, yurt köşelerini, Anadolu gerçeklerini şiire ge­çirdiler; yerli-milli bir sanat ve tarih mo­tifleri, yaşanan hayat dilimleriyle örülü bir memleket edebiyatı yaratmaya da Yöneldiler.
Beş Hececiler, çoğunlukla, hecenin on birli, on dörtlü kalıplarını kullandılar. He­ce'nin bazı duraklarında değişiklik yap­tıkları, on bir heceli vezni 7+4 olarak da böldükleri ve Servetifünuncular'ın bir tek manzumede türlü arılı kalıplarını kullanmak usulünü hece kalıplarına uy­guladıkları da oldu (Enis Behiç); hece ile serbest müstezatlar da denediler (Ha­lit Fahri). Mısra kümelendirmelerinde dörtlük esasına bağlı kalmadılar, yeni yeni biçimler aradılar; bir olay, bir hi­kaye anlatabilmek için beyit beyit kafiyeli, uzun şiirler de yazdılar. (Faruk Nafiz: Han Duvarları vb.). Nesir cümlesini şiire aktardılar: daha önce Tevfik Fikret’te görülen Nazmın Nesre benzemesi, nesirdeki söz diziminin şiirlerde de görülmesi, beş hececilerde çok rastlanılan bir özelliktir: cümlelerin yarım bırakıldığı, birkaç mısra devam ettiği, mısra ortasında sona erdiği oldu.
            Hece şiirlerini akından akına (Yusuf Ziya, 1916), dinle neyden (Faruk Nafiz 1919), bulutlara yakın (Halit Fahri 1920), Gönülden sesler (Orhan Seyfi 1922), Miras (Ensi Behiç 1927), gibi kitaplarda toplamış Beş Hececiler, bu vezni tiyatro eserlerinde de kullandılar
            1934 tarihli kanunla aldıkları soyadlarını bile, böyle bir milli şevk ve inancın dolaylı ifadelerinden biri diye düşünebiliriz.

Arşimet (Archimedes)

Arşimet (Archimedes) (M.Ö. 287, Sicilya - M.Ö. 212, Sicilya), Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır ancak pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın babası da Arşimet'tir.Roma generali Marcellus, Sirakuza'yı kuşattığında, Archimedes adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza'yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Arşimet'i de öldürdüler.Söylendiğine göre; "bu sırada Archimedes kum üzerine çizdiği çemberlerle hesaplar yapmaktadır. Elinde boynuna vurulmak üzere kaldırılan bir kılıçla yaklaşan romalı askere aldırmaz bile. Başını hesaplarından kaldırmadan "çemberlerime dokunma" der. Arşimedin kesik başı çemberlerin arasına düşer."Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır.Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4πr2 ve hacminin ise 4/3 πr3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi'nin değerinin 3 l/7 ve 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir.Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır.İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır:
Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır.
Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f1 · a = f2 · b Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir.
Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.
Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, 23 yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.
Sirakuza Savunması
M.ö. 216 yılında Arşimed 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Siraküza kıralı Hieron ölmüştü. İkinci Pön Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartaca'lılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus'u bir orduyla Siraküza'ya gönderdiler.
Yaşlı Arşimed, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiş, sessiz ve sakin bir hayat sürüyordu. Ama onun hikmet ve zekasına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimed, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti.
Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimed tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilk defa olarak gerçekleştiriliyordu.
Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu.
Arşimed'in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikaye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir.
Bununla birlikte Arşimed'in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. "Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !" diyerek Siraküza'yı tam bir ablukaya aldı..

Bedensel yetersizlik

Fiziksel (Ortopedik) Engellilerin Özellikleri
1. Bağımsız hareket edebilme becerileri devimsel koordinasyonları
sınırlıdır.
2. Hareketten çekinir, pasif kalmayı tercih ederler. Sıklıkla yorgunluktan
şikayet ederler.
3. Yetersizlikten etkilenme düzeylerine göre uyum, konuşma ve öğrenme
güçlükleri de görülebilir.
4. Düşük benlik algısı görülebilir.
Süreğen Hastalığı Olanlar Ve Hastanede Yatan Çocukların Özellikleri
Duygusal, sosyal ve uyum güçlükleri ile birlikte, ruhsal çöküntü
görülebilir. Psikolojik desteğe gereksinimleri vardır. Uyumsuzluk, çaresizlik ve
korku duyguları ortaya çıkabilir.
Bedensel yetersizliği olan çocuklar çeşitli şekillerde sınıflandırılmaktadır.
Best (1992) üç tip sınıflandırmadan söz etmektedir.
Özürün tipine göre sınıflandırma
1. Nörolojik sistemle ilgili yetersizlikler (beyin, omirilik ve sinir sistemi)
2. Kas-iskelet sistemi ile ilgili yetersizlikler
3. Sağlık bozuklukları
Nedenlere bağlı sınıflandırma
1-Doğum öncesi: Genetik olarak geçen bazı problemler, annenin geçirdiği
enfeksiyonlar ile ilgili problemler, oksijen yetmezliği, malnütrisyon, annenin
madde kullanımı ve anne karnında geçirilen travma
2-Doğum esnası: Doğum esnasında meydana gelen bazı problemler
3-Doğum sonrası: Sonradan oluşan hastalıklar ya da travmalar bağlı
yetersizlikler, vücudun parçalarında ya da fonksiyonlarındaki kayıplar. Çocuk
felci gibi enfeksiyonların neden olduğu özürler, kanser ve benzer gibi diğer
sağlık sorunları
Yetersizliğin derecesine göre sınıflandırma
1-Hafif: Yaşamını sürdürmek için destekleyici bir araca gereksinim
duymamakta, kişisel gereksinimlerini karşılayabilmektedir.
2-Orta: Kişisel gereksinimlerinde yardımcı araçlar kullanılmaktadır.
3- Ağır: Kişisel gereksinimlerini yardımsız yapamamaktadır.
B. EN ÇOK KARŞILAŞILAN ORTOPEDİK VE SAĞLIK
YETERSİZLİKLERİNİN NEDENLERİ VE ÖZELLİKLERİ
a- Ortopedik yetersizlikler: Organ Eksikliği: doğuştan veya sonradan
kol ve bacak gibi vücuda eklemlerle bağlı organlardaki eksikliklerdir. Örneğin,
parmağın olmaması,elin olmaması, ayağın, bacağın olmaması, gibi... Doğum
öncesinde annenin röntgen ışınlarına maruz kalması, ilaç kullanılması, geçirdiği
enfeksiyonlar gibi, doğum sırasında geçirilen kazalar, tıbbi müdahaleler, şeker
hastalığı gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Eğitimlerinde yardımcı protez ve
ortezler kullanılmaktadır. Ayrıca eğitsel çevre düzenlemeleri ve kişinin takılan
protezine /ortezine uyum sağlayabilmesi için psiko-sosyal ve eğitsel çalışmaların
düzenlenmesi gerekmektedir.
b- Cerebral Palsy(CP)–Beyinsel inme: Beynin zedelenmesinin neden
olduğu hareket bozukluklarını tanımlayan genel bir terim olarak kullanılmaktadır.
Bir kas koordinasyonu problemidir. Çocukların kasları ya da sinirleri zarar
görmemiştir, kaslar ya da sinirler beyin sapı ile bağlantı kurabilir, ancak beyin,
kasların kasılma ve gevşemesini kontrol etmek için gerekli sinyalleri uygun
şekilde göndermektedir. Beyinsel inme kısaca istemli hareketlerdeki ya da
duruştaki bozukluk olarak tanımlanabilir. İki önemli özelliği bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi beyin hasarı kalıtsal değildir, ikincisi ise ilerleyen bir özelliği
bulunmamaktadır.
