13 Nisan 2012 Cuma

Dede KORKUT

Dede KORKUT (570-632m)






Hayatı
Dede Korkut Mirası
Dede Korkut Kitabı

HAYATI
Dede Korkutun 570-632 yılları arasında, Hz. Muhammed (S.A.V) zamanında yaşadığı rivayet edilmiştir. Oğuzların Kayı veya Bayat boylarından geldiği, hem geçmişten ve hem de gelecekten haber veren, "kerem sahibi bir evliya" olduğu rivayet edilmektedir. "Ozanların Piri" veya "Ozanların Başı" olarak da bilinen Dede Korkutun, (manen) Hz. Muhammed´in hayır duasını aldığı ve Oğuzlara İslâm dinini öğrettiği de bu rivayetlerle günümüze kadar ulaşmıştır.

Öte yandan Dede Korkut, tüm Türk kavimlerinin atasıdır ve dâhisidir. Türk destanlarında ve halk hikâyelerinde, Dede Korkut adına ve onun mucizevî sözlerine rastlamak her zaman mümkündür. Türk hükümdarlarının akıl hocası ve veziri olduğu bilinen Dede Korkut, bütün Türklüğün yegâne temsilcilerinden ve bugün de yaşatılmaya çalışılan atalarındandır.

Destan özellikli pek çok halk kahramanının mücadeleleri anlatılan Dede Korkut hikâyelerinde; güzel ve hikmetli sözler, Türklerin tarihine ait rivayetler, han ve beyler hakkında methiyeler, Türk töresine ait pek çok konular işlenerek, iyilere övgü kötülere eleştiri vardır.

"Dede Korkut Kitabında (Dede Korkut ala Lisan-i Taife-i Oğuz han Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı) 12 destan özellikli hikâye yer alır ve bu kitap, İslâm öncesi ve sonrasında Türklerin yaşayışını, dilini, tarihini, edebiyatını ve kültürünü içerir. Akıcı ve halkın kullandığı Türkçe ile yazılmış olan bu kitap; gerçek bir şaheserdir. Kitapta, "Dede" ve "Ata" olarak geçen ve "Korkut Ata" olarak da bilinen Dede Korkut, Türkmen, Kazak, Özbek ve Kara kalpak boyları arasında bu adlarla bilinmektedir. Türk dünyasının bilge atası olan Dede Korkut ve onun hikâyelerinde; Türk toplumunun savaşları ve barışları ile birlikte, aile ve eğitim yapısıyla üstün ahlâk ve karakter sağlamlığına dikkati çeker. Türk milletiyle özdeşleşmiş olan doğruluk, sözünde durmak, mukaddes değerler uğruna ölmek gibi çeşitli karekterler, hikâyelerin ana temasıdır. Dede Korkut hikâyelerindeki tüm kahramanların aile, cemaat ve insan sevgisini ön planda tutması, millet olarak ahlâk ve yaşam anlayışımızı göstermesi bakımından önemlidir.
Kahramanların çoğu gençtir ve mutlaka bir yiğitlik gösterdikten sonra ad verilir. Pek çoğumuz biliriz, Dirse Han oğlu bir boğayı öldürünce Dede Korkut o gencin adını "Boğaç" koyar ve onu şan, şeref, mal ve rütbe ile ödüllendirir. Dikkat edilirse, hikâyelerde, gençliğe son derece önem verilmekte, onların, ailesine, milletine ve devletine bağlı, cesur ve çalışkan olmalarına işaret edilmektedir. Savaş, av, toy vb. eğlencelere Hz. Peygambere salavat getirilerek başlanması da Türk Kavimleri'nin dinî yönden şuurlu olduğunu ve devlet millet birliğinin sağlam temellere dayandığını göstermektedir.

Dede Korkut hikâyelerinde özellikle göçebe Oğuz Türkleri'nin tabiat şartlarına karşı dirençleri, düşmanlarına karşı sürekli üstünlüğü ve birlik şuurundan doğan kuvvetlilikleri dikkati çeker. Korkut Ata olarak saygı gören Dede Korkutun hikâyeleri yaşlı ve bilginlere büyük değer verildiğini de göstermesi açısından, son derece önemlidir. Allah, doğum, din ve ölüm düşüncesi, hayatin her anında kendisini gösterir. Bugün Dede Korkut ve onun hikâyelerinden ve destanlarımızdan alacağımız önemli dersler vardır. Fertler arasında saygı, sevgi, karşılıklı hoşgörü ve mertlik bunların başında gelmektedir. Dede Korkut aslında büyük bir vatanseverdir ve milletinin sonsuza dek güçlü ve mutlu yaşamasını gerçekleştirme mücadelesi içindedir. Hikâyelerindeki örnek şahsiyetler olan Bayındır Han, Kazan Han, Bamsı Beyrek, Boğaç Han, Selcen Hatun, Seğrek ve diğerleri toplumda olması gereken ideal insan karakterlerini temsil ederler. Bu insanlar, milleti ve vatanı için ölümü göze alan ve tüm zorlukların üstesinden gelebilen
kahramanlardır.

Dede Korkut, bütün Türk kavimlerinin fert fert kahraman olmasını arzu etmiş olmalı ki, hikâyelerinde zayıflığa, çaresizliğe ve ümitsizliğe yer vermemiştir. Rivayetlere göre Onun ölümü bile evliyalığını, bilge kişiliğini göstermektedir: Çeşitli Türk boylarının kanaatine göre o, rüyasında mezarının hazırlandığını görmüş ve gittiği her yerde öleceği ona rüyasında bildirilmiştir. Seyhun Irmağı'nın Aral Gölü'ne döküldüğü yerin yakınlarında, ırmağın üzerine hırkasını sererek orada ruhunu Allah'a teslim etmiştir. Bugün pek çok yerde onun mezarının olduğu söylenmektedir. Tıpkı Yunus Emre ve Karaca oğlan gibi milletimiz, onun mezarına da sahip çıkarak kahramanlarını kendi içinde görmek istemektedir. Türk ve dünya edebiyatının şaheserleri arasına giren ve çeşitli tarihî filmlere de konu olan Dede Korkut Hikâyeleri, insani ve yaşadığı dünyayı tüm özellikleriyle ele almıştır.

Bayburt ili; Türklerin Anadolu’da yerleştikleri en eski yerleşim yerlerindendir. Sosyologlar Bayburt’u gerek Selçuklular, gerekse Osmanlılar döneminde ikinci dereceden önemli bir kültür merkezi olarak nitelendirmektedirler. Bayburt, ünlü sınırlarımızın dışına taşan pek çok bilim ve sanat adamı yetiştirmiştir. Türk dünyasının ortak kültür hazinelerinin en büyüklerinden biri olan Dede Korkut’ uda bunlardan saymak mümkündür. Dede Korkut, bütün Türk dünyasında kabul görmüş – Tarihi ve Efsanevi – ortak ulularımızın en önemlilerindendir.

Prof. Dr. M. Fuat KÖPRÜLÜ, Dede Korkut için; ”Terazinin bir Kefesine Türk Edebiyatının tümünü, diğer kefesine de Dede Korkut’ u koysanız yine de Dede Korkut ağır basar” demektedir.


Dede Korkut hikayeleri Bayburt’ta canlılığını korumaktadır. Türkiye Türkçe’sinde anlatılan hikayelerden Beğ Böğrek (Bamsi Beyrek) in en çok varyantı Bayburt’ ta tespit edilmiştir. Hikayelerde Bayburt , ”Parasarın Bayburt Hisarı” adıyla geçmektedir. Beğ Böyrek’ in mezarı Bayburt Kalesindeki ”Zindan”’ ın tam karşısındaki Duduzar Tepesindedir. Dede Korkut’ un mezarı Masat Köyündedir. Bu bilgiler, Orhan Şaik GÖKYAY’ ın Dede Korkut çalışmasında mevcut olduğu gibi, halk arasında da dilden dile anlatılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Valiliğimiz; ilimize sosyal, kültürel, bilimsel, sportif, ticari ve ekonomik canlılık kazandırmak amacıyla bir şölen düzenlemeyi planlamış, şölene Orta Asya’ dan Anadolu’ya göçen Alp Erenlerden biri olan ve bütün Türk lehçelerinde ve coğrafyalarında tanınan, hikayeleri dildin dile anlatılan bu ulu büyüğün adını vermeyi uygun bulmuş ve 1995 yılından itibaren ”Dede Korkut Kültür – Sanat Şöleni’ni düzenlemeye başlamıştır. Şölen Türk dünyasında büyük yankı bulmuş ; Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Balkar – Karaçay, Dağıstan, Kazakistan ve bağımsızlığını ilan eden diğer Türk Cumhuriyetlerinden çok sayıda katılım gerçeklemiştir. Türk Cumhuriyetlerinden ilimize gelen bilim adamları Dede Korkut’ la ilgili tebliğler sunmuşlar, kendi coğrafyalarındaki izlerin etkisinden söz etmişlerdir. Dede Korkut’ un bizim olduğu kadar kendi edebiyatlarının da en büyük değere ve Türk dünyasının coğrafyalar üstü ortak ve en büyük kişiliği olarak nitelemiş ve sahiplenmişlerdir. Dede Korkut, Türk dünyasının ortak birleştirici ve en büyük kişilerinden biri olarak Bayburt Dede Korkut Kültür – Sanat Şöleninde anılmaya başladıktan sonradır ki; UNESCO 1999 yılını Dede Korkut’ un 1300. yılı olarak kabul etmiştir. İlimizde 16 – 22 Temmuz 2001 tarihleri arasında 7.’ Si düzenlenen dede Korkut Kültür – Sanat Şölenlerinde Dede Korkut, artık sadece Bayburt ve Türk Dünyası ile sınırlı kalmamış, bütün dünyanın ortak değeri olarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır.