Beyinde oluşan hasarların yeri ve büyüklüklerine ya da türüne göre zihinsel
problemler, algı ve duyu kusurları ve konvülziyonlar gelişebilmektedir
Doğum öncesinde , sırasında ve sonrasında beyinde zedelenmeye yol açan
herhangi bir durum beyinsel inmeye neden olmaktadır. Doğum öncesinde
annenin ateşli hastalıklara, zehirli maddelere yada röntgen ışınlarına maruz
kalması, anne karnındaki bebeğin zedelenmesine yol açar. Doğum sonrasında ise
geç ve güç doğum, oksijen yetmezliği, zehirlenme, yüksek ateş ve beyin
kanaması gibi doğum sonrasında oluşan etmenlere C.P’nin olası nedenleri
arasında yer almaktadır. C.P’nin tanılanması amacıyla özel bir test
bulunmamaktadır. Bunun için çocuğun tıbbi geçmişi ayrıntılı olarak araştırılmalı
ve hareketleri incelenmelidir. C P’ in belirtileri motor becerilerin gelişiminde
gecikme, normal olmayan hareket kalıpları ile refleksler ve kas konusunda artış
şeklindedir. Ayrıca konuşmada, işitmede ve görmede problemler olabilmektedir.
C.P’ nin devimsel yetersizliğin derecesine ve oluştuğu yere göre iki türlü
sınıflanmaktadır.
1- Devimsel Yetersizliklerin Derecesine Göre Beyinsel İnme: Bu
sınıflamada spastik, athetoid, ataksia, tremor ve rijiditi’yi kapsamaktadır.
2- Devimsel Yetersizliğin Oluştuğu Yere Göre Beyinsel İnme: Bu
sınıflandırma , monopleji, hemipleji, parapleji, tripleji, kuedripleji ve dipleji’ yi
kapsamaktadır.C.P’li çocukların eğitimi ve rehabilitasyonu çok yönlü bir
kavramdır. C.P’li çocuğun yönlendirilmesi, bütün gelişim alanları ile ilgili
uzmanlarla işbirliği içinde eğitimsel açıdan çok iyi gözlem gerektirmektedir.
Gözlemler;
a-Ailenin yaklaşımı ve işbirliği, çocuğun anneye bağımlılığı
b-Motor seviye
c-Zihinsel gelişim seviyesi
d-Sosyal gelişim
e-Nöbet geçirme durumu
f-Duyu organları ile ilgili problemlerin varlığı,
alanlarında yapılmalıdır ve çocuğun eğitim programı hazırlanmadan önce
konu ile ilgili olarak eğitimci aşağıdaki işbirliklerine girişmelidir:
Hekim-Eğitimci İşbirliği
a-Nöbet geçiren çocuk
b-Kasılmalar nedeni ile ilaç tedavisi ile gevşetilerek çalışabilecek çocuk
c-İlaçla tedaviyi gerektirecek kadar aşırı salya çıkaran çocuk
d-Konuşma gelişimi açısından ağız sağlığı kontrolleri
e-Görme engelli olan çocuklar
f-İşitme engelli olan çocuklar
Motor Gelişimi Yönünden Fizyoterapist-Eğitimci İşbirliği
Eğitim ünitesinde değerlendirilmesi yapılan çocuğun çalışma ve
faaliyetlerini sürdürebileceği en uygun pozisyon fizyoterapistlerle işbirliği ile
sağlanmaktadır.
a-Diz üstünde çalışmayı gerektiren çocuk
b-Üçgen yastıkta yüzü koyun pozisyonda baş kontrolünü sağlayarak
c-Ayaklı masada ayakta çalışması gereken çocuk
d-Atetozu nedeni ile ağırlık takılarak çalışması gereken çocuk
Psikolog-Eğitimci İşbirliği
a-Tırnak yeme sorunları
b-Uyum problemleri
c-Enürezis
d-Anneye aşırı bağımlılık
e-Psikolojik testler
Aile-Eğitimci İşbirliği
a-Ailenin eğitimin önemini kavraması
b-Çocuğun engelini kabullenmesi
c-Aşırı koruyucu aile tipi
d-Eğitim programı paralelinde çalışmaların günlük yaşam içinde
uygulanması
Bunlar çocuğa gerekli yönleri ile sağlandıktan sonra kaba motor-ince motor, dil,
kavram gelişimi alanlarında çalışmalara başlanabilir. Bu noktada önemli olan;
1-Çocuğun çevreye ve kendine güven duyması
2-Eğitimci ile iyi iletişime geçilmesi
3-Yönlendirildiği faaliyetlerin kendi düzeyini aşmaması
4-Beş duyusuna yönelik uyarıcılarla uyarılmasıdır.
Beyinsel inmeli çocukların eğitiminde önemli olan çocuğun yetersizliği
nedeniyle ulaşamadığı uyarıcı ve eğitsel çevreyi ayağına götürmektir. Bu
çerçevede, yetersiz olan duyularını mümkün olduğunca uyararak duyusal
gelişimini hızlandırıcı etkinlik ve düzenlemeler ile ellerini, bedenini
kullanabilmesi için gerekli hareketler adım adım sağlanmalıdır. Daha sonra
çocuğa kavramların öğrenilmesi ve vücudun daha etkili ve becerikli olarak
kullanılmasını içeren etkinlikler sunulmalıdır, sosyal ve yaratıcı etkinlikler de
eğitim programında mutlaka yer almalıdır.
Spastik: Türk Spastik Çocuklar Derneği’nin Rehberlik elemanlarına, Ana
Okulu Yetkililerine, İlkokul Müdürlerine, İlkokul Öğretmenlerine yönelik olarak
bu konudaki çalışmaları aşağıda sunulmuştur:
Beyin felci (Serebral Palsi), beyinden kaynaklanan hareket özrüdür.
Kaslarda kasılma, istemsiz hareketler, konuşma ve yürüme güçlüğü, hareketlerde
ve zihinsel faaliyetlerde yavaşlamaya yol açmaktadır, bu belirtilerin hepsi veya
birkaçı çocukta bulunabilir.
Bu hastalığın üç çeşit tedavisi vardır, üçü bir arada yapılır. Birincisi fizik
tedavi, ikincisi oyun, üçüncüsü okul eğitimidir. Bu nedenle serebral palsili
çocuğu okula kabul ederek tedavisine katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Ayrıca
anayasanın ilgili maddelerine uymuş oluyorsunuz. Beyin felçli çocuğun
eğitiminde güçlüklerle karşılaşacaksınız. Öğrenciniz ellerini kullanamasa,
konuşamasa bile, gözleri ve kulaklarıyla sizi sınıfta izlemesine izin vermeniz,
onun tedavisini kolaylaştıracaktır. Yaşıtlarıyla bir arada olması ruh sağlığını
koruyacaktır.
Aşağıdaki örneklerden yararlanabilirsiniz:
Ellerini zor kullanan çocuğu kalem kullanmaya zorlama yerine, elektrikli
daktilo kullanmaya sevk edebilirsiniz, okul aile birliğini bu konuda desteğe
çağırabilirsiniz.
Okuma-yazma çalışması sağlıklı çocuğunkinden biraz farklı olabilir. Fişle
cümle verip okumayı sökemezse, fişle kelime vermeyi deneyin, olmazsa heceye,
olmazsa harfle çalışmaya başlamak gerekebilir. Harflerin büyük ebatta olması
gerekebilir. Mika ve mıknatıslı harf ve rakam kullanmak gerekebilir.
Çizgi çalışmasında noktalı hattı kullanma çalışması kullanılabilir.
Zeka potansiyeli yüksek olup, konuşamayan, ellerini kullanamayan ve
işitmeyen çocuklar için bilgisayarlı eğitim gereklidir.
Beyin felçli çocuğun, üzeride çalıştığı kağıtları masaya selobantla
yapıştırarak sabitleyebilirsiniz. Avuçlarını güçlükle açan çocuklar için çok kalın
kalemler kullanabilirsiniz. (Örneğin: faber 2770, senatör 87)
Sınav yapmada sorunla karşılaşabilirsiniz, bu sorunu şu yollarla
çözümleyebilirsiniz:
1. Kağıt üzerindeki birkaç obje veya rakamdan isteneni eliyle veya
gözüyle işaretlemesi istenebilir.
2. Çoktan seçmeli değerlendirme yöntemi kullanılabilir.
Eğitimde kullanacağınız materyalleri velilere hazırlatabilirsiniz.
Bu çocuklarımızın beden eğitimi derslerinden muaf tutulması, yürüyemese
bile oturarak jimnastik hareketlerine katılması tedaviye katkı sağlayacaktır.
Epilepsi: Aslında bu bir sağlık sorunudur. Nöbetler en önemli özelliğidir.
Beyindeki düzensiz elektrik deşarjlarından kaynaklanan geçici nörolojik
Spastik: Türk Spastik Çocuklar Derneği’nin Rehberlik elemanlarına, Ana
Okulu Yetkililerine, İlkokul Müdürlerine, İlkokul Öğretmenlerine yönelik olarak
bu konudaki çalışmaları aşağıda sunulmuştur:
Beyin felci (Serebral Palsi), beyinden kaynaklanan hareket özrüdür.
Kaslarda kasılma, istemsiz hareketler, konuşma ve yürüme güçlüğü, hareketlerde
ve zihinsel faaliyetlerde yavaşlamaya yol açmaktadır, bu belirtilerin hepsi veya
birkaçı çocukta bulunabilir.
Bu hastalığın üç çeşit tedavisi vardır, üçü bir arada yapılır. Birincisi fizik
tedavi, ikincisi oyun, üçüncüsü okul eğitimidir. Bu nedenle serebral palsili
çocuğu okula kabul ederek tedavisine katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Ayrıca
anayasanın ilgili maddelerine uymuş oluyorsunuz. Beyin felçli çocuğun
eğitiminde güçlüklerle karşılaşacaksınız. Öğrenciniz ellerini kullanamasa,
konuşamasa bile, gözleri ve kulaklarıyla sizi sınıfta izlemesine izin vermeniz,
onun tedavisini kolaylaştıracaktır. Yaşıtlarıyla bir arada olması ruh sağlığını
koruyacaktır.
Aşağıdaki örneklerden yararlanabilirsiniz:
Ellerini zor kullanan çocuğu kalem kullanmaya zorlama yerine, elektrikli
daktilo kullanmaya sevk edebilirsiniz, okul aile birliğini bu konuda desteğe
çağırabilirsiniz.
Okuma-yazma çalışması sağlıklı çocuğunkinden biraz farklı olabilir. Fişle
cümle verip okumayı sökemezse, fişle kelime vermeyi deneyin, olmazsa heceye,
olmazsa harfle çalışmaya başlamak gerekebilir. Harflerin büyük ebatta olması
gerekebilir. Mika ve mıknatıslı harf ve rakam kullanmak gerekebilir.
Çizgi çalışmasında noktalı hattı kullanma çalışması kullanılabilir.
Zeka potansiyeli yüksek olup, konuşamayan, ellerini kullanamayan ve
işitmeyen çocuklar için bilgisayarlı eğitim gereklidir.
Beyin felçli çocuğun, üzeride çalıştığı kağıtları masaya selobantla
yapıştırarak sabitleyebilirsiniz. Avuçlarını güçlükle açan çocuklar için çok kalın
kalemler kullanabilirsiniz. (Örneğin: faber 2770, senatör 87)
Sınav yapmada sorunla karşılaşabilirsiniz, bu sorunu şu yollarla
çözümleyebilirsiniz:
1. Kağıt üzerindeki birkaç obje veya rakamdan isteneni eliyle veya
gözüyle işaretlemesi istenebilir.
2. Çoktan seçmeli değerlendirme yöntemi kullanılabilir.
Eğitimde kullanacağınız materyalleri velilere hazırlatabilirsiniz.
Bu çocuklarımızın beden eğitimi derslerinden muaf tutulması, yürüyemese
bile oturarak jimnastik hareketlerine katılması tedaviye katkı sağlayacaktır.
Epilepsi: Aslında bu bir sağlık sorunudur. Nöbetler en önemli özelliğidir.
Beyindeki düzensiz elektrik deşarjlarından kaynaklanan geçici nörolojik
Anksiyete belirtileri gösterebilirler. Zedelenmenin ağır olduğu durumlarda dili
anlama ve üretme yeteneğinde problemler görülebilmektedir.
b- Sağlık Yetersizlikleri:
1- Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu: Dikkat Eksikliğini ilk
araştıran uzman, sendromu bu adla tanımıyordu. George Fredick Still, 1902
yılında araştırmalarını 20 dizilik bir konferans şeklinde "Royal College of
Physicians" Londra'da sundu. Konferanslarında; saldırgan, asi, disipline
edilemeyen, aşırı duygusal, "ihtiraslı", kurallara uymayan, kaba, acımasız,
yalancı, dikkatsiz, aşırı hareketli, sakar ve saldırganlığı dolayısı ile diğer çocuklar
için tehlike arz eden çocuklardan söz etti. Still'e göre; bu çocuklarda "kronik bir
ahlak bozukluğu" vardı.
Still, bu çocukların uyarılma eşiklerinin diğer çocuklara oranla yüksek
olduğunu ve durumlarının kalıtımsal olduğunu da gözlemlemişti. Ancak o
zamanın anlayışı ile çocukların durumlarını "yeterince ahlaklı olmadıkları"
şeklinde tanımlamıştı. Bu davranışların anne babaların çocuklarını yanlış
yetiştirmelerinden değil; organik bir bozukluktan kaynaklanabileceği fikri ancak
20.yüzyılda göz önüne alındı.
Bir okyanus ötede ve bir on yıl sonra Amerikalı doktorlar hala Still'in tarif ettiği
belirtilerin etkilediği çocukları tartışmaktaydılar. Bu çocukların çoğunun bir ortak
noktası vardı: Dikkat Eksikliği Sendromu benzeri belirtilerin yanı sıra hepsi
1917-1918 yıllarında yaşanan "beyin humması salgını"ndan sağ kurtulmuş
çocuklardı.
Pek çok tıbbi makale bu çocukları "beyin humması sonrası davranış
bozukluğu" gösteren çocuklar olarak tanımlamışlardı. Still'in hastaları gibi bu
çocuklar da sosyal olarak rahatsızlık verici ve hafıza sorunu olan bireylerdi.
"Daha şefkatli, daha anlayışlı bir teşhis" konulmasına doğru ilk adım bu
çocukların beyin özürlü olarak adlandırılmak için çok zeki olmaları dolayısıyla en
alt düzeyde beyin özürlü diye adlandırılmaları ile atıldı. Böylece "minimal beyin
özürlü" tabiri popüler oldu. Hatta o kadar popüler oldu ki; çocukta görülür hiçbir
beyin özürü görülmese bile gene de bu teşhis kondu.
Bu teşhisin yarattığı bir başka sorun ise tanımın, tedavi uygulanabilmesi
için çok geniş kapsamlı olmasıydı. Örneğin günümüzde öğrenme zorluğu, gelişim
bozukluğu, asilik ve dikkat eksikliği adları verilen tüm sendromlar, minimal
beyin özürü olarak tanımlanıyordu.
Hiperaktivite ilk kez 1957'de Laufer ve Denhoff ile 1960'da Stella Chess
tarafından adlandırıldı. Zaman içinde de bu bozukluğun doğru adı olarak psikoloji
çevrelerinde kabul edildi. Yeni terim, daha sonra Dikkat Eksikliği ile
Hiperaktivite olarak adlandırılacaktı ancak dikkat eksiklikleri olduğu halde
hiperaktif özellikler göstermeyen çocuklara da aynı teşhis konmaktaydı.
70'li yıllara gelindiğinde, hiperaktivite konusunda 2000 çalışma yapılmıştı.
Özellikler arasında aşırı hareketlilik, dürtüsel davranma, dikkat toplayamama ve
sabırsızlık vardı. Bu çalışmalara göre aşırı hareketlilik en belirgin özellik olarak
ortaya çıkıyordu ve belirtiler ergenlik çağında ortadan kalkıyordu.
1972 yılında Virginia Douglas, Kanada Psikoloji Birliğine sunduğu bir
çalışmayla; dikkat eksikliği ve düşünmeden hareket etmenin, bu çocuklarda aşırı
hareketlilikten daha fazla dikkat edilmesi gereken bir nokta olduğunu öne sürdü.