Dede Korkutun yaygınlıkla bilinen hikâyeleri;

-Dirse Han Oğlu Boğaç Han
-Salur Kazanın Evinin Yağmalanması
-Kam Büre Beg Oğlu Bamsi Beyrek
-Kazan Beg Oğlu Uraz Beg'in Tutsak Olması
-Duha Koca Oğlu Deli Dumrul
-Kanlı Koca Oğlu Kan Turali
-Kadılık Koca Oğlu Yegenek
-Basatın Tepegöz'ü Öldürmesi
-Begel Oğlu Emren
-Usun Koca Oğlu Seğrek
-Salur Kazanın Tutsak Olması
-Dış Oğuzun iç Oguz'a Asi Olması

Dede Korkutun hayatı ve onun hikâyeleri, geçmişten geleceğe uzanan mücadelede varlığımızın, birliğimizin ve dirliğimizin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymakta, kahramanlık ruhumuzu coşkun bir üslupla dile getirmekte ve geleceğe ümit ve sevgiyle bakmamızı sağlamaktadır
---------------------------------------------------------------------------
 

Dirse Han Oğlu Boğaç Han

Dirse Han Oğlu Boğaç Han, Bayındır Han'ın sohbetine giden Dirse Han'ın Kara Otağa oturtulması ile Dirse Han'ın karşılanması sırasındaki duygu ve düşünceleri ile oğlu Boğaç Han'ın kahramanlıklarını anlatan Dede korkut hikâyesi.
Bayındır Han hükmettiği halka her sene büyük şölen düzenler, yine bir sene gelecek konukların üç ayrı çadırda ağırlanmasını emreder. Bunlar Ak, Kızıl ve Kara çadırlardır. Ak çadır oğlan çocuğu olanlara, Kızıl kız çocuğu olanlar için Kara çadır ise hiç çocuğu olmayanlar içindir. Bayındır Han çocuğu olmayanları, üremeyenleri Tanrı'nın lanetledikleri olarak görür. Dirse Han'ın ise çocuğu yoktur yanındaki 40 adamıyla geldiğinde bu davranışı hoş karşılamaz ve hanımına hesap sormaya karar verir. Hanımından hesap sorarken kendini öğüt dinlerken bulur, ama öğüdü de tutar ve büyük yemek düzenler. İnsanlara yardım eder hayır duası alır ve sonunda sağlıklı bir oğlu olur. Oğlan büyür ve Bayındır Han'ın büyük boğasıyla güreşir, kuvvetli yumruğuyla boğayı dizginler ve yener. Şan kazanır Dede Korkut'un iltifatlarına nail olur, babası tarafından da ödüllendirilir. Bunu kıskanan babasının 40 adamı fesatlık düşünürler ve babasını Boğaç Han'a karşı doldururlar. Bir av düzenlerler ve o sırada türlü oyunlarla oğlanı babasına vurdururlar. Boğaç Han mucizevi şekilde annesinin yardımıyla kurtulur ve babasına eziyet eden, kaçıran 40 adamı yener halkına barış getirir.

Zihinsel Engelli Çocuklarda Beden Eğitimi

Zihinsel Engelli Çocuklarda Beden Eğitimi
Zihinsel engelli çocukların eğitimi ile ilgili çaba ve deneyimlere dikkat edildiğinde bir soru akla gelebilir. "Zihinsel engelli çocuk da normal gelişim gösteren çocuklar gibi kendini bilme ve anlama ihtiyacında mıdır?" Büyüme gelişmenin sınırları hala bilinmediğinden toplumun da bu konudaki önyargıları önemsenmediğinde hiçbir şeyin olanaksız olmadığı söylenebilir. Bu konuda olumlu düşünmeye devam edecek olursak zihinsel engelli çocukların, normal çocuklardan farklı olmaktan çok onlara benzediğini düşünebiliriz.
Bu düşüncelere dayanarak zihinsel engelli çocuğa bireysel potansiyelini geliştirmesi ve böylece kendini tanıtması ve anlaması anlamlı deneyimler kazanmasını sağlayacak eğitsel yardımlar yapılabileceğini söyleyebiliriz.
Zihinsel engelli çocuklarla çalışırken önce bireysel değer duygusunun geliştirilmesi gerekir. Çocuk "Bana ihtiyaç var, ben isteniyorum, ben seviliyorum" şeklinde düşünmelidir. Bu duygunun etkili bir şekilde geliştirilmesi çocuk ile eğitici arasında önemli duygusal ve tepkisel ilişkinin doğmasına neden olur. Bu olumlu düşünce ve yaklaşım ile çocuğun hareket deneyimleri ile bireysel potansiyeli ortaya çıkarılabilir.
Amaçlı ve anlamlı biçimde düzenlenen hareket eğitimi programları çocuğun duygusal, toplumsal ve psikosomatik yönlerini etkiler. Hareket kavramı, spor, oyun, dans, alıştırma ve keşfedici hareketleri kapsar. Kısacası tüm insan hareketleri bu anlamdadır. Hareketler yolu ile elde edilen bu deneyimler kendi başlarına bir amaç değil büyüme ve gelişmede sürekli ve etkili temel bir araç olarak düşünülmelidir.
Zihinsel engelli çocuklarda büyüme ve gelişmeyi etkileyen önemli eğitsel yardımlardan biri de hareket deneyimlerinin kazandırıldığı beden eğitimi programlarıdır. Bu programların uygulanmasında pek çok güçlükler ile karşılaşılabilir. Uygun bir salonun bulunmayışı, yetersiz aletler, bu konuda yetişmiş bir öğretmenin bulunamayışı gibi nedenler ile bu tip etkinliklere etkin katılım sağlanamayabilir. Tüm güçlüklere rağmen çocukların genel gelişimine büyük katkılarına inandığımız beden eğitimi
programlarının mutlaka uygulanması gerekmektedir.

Bu programlar sırasında çocuk, program, eğitici konularında sürekli değerlendirmeler yapılarak, etkili programların ve tekniklerin ortaya çıkarılması mümkündür. Öğretmenler çocuk ile sıcak ilişki kurup onlara güven verecek şekilde tepkilerini ayarlamalı, çalışmalar sırasında çocukların kendi vücut parçalarını tanımalarına yardımcı olmalıdırlar. Ayrıca çocuklarda bireysel farklılıklar göz önünde bulundurularak, hareketler basitten zora, oyun düzeninden kurallı hareketlere doğru düzenlenmelidir. Öğretmen hareketler sırasında çok iyi model olmalıdır. Kısa komutlar vererek ve sinyal araçlarından yararlanarak hareketin başlangıç ve bitiş noktalarını belirtmelidir. Hareket öğretimi sırasında öğretmen, çocuğun emniyetini sağlamalı, fiziksel olarak yakın olmalı, çocuğu cesaretlendirmeli ve hareketin sonunda çocuğu ödüllendirmelidir.
Bir beden eğitimi programında üç aşamadan geçilir.
1. Harekete sürükleyici etkinlikler: Çalışmalara genellikle harekete sürükleyici etkinlikler ile başlanır. Yürüme, koşma, sıçrama gibi zindelik verici hoşa giden aktiviteler yapılır. Uygun vücut tutuluşu ve doğru hareket yeteneği kazanılan bu hareketler, mümkün olduğu kadar çeşitli olmalıdır. Aynı zamanda çalışmanın bu aşamasında neşeli bir atmosfer ve canlılık olmalıdır. Bu aşamayı takiben işlevsel egzersizler yaptırılmalıdır.
2. İşlevsel egzersizler: İşlevsel egzersizler eklemleri hareketlendirme, kasları güçlendirme için yapılan hareketlerdir. Öğretmen hareketlerin amaca ulaşması için kontrollü olmalı ve hareketlerin canlı bir biçimde yapılmasını sağlamalıdır. Hareketler sırasında eller, kollar, omuzlar, bel, kalça, bacaklar, ayak bilekleri ve ayaklar çalıştırılmalıdır.
Hareketlerde eklemleri çalıştırmanın yanı sıra esnekliğe de yer verilmesi gerekir. Hareketler taklidi yaptırılabilir. Ayrıca çeşitli küçük aletler de kullanılabilir.
Hareket dizileri program boyunca basitten, zora doğru seçilir. Hareket dizileri farklı vücut parçalarına ait olabilir. Çocuklar bir diziyi iyice öğrendikten sonra diğer bir diziye geçilebilir.
3. Grup etkinlikleri: Grup etkinlikleri çalışmanın en önemli aşamasıdır. Çocukların yaş düzeyleri, gelişimsel özellikleri göz önüne alınarak, gelişimi destekleyen ve oldukça fazla beceriyi içeren çalışmalar planlanabilir. Bu bölümde yaş ve gelişimsel düzeye uygun olarak beden eğitiminin herhangi bir dalı ile ilgili uygulamalar yaptırılabilir.
Yeteneklerine ve gelişimsel özelliklerine göre çocuklar gruplara ayrılır. Yeteneklerde farklılık bile olsa öğretmen alt ve üst düzeylerde hareket yaptırabilir. Çalışmalar sırasında gelişmiş çocuklar diğerlerine yardımcı olabilirler. Böylece çocuklara işbirliği yapmaları için fırsat tanınır.
Ayrıca, öğretmen hareketler sırasında çocuklara başarılı olduklarını sık sık hissettirmelidir. Genel olarak grup etkinliklerinin avantajları şunlardır. Hareketlerde çeşitlilik vardır. Sınırlı araçlardan en iyi şekilde yararlanılır, çocuklara daha çok alıştırma olanağı verilir. Çalışmalarda grup ne kadar küçük olursa çalışma da o ölçüde başarılı olur.