Böylece çalışmalar aşırı hareketlilikten, dikkat toplayamama sorunlarına yöneldi.
Douglas'ın çalışma arkadaşı, Gabriel Weiss, uzun süreli araştırmalarının
sonucunda çocuklardaki hiperaktivitenin, ergenlik çağında ortadan kalkma
ihtimalinin olduğunu ancak dikkat ve davranış sorunlarının kalacağını iddia etti.
1980 yılından 1989 yılına kadar geçen sürede, binlerce araştırma yapıldı ve
Dikkat Eksikliği ile Hiperaktivite Sendromunu pediatrik psikoloji tarihinde
üzerinde en fazla çalışılan konu yaptı. Yalnızca üzerinde en fazla çalışılan değil
aynı zamanda da en fazla alt konuya bölünmüş olan konu; bir zamanlar "Minimal
Beyin Özürü" olarak tanımlanan sendrom bugün şu alt konulara bölünüyor:
Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Sendromu (dikkat toplama bozukluğu ağırlıklı)
Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Sendromu (dürtüsel davranış bozukluğu ağırlıklı)
Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Sendromu (dürtüsel davranış bozukluğu ve dikkat
toplama bozukluğu)
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite: Aşırı hareketlilik olarak dilimize çevrilecek
olan hiperaktivite kelimesini son birkaç yıldır halkımızın sıkça duymaya ve
kullanmaya başladı. Ancak hiperaktivite konusunda kulaktan duyma yalan yanlış
bilgilerin aileyi yanlış yönlendirmesi engellenemedi. Hiperaktivite nedir? Ne
Değildir ? Belirtileri nelerdir ve nasıl tedavi edilir? Tüm bu soruların bilimsel
gerçekler ışığında doğru cevaplarını aramak ve bulmak gerekmektedir. Geniş
anlamıyla ciddi bir toplumsal sorun olan bu durumu görmemezlikten gelmek,
yokmuş gibi kabul etmek ya da “biz de çocuk iken böyleydik” diyerek
geçiştirmeye çalışmak aslında bu çocuklara yapabileceğimiz en büyük haksızlık
olacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki hiperaktivite konusunda son yıllardaki
çabalara karşın halkımız arasında ciddi bir bilgi eksikliği vardır. Hatta bu konuda
detaylı bilgi sahibi olmaları gereken eğitimcilerin bazılarının ortaya koydukları
tutumları anlamak mümkün değildir.
Hiperaktivite çocuğun sadece yaramazlık sorunu değildir. Her yaramaz çocuğun
hiperaktif olduğunu söylemek mümkün değildir. Aslında temel yanlış bu tıbbi
durumun adını tam olarak bilmemekte yatmaktadır.
Tam adıyla DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİTE çocuklarda üç ana
belirtisinin belirli oranlarda görüldüğü tıbbi bir sorundur:
1- Dikkat eksikliği hiperaktivitenin birinci ana belirtisi aşırı hareketliliktir.
Bu çocuklar yaşıtlarıyla kıyaslandığında onlardan daha hareketli olmalarıyla
dikkat çekerler. Adeta yorulmak bilmezler, sürekli hareket halindedirler. Ev
içinde koşuşturur, yükseklere tırmanır, dolap tepelerinde gezerler. Bir motor
tarafından sürülüyor gibidirler. Bir kısmı bu derece hareketli olmayabilir ancak
bir yerde oturması beklenen kısa bir süre dahi oturamazlar. Kıpır kıpırdırlar, elleri
dursa ayakları durmaz. Dur ve yapma sözünden anlamazlar.
2- İkinci ana belirti dikkat eksikliğidir. Esasen bu çocuklarda en çok gizli
kalan yön de budur. Hiperaktif çocukların büyük kısmı dikkatlerini
yoğunlaştırmakta güçlük çekerler. İlgilenmeleri gereken işlerle kısa süreli
ilgilenir çabuk sıkılır ve hemen başka bir etkinliğe geçerler. Sabırsızdırlar işlerin
hemen halledilmesini isterler ve beklemeyi sevmezler. Sürekli sıkıldıklarından
bahsederler. Özellikle öğrenmeyle ilgili alanlarda dikkatlerini yoğunlaştıramazlar.
Masanın başında oturma süreleri çok kısadır. Çeşitli bahaneler uydurarak sık sık
masanın başından kalkarlar. Okumayı ve yazmayı sevmezler. Dikkatlerinin dış
uyaranlarla çabuk dağılması nedeniyle sınıf içinde tahtayı ve öğretmeni takip
edemezler. Ders dışı işlerle uğraşır ve dersi gerektiği gibi izleyemezler.
Öğretmenler sıklıkla dersi dinlemediklerinden arkadaşlarını rahatsız ettiklerinden
yada onların dikkatlerini dağıttıklarından söz ederler. Sınavlarda dikkatsizlik
nedeniyle çok basit hatalar yaparlar. Cevabını bildikleri sorulara dahi yanlış
cevap verirler. Soruyu sonuna kadar okuma sabrını gösteremezler. Test
sınavlarında çabuk sıkıldıkları için bazı okumadan cevaplarlar. Sınav sonuna
kadar beklemeden hemen cevap kağıdını öğretmene verirler. Evde başında kimse
olmadan ödevlerini kendi başlarına yapamazlar.
3- Üçüncü ana belirti dürtüsellik yani sonunu düşünmeden eyleme
geçmedir. Bu çocuklar sonradan pişman olacakları hareketleri sonunu
düşünmeden gerçekleştirirler. Özellikle başkalarına söz ya da fiille sataşır ve
huzursuzluk çıkarabilirler. Diğer çocuklarla ilişkilerinde geçimsiz olabilir ve bu
nedenle arkadaşları arasında istenmeyen çocuk ilan edilirler. Tepkilere abartılı ve
bazen acımasız olabilir. Korkusuzca davranmaları çeşitli tehlikelerle yüz yüze
gelmelerine neden olur. Çıkılmayacak yüksek bir yere çıkar, evden çok uzaktaki
yerlere yalnız başına gider ya da kesici aletlerle oynayabilirler. Tüm bu belirtiler
çocuğun sosyal uyumunu bozar. Kısaca bu çocuklar kendilerini kontrol etmedeki
güçlükleri nedeniyle nerede durmaları gerektiğini bilemezler.
Dikkat eksikliği hiperaktivite dendiğinde halkımız genellikle bu son belirti
kümesini anlamakta ve hiperaktif çocuk denince vuran , kıran uyumsuz çocukları
anlamaktadırlar. Oysa hiperaktivite çok geniş yelpazede belirtilerin bir arada
bulunduğu bir durumdur. Çocuğun yaşına göre belirtilerin içeriği değişebilir.
Örneğin küçük yaş çocuklarda daha çok aşırı hareketlilik belirtileri ön planda
iken okul döneminin başlamasıyla birlikte dikkat eksikliği belirtileri daha ön
plana çıkar. Ayrıca bir çocukta saydığımız bu üç ana belirtinin tamamının
bulunması gerekmez. Bazı çocuklarda dikkat eksikliği ön plandadır ve bu
çocuklar aşırı hareketli değildirler. Bazı çocukların ise dikkatleri iyi olmasına
karşın aşırı hareketlilikleri ve uyumsuzlukları ön plandadır.
Aşırı hareketlilik çok göz önünde olan bir belirti olması nedeniyle hemen
dikkat çeker. Ancak dikkat eksikliği daha çok öğrenme ile ilgili alanlarda
belirginleşir. Özellikle ilkokul döneminde ders başarısızlığı ve derslere karşı
ilgisizlik ve isteksizlik şeklinde ortaya çıkar. Aile ve öğretmenler tarafından
yanlış olarak çoğunlukla tembellik, haylazlık hatta zeka düzeyinde gerilik olarak
nitelendirilir. Oysa dikkat eksikliği hiperaktivitenin zeka ile doğrudan bir
bağlantısı yoktur. Yani yukarıda saydığımız belirtiler ileri ya da geri zekalılığın
belirtisi değildir. Halk arasında “zeki çocuk hareketli olur” gibi yanlış bir kanı
vardır. Oysa zekanın az ya da çok olması hiperaktivite ile ilgili değildir.