Zıt Renkler

Zıt Renkler
Zıt renkler kontrast veya komplemanter renkler olarak da adlandırılabilirler. Yani aynı zamanda birbirlerini tamamlayan renklerdir.
Renklerde komplemanterlik:
Tayf renklerini iki kümeye ayırıp (kırmızı, turuncu, sarı ve yeşil, mavi, mor) gruplardan her birini bir mercekte topladığımızda iki ayrı renk karışımı elde ederiz. Elde edilen bu karışım renkleri bütünleştirdiğimizde yine renksiz (beyaz) ışık oluşur. İşte karıştırıldığı zaman “beyaz”ı veren bu iki ışık türüne sanat dilinde “komplemanter” yani “tamamlayıcı” diyoruz.
Fizikçi Rumfort yayınladığı bir yazıda “karıştırılan renkler ışık olarak beyazı verirlerse armoni vardır” demektedir. Psikolog Ewaeld Herring ise “ gözün ve beynin dengede olması renklerin karışımın orta griliği vermesi ile mümkündür, akis takdirde göz ve beyin huzursuzdur.” Demektedir. İki veya daha fazla renk bir araya geldiklerinde griyi veriyorlarsa bu renkler komplemanterdir vermiyorlarsa bu renkler uyumsuzdur. Aynı karışım renkli ışıklar ile yapıldığında beyaz ışığı veren renkler komplemanterdir eğer vermiyorlarsa uyumsuzdur.
Eğer prizma yoluyla elde edilen renk yelpazesinden bir rengi ötekinden ayırıp, örneğin, maviyi geri kalan (kırmızı,turuncu,sarı,yeşil,mor) renkleri bir mercekte topladığımızda, elde edilen karışım mavinin komplemanteri olan turuncuyu verecektir. Sarıyı ayırdığımızda geriye kalan renklerin karışmasından moru elde ederiz. Bu yolla her tayf renginin komplemanteri bulunabilir.
Newton çemberine göre birbirleri ile komplemanter olan renkler ;
Sarı-mor,
Kırmızı-yeşil,
Mavi-turuncu’dur.
Günümüzde Newton un metodunu geliştirerek İgiltere’de ilk resmi Renk Terapi Merkezi’ ni Howard ve Dorothy kurmuş, Newton’un renk çemberini geliştirerek sekizli renk çemberi kullanmışlardır ve günümüzde halen bu metotla renkle terapi, teşhis ve tedavi uygulaması yapılmaktadır. Howard ve Dorothy Sun çiftinin resmi renk çemberine göre ise komplemanter renkler aşağıdaki gibidir.
Kırmızı-turkuaz,
Mavi-turuncu,
Yeşil-fuşya,

KARADENİZ ORMANLARI

KARADENİZ ORMANLARI:
Bu bölgede iki farklı orman kuşağı yer almaktadır. Birincisi Karadeniz kıyısı boyunca nemli ve ılıman iklimde yetişen geniş yapraklı orman, ikincisi dağların yükseklerinde nemli ve soğuk iklimde yetişen iğne yapraklı orman görülür. Karadeniz bölgesinde bulunan ormanların en önemli özelliği, ağaç türlerinin fazla olmasıdır. Sebebi iklimin uygunluğudur. D.Karadeniz bölümünde ülkemizdeki bitki türlerinin yarısı görülür. (6 bin çeşit)
a-Geniş Yapraklı Orman: Batıda yıldız dağlarından başlayarak doğuda Gürcistan sınırına kadar dağların kuzey yamaçlarında 1000m’ye kadar olan bölümde yer alır. Kışın yapraklarını dökerler. Bu orman kuşağında; kayın, kestane, gürgen, ıhlamur, akçaağaç, karaağaç, meşe, kızılağaç ve dişbudak türleri bulunur.Ormanlardaki ağaç türleri bazen tek, bazen toplu şekilde dağılış gösterir. Yıldız dağlarında meşe, kayın, gürgen yaygındır. Batı ve orta Karadeniz kuşağında, kestane, kayın ve gürgen yaygındır. Kayın kerestesi özellikle mobilyacılıkta ve kaplamacılıkta kullanılır.Doğu K. bölümünde ise, kızılağaç ormanları hakimdir. Yamaçlarda ıhlamur, kestane ve kayın ormanları bulunur.
Bölgedeki kayın ormanlarının altında ağaççık veya çalılarda bulunur. Bu ağaçcıkları, orman gülü, fındık, üvez, kayacık, kızılcık ve şimşir oluşturur. Orman gülü daha çok. Batı ve Doğu Karadeniz bölümlerinde hakimdir.
Karadeniz bölgesindeki ormanlarda, nadiren anıt ağaçlarda vardır. Örnek: Batı K.’de Yenice kasabasında kalın gövdeli (Istranca meyvesi) bulunur. Ayrıca Porsuk ve Fındık ağaçları da görülür. Bu ağaçları korumak için Yenice çevresi, tabiatı koruma alanı olarak ilan edilmiştir. İstanbul ve çevresinin odun ihtiyacını Çatalca ve Kocaeli platolarındaki ve yıldız dağlarındaki Demirköy meşe ormanları karşılar.
b-Karışık ormanlar: Orta ve Doğu Karadeniz bölümlerinde kuzey yamaçlarda 1000-1500m arasında görülür. Geniş yapraklı ağaçlardan kayın, iğne yapraklılardan köknar ve sarıcam ağaçları bulunur.
c-İğne yapraklı ormanlar: Dağların yüksek kesimlerinde 1000-2000 arasında görülür. İkiye ayrılır.
1)Ordu’nun batısında sarıçam, köknar, ve karaçamlardan oluşanlar.
2)D.Karadeniz’de Ladinlerin hakim olduğu ormanlar.
Ayrıca köknar, sarıcam, saf ladin ormanları, Ardanuç ve Şavşat dolaylarında yaygındır.Yazın doğu Karadeniz fazla sisli ve yağışlı olduğundan bitki örtüsü açısından farklı bir ortam oluşturur. Sisli ortamları seven ağaçlar yaygındır.
K.Anadolu dağlarının güney yamaçlarında orman örtüsünün özelliği değişir. Kaçkar, Ilgaz, Bolu ve Köroğlu dağlarının güney yamaçlarında güneşi seven sarıçam ormanları hakimdir. Bolu, Gerede arasında ve Kastamonu’da karaçam ormanları yaygındır. Alçak olukların tabanlarında Erbaa, Niksar oluğu, Gökırmak ve Devrez vadilerinin güney alt yamaçları Kızılçam ormanlarıyla kaplıdır.
Not: Karadeniz bölgesi bitki örtüsü açısından en önemli özelliklerinden biride ot toplulukları yönünden zengin olmasıdır.