Hiperaktif çocuklar dikkat eksikliği nedeniyle yaşıtlarından daha zeki olsalar dahi
okulda kendilerinden beklenen başarıyı gösteremezler. Özellikle ilkokulun 3. ve
4. sınıflarından sonra ders başarılarında belirgin düşme gözlenir. Önceleri kısa
süreli dikkatleriyle başarabilecekleri dersler ağırlaştıkça derse olan ilgileri azalır.
Aşırı hareketliliği ve uyum sorunları olmayan ancak belirgin derecede dikkat
eksikliği olan çocukların gözden kaçması daha kolaydır.
Hiperaktif çocukların yaşadığı zorlukların başında sosyal uyum zorluğu
gelir. Aileyi ve eğitimcileri en fazla uğraştıran konuların başında bu çocukların
uyumsuzlukları yer alır. Evde ve sınıf içindeki davranışları nedeniyle
büyüklerinden sürekli kötü laf işiten, azarlanan ve zaman zaman cezaya
çarptırılan bu çocukların öz güvenleri giderek azalır. Toplumsal kuralları
öğrenmedeki zorlukları giderek davranış bozukluğu boyutuna ulaşabilir. Ev
içinde uyulması gereken basit kurallardan, genel geçer ahlaki kurallara kadar tüm
sınırlama ve yaptırımlara olan karşı reaksiyonları nedeniyle çevresinden büyük
tepki alırlar. Her ne nedenle olursa olsun bu çocuklara uygulanacak şiddet ve
ölçüsüz cezalar sorunun çözümüne yardımcı olacağı yerde onu daha da büyütür.
Anne babalar “ne iyilikten ne de kötülükten anlıyor” sözleriyle bunu dile
getirirler. Ancak unutulmaması gereken bu çocuklara sert anlayışsız ve katı tutum
sergilemenin kesinlikle yarar sağlamadığıdır. Her çocuk gibi hiperaktif çocukların
da sakin, yumuşak ve anlayışlı yaklaşımlardan daha fazla olumlu mesaj aldıkları
bilinmektedir. Bazı anne babalar sınırları hayli zorlayan bu çocuklara sert
davranılması ve taviz verilmemesi gerektiğini düşünürler. Oysa yapılması
gereken temel kuralları zedelemeden ve başı boş bırakmadan sınırları oldukça
esnek tutmaktır.
Kimi zaman “bizim zamanımızda “ sözüyle başlayan ve konuyu tanımlama
ve anlamadan uzak yaklaşımlar ifade eden sözlerle karşılaşmaktayız. “Bizde
yaramazdık ama bizi babamız döverek adam etti” gibi aymaz ve cahilce sözlerle
olaya yaklaşmak sonunda telafisi mümkün olmayan yaralar açmaktadır. Yapısal
olarak kural tanımamaya meyilli bu çocukları yapacağınız yanlışlarla çok riskli
bir ortam içine atmış olacağınızı unutmamalısınız.
Tüm bu hatalı yaklaşımların sergilenmesinin asıl nedeni dikkat eksikliği
hiperaktivitenin neden oluştuğunun bilinmemesidir. Yanlış bir şekilde bu tıbbi
durumun çocuğun terbiye sorunu gibi ele alınması aileyi çıkmaza sürüklemekte
ve hata üzerine hata yapılmaktadır. Dikkat eksikliği hiperaktivite temelde beyin
metabolizmasında bozukluk nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bu bozukluk
anne karnında geçirilen hastalıklar,doğum travması, genetik geçiş gibi çeşitli
nedenlere bağlı oluşabilir. Bu çocuklarda özellikle beyindeki dikkat ve hareket
merkezinin düzenli ve yeterli fonksiyon görmediği tespit edilmiştir. Özellikle son
2-3 yıl içinde yapılan ileri tekniklerin kullanıldığı geniş çaplı bilimsel
araştırmalarda beyin metabolizmasındaki bu bozukluğun hücresel boyutta
açıklanması mümkün olmuştur. Dolayısıyla hiperaktivite ailenin yaklaşımları
nedeniyle oluşmuş bir durum değildir. Çocuğun yapısal sorunu ailenin hatalı
tutumuna bağlamak uygulanacak yaklaşımları değiştireceğinden zaman kaybına
neden olacaktır. Tüm bunlardan çocuğun davranışlarında ailenin rolü yoktur
anlamı çıkmamalıdır. Ailenin yanlışları temelde var olan sorunun daha da içinden
çıkılmaz bir hal almasını sağlayacağı bir gerçektir.
Dikkat eksikliği hiperaktivite son yılların sorunu değildir. Önceleri de
benzer belirtileri olan çocuklar vardı. Ancak tembel, yaramaz, haylaz ve şımarık
yakıştırmalarıyla gözden kaçıyor ve bu çocuklar eğitim açısından ve sosyal
konum olarak olmaları gereken yerlerde olamıyorlardı. Maalesef günümüzde
hiperaktivitenin ülkemizde iyi tanındığını söylemek mümkün değildir. Bugün
A.B.d de yaklaşık 5 milyon çocuğun bu tanıyı aldığı ve toplumda görülme
oranının yaklaşık % 4-5 gibi olduğu düşünülürse bu gerçek daha iyi anlaşılmış
olur.
Dikkat eksikliği hiperaktivitenin teşhisi bir çocuk psikiyatristi tarafından
yapılmalı ve ancak hekimin önerisiyle tedaviye başlanmalıdır. Tablonun ağırlık
derecesine ve çocuğun okul başarısını ve sosyal uyumunu ne derecede
etkilediğine bakılarak tedavi planlanır. Tedavide birinci ve en önemli basamak
ilaç tedavisidir. Ancak ilaç tedavisine hekimin uygun gördüğü çocuklarda
başlanır. Bir kısım çocuklarda eğitim hayatı fazla etkilenmiyor ve uyum sorunu
yoksa ilaç tedavisi ertelenebilir ya da yapılmaz. Kullanılan ilaçların asıl amacı
çocuğun dikkatini artırmak ve hareketlerini kontrol edebilmesini sağlamaktır.
Bugün tüm dünyada bu amaca yönelik geliştirilmiş ilaçlar kullanılmakta ve
çoğunlukla yüz güldürücü sonuçlar elde edilmektedir. Anne babaların ilaç
tedavisi konusunda bilgi eksikliği ve yanlışlığı nedeniyle tereddütleri
olabilmektedir. Kullanılan ilaçların çocukları uyuşturacağı ya da bağımlılık
yapabileceği gibi yanlış bir kanaat vardır. Dikkat eksikliği hiperaktivite
tedavisinde günümüzde oldukça güvenilir ilaçlar kullanılmakta ve bunların uzun
ve kısa vadede bizleri tedirgin eden yan etkileri bulunmamaktadır. Yani bu ilaçlar
uyuşturucu değildirler ve çocuklarda bağımlılık yapmazlar.
Bu tıbbi durumun ilaç tedavisi yanında eğitsel tedavilerle desteklenmesi de
gerekebilir. Özellikle dikkat eksikliği belirgin olan çocukların kalabalık sınıflarda
öğrenebilmeleri hayli zordur. Bu nedenle okula destek olarak bireysel eğitime
alınmaları da gerekebilir. Tüm bunların yanında ailenin doğru bilgilenmesi ve
çocukla olan ilişkilerinde yanlış yapmamaları için rehberlik almaları şarttır.
2- Dikkat Sorunu Olan Çocukların Eğitimi: Sınıfta çocukların dikkatlerini
toplayamamalarının birçok nedeni olabilir. Örneğin çocuk görsel olarak aşırı
duyarlı olabilir. Camdan gelen parlak güneş ışığı ya da panodaki canlı renkler bu
çocuğun dikkatini dağıtabilir. Kokulara duyarlı başka bir çocuk ise öğretmenin
parfümü ya da hayvanların bulunduğu bir kafes yüzünden dikkatini dağıtabilir.