İnsan ve Sanat İlişkisi

İnsan ve Sanat İlişkisi
Takiyettin Mengüşoğlu'nun belirttiği gibi, sanat, kendine özgü bir varlık alanı olarak görülmeyip, sadece bir tür etkinliğin adı olarak görüldüğünde, yani kendi bütünlüğü içinde ve insanla ilgisinde ele alındığında, sadece sanat etkinliğinin ve sanat eseri ortaya koymanın ilke ve metotları verilmeye çalışılır
Bu saptamanın yerindeliğini Batı Felsefe tarihine bakarak anlamak mümkündür. Gerçekten de Yeniçağ'dan günümüze kadar gelen estetik yaklaşımlar, içlerinde birçok görüşü barındırsa da, bunların birçoğu, sanatı bir varlık alanı, ontolojik bir bütünlük olarak ele .almamıştır. Oysa, "felsefi araştırmada obje edinileni çeşitli varlık bağlantıları içinde ele alma, dolayısıyla onunla ilgili daha isabetli bir bilgi ortaya koyma imkanı, ontolojik bakma tarzının bize kazandırdıklarıdır"
Böyle bir bakış, sanat gibi, insanla ilgili fenomenlerin incelenmesinde insanı gözardı etmeyi önlemektedir: "İnsana bakma ontolojik bir tarz olunca; insanın fenomen, etkinlik ve problemlerine, bu arada kişi problemlerine de bakmanın antropolojik bir yol olması doğaldır"
Heidegger, her ne kadar bu yolu eksiksiz olarak yürüyememişse de, problemleri ve onları ele alış tarzıyla ontolojiye dayanan antropolojinin önünü açan birkaç düşünürden biri olarak görülebilir. Onu bu alanda, sanat ve insan bağını hesaba katan, yeni ve tek düşünür olarak görmek mümkün değildir. Felsefe tarihine baktığımız zaman çizginin bir ucunda Aristoteles 'i, ona en yakın noktada ise sanata bakma yoluna ilişkin düşüncelerinin en çok benzeştiği Schopenhauer'ı bulmak mümkündür.
Aristoteles sanatı, hocası Platon'un Büyük Hippias, Symposion, Phaidros. ve Politeia adlı diyaloglarında sanatı ele alış tarzının aksine, sistematik olarak açıklama bekleyen bir alan olarak görmüştür. Platon, sanatı, Devlet içinde yurttaşlarla ilgisinin ne kadar olması gerektiğinin saptanması bâkımından ele 'almıştır. Ayrıca, Platon buna ilişkin düşüncelerini güzel ideası gibi metafizik bir karakter içinde tartışmış ve sanat eserinin varlığını ve ölçüsünü bu ideadan pay almayla açıklamaya çalışmıştır. Böyle bir açıklama târzında sanat ve insan, sanat eseri ve kişi ya da dünya gibi sorular cevap bulmak da mümkün olmamıştır. İşte Aristoteles'i sanat açıklamasında yeni kılan nokta burada ortaya çıkmaktadır.
AristotelesPoetika , ki günümüze eksik ve parçalar halinde gelebilmiştir, tüm eksikliğine rağmen hareket noktası ve ele alış tarzıyla tüm sanat açıklamalarınâ sağlam bir zemin olarak tarihte yerini almıştır. Gerçekten de yüzyıllardır her sanat tartışmasında yanında ya da karşısında olunan önemli bir yere sahip olmuş; yüzyılların sanat görüşlerinin belirleyicisi olarak kalmıştır. Üstelik Heidegger de Aristoteles'in felsefe dünyasını biçimlendirme tarzına karşı çıkmış biridir. Yine de biz her iki düşünürün açıklama tarzlarına baktığımızda, günümüz için önemli bir çıkış noktası olarak, bir benzerlik görebiliriz.
Her iki düşünür de, sanatı bilgi veren bir etkinlik, insanla ilişkisinde varlık kazanan çeşitli tarzlarda ' eserlerin mümkün kıldığı bir alan olarak görmüşlerdir. İnsan ögesi içinden çıkarıldığında sanat ve sanat eserinin varlığı problematik olarak görülmektedir.
İsmail Tunalı'nın dilimize kazandırdığı Poetika'nın önsözünde belirttiği gibi, Aristoteles bu eserinde bir sanat ontolojisi yapmış, ama onu sonuna kadar götürememiş, yarım bırakmıştır. (1987:8). Aristoteles sanatı, Platon gibi aşkın bir ögeyle değil, "ontik bütün" olân tek tek sanat eserlerinin incelenmesi, varlık karakterlerini ortaya konmasıyla açıklamaya çalışmıştır. Üstelik o, sanatı bir tür dil olarak görmüş, eserleri dilleri bakımımdan şiir yanlarıyla, ele almıştır. İşte bu, onu Heidegger Heidegger'in görüş ve bakışına uygun ve en yakın noktadaki düşünür ise 19. yüzyıl filozofu Schopenhauer'dır. Her iki filozof da san atı bir tür "dil" olarak ele almıştır. Bir sanat.eserinde ne denli temel varlığa uygun bir dil kullanılırsa, sanat eseri olarak bir eser de o kadar mükemmel olacaktır görüşünü savunmuşlardır. Ayrıca her ikisi de farklı dillere sahip, dolayısıyla da farklı tarzlarda gerçekleştirilen sanat eserlerini ele alarak, onların hakikati açığa çıkarma olâsılığını incelemeye çalışmıştır. Hakikat, sanat eseri ve insan ögesi farklı açılardan ve farklı bir tarzla ele alınmış olsa da her iki düşünürü de sanatı, sanat eserinden hareketle ve bilgiyle ilişkisinde ele almaları bakımından aynı çizgide görmek mümkündür.
Aristoteles, Schopenhauer ve Heidegger, önemli bir bakış açısının yolunu açan düşünürler olarak felsefe tarihinde yerlerini almışlardır. Sanata ilişkin açıklamalarında farklı noktalarda ve farklı nedenlerden tıkanmış görünseler de, onları belli bir yolu açan öncüler olarak görmek mümkündür.