Sese aşırı duyarlılık da benzer sonuçlar doğurabilir. Örneğin motor sesi gibi alçak
frekanstaki seslere duyarlı çocuklar ders boyu bu sesi duyarlar. Öncelikle bu
çocukları daha az rahatsız olacakları bir ortama çekerek dikkatlerini
toplamalarına yardımcı olabiliriz.
Diğer taraftan akranlarına göre daha az reaksiyon veren ve bir ses
duyduklarında odaklanamayan çocuklar olabilir. Genellikle sese yada kendilerine
dokunulduğunda cevap vermezler. Kendi dünyalarında yaşıyor gibidirler.
Bireysel farklılıklar
Unutulmamalıdır ki gelişimsel sorunları olan çocukların problemleri birden
fazla olabilir. Örneğin duyarak algılama sorunu olan çocuk kendine verilen birden
fazla yönergenin sadece bazılarını duyar ve diğerlerine cevap vermiyor ya da ona
göre davranmıyor gibi gözükebilir.
Görerek ve alan hissi ile kavrama ve işleme problemleri olan çocuklarda da
dikkat ve konsantrasyon problemleri yaşanabilir. Bu problemi olan çocuğun
gözlüğe ihtiyacı yoktur. Sadece gördüklerini düzenlemede güçlük çekmektedir.
Örneğin bu çocuğun odasında bir şey saklarsanız çocuk odanın her tarafına
bakmaktansa sadece belli yerleri arar. Bu çocuklar bazen aşırı odaklanabilirler
bazen de hiç odaklanamazlar. Duyduklarıyla gördüklerini ilişkilendirmekte
güçlük çekerler, bu okumayı ve dikkati toplamayı etkiler ve bu yüzden dikkatleri
kolayca başka alanlara dağılır.
Motor hareketleri planlama ve sıralama güçlüğü olan çocuklarla da dikkat
problemi yaşanabilir. Bu güçlük karmaşık hareketleri planlama ve sıralamada,
düşünceleri sıralamada kendini gösterir. Bu probleme genellikle algı güçlüğü
problemlerinden daha sık rastlanır. Örneğin giyinmeye çalışan bir çocuk
düşünelim. Bu eylem için 10 basamak gerekli olabilir. Sıralama ve düzenleme
güçlüğü olan bir çok bir arada 3-4 basamağı yapabilir ve arkadan başka bir şeye
yönelebilir. Diğer bir deyişle başkalarının düşünmeden otomatik olarak yaptığı
bir şeyi yapabilmek için bu çocuk her basamağı düşünmek zorundadır.
Dikkati fark edebilmek
Dikkat birçok faktörün bir arada çalışabilmesiyle ortaya çıkar. Eğer dikkati
oluşturan nedenleri tek bir neden olarak görürsek ya da dikkati dağıtabilecek
farklı nedenleri görmezden gelirsek farklı yöntemlerle kendi kendilerine yardımcı
olmayı öğrenebilecek çocuklara önce biz yardımcı olamayız. Bu yüzden farklı
farklı çocuklarda bu sorunu yaratan nedenleri anlamaya çalışmalıyız. Ve her
çocuğa kendi gereksinim duyduğu alanda destek olabiliriz.
Daha yakından bakarsak
Dikkatini veremeyen çocukların bazıları kendi içlerine dönük ve hayal
aleminde gibidir bazıları ise aşırı hareketli ve saldırgan olabilirler. İlginç olan
aşırı hareketli olan çocukların temas, ses ve hatta bazen acıya karşı az hareketli
olmalarıdır. Bu çocuklar duyulara gereksinim duyarlar ve bu uyarıcılar için
hareket ederler. Kendi içlerindeki hareket güdüsünü doyurmak için sürekli
hareket etmek isterler. Diğer taraftan kendi içsel hareket hislerine karşı gelmek
isteyenler de hareket etmekten hoşlanmazlar. Bu çocuklar çok atlayan zıplayan
çocuklar değildir.
Ayrıca endişe ve korku da çocuklarda aşırı hareketlilik ve dikkatsizlik
yaratabilir. Bazı çocuklar ise çevrelerindeki ilaçlara, yiyeceklere ve kimyasallara
duyarlı olabilir. Yüksek ses, hareket ve karışıklık çocuklara aşırı bir yük
bindirebilir. Her durumda bireysel olarak o çocuğun dikkat probleminin tam
olarak neden kaynaklandığının bulunması gerekir.
Veli ve uzmanlarla birlikte çalışma
Birlikte çalışmada öğretmenler ve veliler anahtar durumdadır. Çünkü
çocuğu en iyi onlar tanır. Çocuğun hangi durumlarda, sadece okulda değil evde
ve arkadaşlarıyla iken ne yapıp ne yapmayacağını onlar bilir. Diğer uzmanlar da
çocuğun güçlü ve zayıf yanlarının belirlenmesine ve bunların anlaşılmasına
yardımcı olabilirler. Çocuk psikiyatrı ya da psikoloğu çocuğun bilgiyi algılama ve
işleme güçlüklerine bakabilir, aile dinamiklerini inceler, endişenin rolünü
araştırabilir ve öneriler getirir.
Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu
Şu ana kadar Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu olarak adlandırılan
sorunun nedenini oluşturan bir genetik faktör yada nörokimyasal faktör
belirlenememiştir. Araştırmalarda da tek başına ayrıştırılabilen bir neden
bulunamamıştır. Belki de sorun birden fazla faktörün bir araya gelmesiyle
oluşmaktadır. Bütün bu soruların cevapları hala bulunmamış olduğu için
karşılaştığımız dikkat ve gelişim sorunları ile ilgili benimseyebileceğimiz
yaklaşımda kendi kendimize şunu sormalıyız: Çocuğun hangi fonksiyonlarında
güçlüğü var? Motor hareketler ve sıralama mı? Söyleneni anlaması mı? Seslere
ve temasa cevap vermesinde mi? Hep hareketlilik aramasında mı? Böylece her
çocuğa kendi gereksinim duyduğu alanda yardımcı olabiliriz.
Güçlü tarafları öne çıkarma
Problemlere çözüm olarak bir tek şeyi gösterebilmek çok çekicidir. Ancak
bir çocukta Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu olduğuna karar vermek ve ilaç
tedavisine yönelmek bizim altta yatan diğer güçlü tarafları ortaya çıkarmamıza
engel olabilir. İlaç tedavisi bazı çocuklara yardımcı olur bazılarına olmaz.
Öncelikle çocuğun altta yatan güçlü taraflarını ortaya çıkararak nasıl bir gelişim
göstereceğini görebilirsiniz. Ondan sonra ilaç tedavisinin yararlı olup
olmayacağına karar verebilirsiniz.
Diyelim ki bir çocukta tipik bir planlama ve düzenleme/sıralama sorunu
var. Okula gitmeye hazırlanırken arka arkaya neler yapması gerektiğini unutuyor.
Bu durumda görselleştirme egzersizleri ile arkadan gelecek hareketi hatırlatma
çok yararlı olabilir. Bunun için anne baba çocukla birlikte her gün oturup ertesi
gün okulda neler olacağını, güzel şeyleri zor şeyleri, çocuğun nelerden hoşlanıp
nelerden hoşlanmayacağını konuşurlar. Bundan önce genellikle serbest oyun ile
başlamak çocuğun güvenini yerleştireceği ve genel bilişsel/duyuşsal becerilerini
arttıracağı için yararlıdır. Bu aktivitenin yararı anne baba ve çocuk için birlikte
yarın olacakların bir senaryosunu sanki televizyondaymış gibi gözlerinin önüne
getirebilmektir. Bu görselleştirme sayesinde çocuk yarın için daha iyi
hazırlanabilir ve yapması gerekenleri sıralamayı öğrenebilir.
Başka bir örnekte çocuk dışarı çıkmak istiyorsa ve yine
sıralama/düzenleme güçlüğü varsa onun dışarı çıkma isteği ve motivasyonunu
kullanarak çıkmadan önce bazı şeyler yapmasını isteyebilirsiniz. Bu sayede
planlamayı, sıralamayı ve daha dikkatli olmayı öğrenebilir.
Onlarla etkileşim biçiminizi çocukların gereksinimlerinize göre
ayarlayabilirsiniz. Örneğin duyma algılama sorunu olan çocuklarla hızlı hızlı
konuşmakla onlara ulaşamazsınız. Sakince ve yavaş sesle kısa bölümlerle
konuşursanız dikkatlerini toplamalarına yardımcı olabilirsiniz. Ayrıca bu
çocukların çoğunun görsel tarafları güçlü olduğu için onlara hem sözel hem
görsel olarak yaklaşabilirsiniz. Örneğin bir şeyi hem gösterip hem de ismini
söyleyebilirsiniz.
Hareketleri sözcükleri ve görselleri birlikte kullanabileceğiniz diğer
çocuklar da görsel algı bakımından zayıf ama duyarak algı bakımından güçlü olan
çocuklardır. Özetle öncelikle kuvvetli olan bir alanı bulup bunu araç olarak ve
pekiştirme ve motivasyon için kullanabilirseniz çocukların dikkat sorunlarını
aşabildiklerini göreceksiniz. Bütün zamanınızı bir güçlüğün düzeltilmesine
harcayacağınıza zamanınızın yarısını var olabilecek birden fazla güçlü alanın
geliştirilmesine yönelik olarak harcaya bilirsiniz. Böylelikle çocuk kendi doğal
marifetlerini kullanarak ve daha da geliştirerek kendine güvenini kazanacaktır.
3- DEBH Olan Çocuklarda Öğretmen Tutumu
1. Sürekli gözlem altında tutabileceğiniz ön sıralara oturtun. Yeri cam kenarı,
pano yanı gibi uyarıcılardan uzak olsun.
2. Yanına daha sakin, davranışları ile örnek olabilecek, liderlik özelliği olan
bir arkadaşını oturtun.
3. Ders süresi içinde zaman zaman hareket imkanını sağlayan uygun
aktivitelere yönlendirin.(tahtayı sil, kağıdı çöpe at, kitabı getir...) tüm
sınıfın katıldığı basit egzersizler yaptırılabilir. (baş sallama, omuz silkme,
el bileklerini çevirme....)
4. Bazen kendi kendine konuşması, bazı sesler çıkarması, ayaklarını sallaması
sizi şaşırtmasın. O birkaç şeyi bir arada yapabilir. Sizi dinlerken eli, ayağı
başka bir şeyle uğraşabilir. Bunu yadırgayıp durdurmaya kalkışmayın.
5. Ders anlatırken omuzuna dokunun, saçlarını okşayın. O daha çok görsel ve
dokunsal uyaranlardan etkilenir ve öğrenir. Sürekli göz göze gelmeye
çalışın. Böylece onu daldığı alemden geri getirebilirsiniz.
6. Sınıfta şakacı olmak, alışılmışın dışında neşeli biri olun. Dersi esprilerle
süslemek, görsel-işitsel malzemelerle zenginleştirmek işinizi
kolaylaştıracaktır.
7. Uzun yazılı ödev vermeyin. Bu durum onu yıldırır ve çaresiz bırakır. Bu
yüzden ödevlerini ayrı verin.
8. Küçük de olsa başarılarını sınıf içersinde onurlandırın. Övün, cesaret verin,
onaylayın, umutlandırın.(....yapışına hayran kaldım,sana güveniyorum,
senin düşüncen benim için önemli...) O kadar fazla başarısızlık yaşarlar ki
vereceğiniz her türlü olumlu tepkiye ihtiyaçları vardır.
9. Tahtadakileri yazmak uzun zaman alabilir, ek süre verin. Ödevlerini tam
alıp almadığını kontrol edin, böylece bu çocukların en büyük
özelliklerinden biri olan ERTELEMENİN önünü alabilirsiniz.
10. Mutlaka ödevlerini kontrol edin, yapmamışsa nedenlerini araştırır ve o
nedenleri gidermeye çalışırsanız ona yol göstermiş ve onu motive etmiş
olursunuz.
11. Başarılı olduğu alanlarda ön plana çıkarın, böylece kendine güven
duygusunu artacağı gibi olumlu davranışlarını geliştirmeye yoluna
gidecektir.
12. Dikkati dağılmaya başlayan öğrencinize(anlattığınız konuyla ilgili olması
şart değil) basit bir soru sorun.
13. Ona nasıl yardımcı olacağınızı sorun. Sezgileri genellikle çok gelişmiştir.
Nasıl daha iyi öğrenebilecekleri konusunda en büyük ‘UZMAN’
kendisidir.
14. Kendi başlarına iç dünyalarını düzenleyemedikleri için dış dünyalarının
başkaları tarafından düzenlenmiş olmasını isterler. Onların
yönlendirilmeye, sınırlar konulmasına ve düzene ihtiyaçları vardır.
15. Sınırlar koymaktan çekinmeyin. Sınırlar çocuklara ceza vermek için değil,
onların rahatlığı ve çevrelerine güven duymalarını sağladığı için konur.
16. Kuralları yazın her dakika göz önünde olabileceği bir yere asın. Çocuklar
kendilerinden emin olduklarında, çevrelerindeki kişilere daha fazla güven
duyacaklardır.
17. Basit anlaşılması kolay direktifler verin. İşlerin nasıl yapılması gerektiğini
tekrarlayın, yazın,söyleyin. Çünkü direktifleri birden fazla duymak
ihtiyacındadırlar.
18. Mümkünse, belli bir zaman içinde bitirilmesi gereken sınavlar yapmayın.
Sınavlara zaman belirlemenin eğitsel bir değeri zaten yoktur. Belirli bir
zaman içinde bitirilmesi gereken sınavlara, çocukların bildiklerini gösterme
fırsatı vermez. Bazen yazılı sınav yerine sözlü sınav yapılabilir.
19. Sınıf dışı bir iş oluşturarak, bazen sınıftan çıkmasını sağlayın.(araç-gereç
aldırma veya gönderme....)
20. Çocuğun neler öğrendiğini sık sık kontrol edin. Bu kontroller sonucu
çalışmaya devam eder, kendilerinden neler beklendiğini bilir, hedeflerine
ulaşıp ulaşmadıklarını gözlemleyebilir ve cesaretlenirler.
21. Büyük projeleri, küçük veya bitirilmesi kolay parçalara bölün. Bu kurallar
çocukların öğrenmelerindeki en hayati kuraldır. Büyük projeler öğrencileri
hemen yıldırır ve ‘ Ben bunu bitirmeyi asla başaramam’ demelerine neden
olur. Bu durum öfke nöbetlerine veya yenilgiyi baştan kabullenmek
duygularının yerleşmesine neden olur.
22. Fazla heyecan oluşturmaktan kaçının. Unutmayınız ki bu çocuklar
kaynamakta olan süt tenceresine benzerler, kaşla göz arasında taşarlar.
Ateşi hemen söndürebilmek için sütten gözünüzü ayırmamak gerekir.
23. Öğretirken konu başlıklarını kullanın, ana fikir çıkarmayı öğretin. Bu
yöntem çocuğa öğrenmeyi başardığı bilgilerin gerekli olduğu duygusunu
da aşılayacaktır. Çünkü genellikle öğrendiklerinin gereksiz, hiç
kullanılmayacak olarak düşünürler.
24. Sözlü ve yazılı anlatımı birlikte kullanın. Bu tür bir eğitim, bilgileri hiç
silinmeyecek şekilde çocukların akıllarına kaydedecektir.
25. Çocukların kendilerini değerlendirmeleri için onlara yardımcı olun. Çoğu
zaman nasıl davrandıklarının farkında değildirler. Onlara bu bilgiyi yapıcı
bir tavırla aktarın.(şimdi ne yaptığının farkında mısın? Bunu başka bir
şekilde söyleyeceğini biliyor musun? Sen öyle davrandığında, arkadaşının
neden üzüldüğünü biliyor musun?....)
26. Eğer çocuk sosyal işaretlerden zamanlama, ses tonu, vücut dili...
anlamıyorsa, bunları ona öğretmelisiniz.(konuşmadan önce arkadaşını
dinleme, konuşurken karşıdakinin gözüne bakma....)Bu beceriler
çocuklarda doğuştan olmaz ama öğretilebilir veya yönlendirilebilir.
27. Öğrencilerin gruplar halinde çalışmalarına ortam hazırlayın.Bir gruba ait
olma duygusu onlar için çok önemlidir.
28. Öğrendiklerini daha sonra hatırlayabilmek için küçük notlar yazmalarını
önerin. Bu yöntem söylenenleri daha dikkatli dinlemelerine neden olur.
29. Ödev defteri tutturun. Bu defter aile ile iletişiminizi sağlayacaktır.
30. Anne-babayla sık sık görüşün. Onlarla yalnız sorun ortaya çıktığında
görüşmekten kaçının. Sürekli görüşerek aynı hedefler için çalışmalarınızı
sağlayınız.
21. Büyük projeleri, küçük veya bitirilmesi kolay parçalara bölün. Bu kurallar
çocukların öğrenmelerindeki en hayati kuraldır. Büyük projeler öğrencileri
hemen yıldırır ve ‘ Ben bunu bitirmeyi asla başaramam’ demelerine neden
olur. Bu durum öfke nöbetlerine veya yenilgiyi baştan kabullenmek
duygularının yerleşmesine neden olur.
22. Fazla heyecan oluşturmaktan kaçının. Unutmayınız ki bu çocuklar
kaynamakta olan süt tenceresine benzerler, kaşla göz arasında taşarlar.
Ateşi hemen söndürebilmek için sütten gözünüzü ayırmamak gerekir.
23. Öğretirken konu başlıklarını kullanın, ana fikir çıkarmayı öğretin. Bu
yöntem çocuğa öğrenmeyi başardığı bilgilerin gerekli olduğu duygusunu
da aşılayacaktır. Çünkü genellikle öğrendiklerinin gereksiz, hiç
kullanılmayacak olarak düşünürler.
24. Sözlü ve yazılı anlatımı birlikte kullanın. Bu tür bir eğitim, bilgileri hiç
silinmeyecek şekilde çocukların akıllarına kaydedecektir.
25. Çocukların kendilerini değerlendirmeleri için onlara yardımcı olun. Çoğu
zaman nasıl davrandıklarının farkında değildirler. Onlara bu bilgiyi yapıcı
bir tavırla aktarın.(şimdi ne yaptığının farkında mısın? Bunu başka bir
şekilde söyleyeceğini biliyor musun? Sen öyle davrandığında, arkadaşının
neden üzüldüğünü biliyor musun?....)
26. Eğer çocuk sosyal işaretlerden zamanlama, ses tonu, vücut dili...
anlamıyorsa, bunları ona öğretmelisiniz.(konuşmadan önce arkadaşını
dinleme, konuşurken karşıdakinin gözüne bakma....)Bu beceriler
çocuklarda doğuştan olmaz ama öğretilebilir veya yönlendirilebilir.
27. Öğrencilerin gruplar halinde çalışmalarına ortam hazırlayın.Bir gruba ait
olma duygusu onlar için çok önemlidir.
28. Öğrendiklerini daha sonra hatırlayabilmek için küçük notlar yazmalarını
önerin. Bu yöntem söylenenleri daha dikkatli dinlemelerine neden olur.
29. Ödev defteri tutturun. Bu defter aile ile iletişiminizi sağlayacaktır.
30. Anne-babayla sık sık görüşün. Onlarla yalnız sorun ortaya çıktığında
görüşmekten kaçının. Sürekli görüşerek aynı hedefler için çalışmalarınızı
sağlayınız.
C- EĞİTİMLERİ
Ortopedik ve sağlık yetersizlikleri olan tüm bireylerin eğitimlerinde dikkat
edilmesi gereken bazı temel prensipler vardır. En önemlisi bağımsızlık
geliştirmelerine yardımcı olmaktır. Bu fiziksel bağımsızlığın yanı sıra günlük
yaşam becerilerinde yeterlilik, kendi kendinin farkında olma ve sosyal olgunluk,
yetersizliğin düzeltilmesi ile başa çıkma, akademik gelişim, iş, bağımsız yaşam,
toplumsal katılım ve boş zaman aktiviteleri gibi yaşam becerilerindeki başarıyı
içermektedir. Eğitim programının temeli, çocuğun özürlü değil öğrenme
gereksinimi olmalıdır. En ağır yetersizlik bile uygun eğitsel yerleştirme biçimi
kaynaştırma olabilir. Bu konuda gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bunları:
1. müfredatın uygulanması
2. çocuğun gereksinimlerine göre öğretim metotlarının uyarlanması
3. eğitim ortamının uyarlanması
4. süreçte yer alan bireylerin kaynaştırma uygulamaları ile ilgili olarak
bilinçlendirilerek sorumluluklarının farkına varmalarının sağlanmasıdır.
Kaynaştırma uygulamalarının yanında mutlaka gereksinime uygun özel bir
eğitim destek programının sağlanması önemlidir. Bu yolla çocuk hem eğitimsel
olarak desteklenmiş olacak, hem de yetersizliğine bağlı olarak gelişen duygusal
ve davranış problemleri ortadan kalkacaktır.
Ortopedik ve sağlık yetersizlikleri olan çocukların eğitiminde sağlanacak
hizmetleri şu başlıklar altında özetlemek mümkündür:( Çağlar-1982)
1-Tanı hizmetleri
2-Tedavi
3-Akademik eğitim hizmetleri
4-Sosyal eğitim ve etkinliklerle ilgili hizmetler
5-Mesleki eğitim ve Rehabilitasyon hizmetleri
6-Değerlendirme hizmetleri
7-Ana-baba eğitimi hizmetleri
8-Toplumun eğitimi hizmetleri
Bu hizmetlerin sunumu bir ekip işidir. Bu ekipte, eğitimciler, çeşitli
uzmanlık alanlarında tıp doktorları, fizyoterapistler, iş ve uğraşı terapisti,
psikolog, çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı, konuşma ve dil terapisti, meslek
danışmanı, yardımcı personel, sosyal hizmet uzmanı ve anne babalar yer
almalıdır.
Bedensel ve sağlık yetersizlikleri olan çocukların yetiştirilmesinde eğitimin
önemi çok önemlidir.
Fiziksel engelli çocukların eğitimleri; Özel eğitim okullarında, ortopedik
engellilere okul öncesi, ilköğretim ve orta öğretim düzeyinde eğitim hizmetleri,
tıbbi rehabilitasyon ile iç içe sunulmaktadır. Bu engel grubu için açılan meslek
liselerinde halen kız öğrenciler “dekoratif el sanatları” erkek öğrenciler “cilt ve
serigrafi” kız ve erkek öğrenciler “muhasebe” bölümlerine devam etmektedirler.
D- ÖNLEME VE ERKEN TANININ ÖNEMİ
Önleme ve erken tanı için;
1-Akraba evlilikleri önlenmeli ve genetik geçişli hastalıkların tespiti için annebaba
adayları genetik kontrolden geçirilmelidir.
2-Anne ve çocuğun sağlığı açısından gebelik süresince doktor kontrolünde
gebelik takibi yapılmalıdır.
3-Anne, gebeliği riske atacak ortamlardan uzak tutulmalıdır.
4-Çocuklar için düzenli aşı takibi yapılmalıdır.
5-Çocuk sağlığı ve beslenmesinin düzenli kontrolü ve çocuk bakımı eğitimi
hizmeti sağlanmalıdır.
6-Sağlıkla ilgili şüpheli durumlarda ilgili doktora başvurma özendirilmelidir.
7-Kazaları önleme tedbirleri alınmalıdır.
8-İlkyardım konusunda toplum bilinçlendirilmelidir.
9-Acil yardım hizmetleri yaygın ve etkili hale getirilmelidir.