Bu çalışmanın kapsamı. içerisinde Heidegger'in sanat anlayışı, onun Hölderlin'in şiire bakışi üzerine yaptığı yorum aracılığıyla el ele alınacak ve kendi "şiir", "varlık" ve "felsefesinin ve dolayısıyla insanın tekrar varlık sahnesine çıkma imkanı hakkındaki görüşleri hatırlatılacaktır. Heidegger’in ele alınmasının nedeni ise, girişten itibaren belirtilmeye çalışıldığı gibi, onun Batı Felsefesinde yer alan birçok düşünürün aksine, sanatı ele alış tarzının bugüne ışık tutacak özelliğe sahip olmasıdır.
Heidegger'in sanata bakışı, sanatı mutlak tin'in kendini dış nesnelerde ortaya koyması diye tanımlayan Hegel' in görüşünü çağrıştırmakta, hatta çağrıştırmaktan öte benzerliği de dikkati çekmektedir. Heidegger de sanat üzerine Batının sahip olduğu en kavrayışlı ve ayrıntılı düşünen filozofu olarak nitelendirdiği HegelVorlesungeıı Über die Âşthetik eserindeki şu görüşlerine katıldığını belirtir: "Bizim için sanat, artık, onda hakikatin varlık kazandığı en yüksek tarz olarak geçerli değildir" (ww.x, 1, s. 134). Belki sanatın hep daha yükseleceği ve kendini yetkinleştireceği ümit edilebilir, ama onun biçimini tinin en yüksek gereksinimi olmaktan çıkmıştır. Tüm bu ilişkilerinde sanat, en yüksek belirlenimi yönünden bizim için geçmişte bir şeydir ve öyle, kalır" (ww.x,s.135). (1971:79-80). .
Heidegger'e,göre, Hegel Heidegger"Eserlerin kendileri koleksiyonlarda duruyor ve sergilerde asılıyorlar, ama onlar burada, kendileri olan eserler olarak kendinde midirler yoksa burada onlar daha çok sanat endüstrisinin nesnesi midirler? Eserler herkese açık ve sanat zevkine özgü olarak yapılırlar: Resmi kuruluşlar eserleri koruma ve saklama işini üstlenirler. Sanat uzmanı ve eleştirmenler onlarla yaratıcılık bakımından ilgilenirler. Antikacılık ise bunların pazarını sağlar. Sanat tarihi araştırması, eserleri bilimin nesnesi kılar. Ama dönen bu çeşit çeşit dolapta biz eserlerin kendilerine rastlıyor muyuz?.:. Tüm sanat endüstrisi, en uç noktaya kadar gidebilse ve eserlerin kendileri için işi yürütse bile sadece eserlerin nesne olmalarıa kadar gidebilir. Fakat bu onların sanat eseri olmasını sağlamaz" (1971:79-80).
Böyle bir problemden hareket eden Heidegger sanatın ve onun özü olan şiirin ne olduğu ve insanla ilgisini, sanat üzerine-yazdığı birçok eserinin yanı sıra Hölderlin'in şiirlerinden hareketle yazdığı kısa yazısında da sergilemektedir. Bu, Turan Oflazoğlu'nun eşsiz güzellikteki çevirisiyle Türk okuyucusuna tanıtılan kısa yazısı hem Heidegger'in sanata ve şiire yaklaşımını hem de onların nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin görüşlerini bulabildiğimiz önemli bir metindir.
Heidegger, bu eserdeki incelemesine neden şiir ve neden Hölderlin? sorularına cevap olabilecek bir başlangıçla.girer. Ona göre, Homeros, Sophokles, Virgilius, Dante, Shakespeare ve Goethe de önemli şairlerdir, yazdıkları şiirdir ve üstelik de çalışmalarının verimi Hölderlin'den daha fazla ve süreklidir. Ancak, onların yazdığı sadece bir yazım türü olan şiirlerdir. Hölderlin ise sanatı her alanında sânat kılan ve varlığın dili olan şiiri yaratmıştır; Hölderlin çalışmalarını erken ve aniden kesmiş olmasına rağmen, öz olarak şiiri yaratan kişidir, yani şiirin özünü gerçekleştirmeyi başarmış biridir. Şiirin özünü bir başka ifadeyle öz olarak şiiri yaratmak, öz olarak insanın tarih sahnesine çıkartmanın bir imkanıdır. Bu imkanı ifade edebilmek öncelikle, Heidegger'in Hölderlin'in çeşitli yazılarındân seçtiği beş kılavuz sözü üzerine yaptığı yorumlan ve bunlar aracılığıyla da onun sanat, şiir ve insan görüşlerine açıklık getirmekle mümkündür. Beş kılavuz söz şunlardır: ,
1. Şiir yazmak: Bütün uğraşıların en masumu "(III, 377).
2. "Mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insana... kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye.."(IV, 246).
3. "Çok şey öğrenmiştir insan. Göklülerden nicesini adlandırmıştır o
Biz bir söyleşi olalı
Ve birbirimizden işitebileli (IV, 343). .
4."Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar" (IV, 63)
5. "E'rdemlerle dolu, yine de ozanca barınır İnsan bu yeryüzünde" (VI, 25)
Hölderlin'in 1799 yılında annesine yazdığı mektuptaki "şiir yazmak uğraşların en masumu" (III, 377) olduğunu söylerken, 1800 yılında yazmaya başlayıp, yarım kalan taslak yazısında dili mülklerin en tehlikelisi olarak belirttiği "Mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insana kendisinin ne olduğunâ tanıklık edebilsin diye.." (IV, 246) satırlarını yazmıştır. Bu. iki ifade de şiir ve dil üzerine sanki bir araya gelemezmiş gibi görünen saptamalara rastlıyoruz. Ancak Heidegger, onların bir araya gelebileceği hatta birbirini tamamlayacağını belirtmektedir. Çünkü şiir kendinden ve varlıktan başka hiçbir talebe kulak asmaması, öğretici, eğitici, iç ferahlatıcı ya da aktarıcı olmayı hesaba katmaması, sadece bir ozan yoluyla şiir olmayı istemesiyle masumdur. Bu anlamda bir şiir yazmak; şiir olân şiir yazmak isteği de kendiliğinden etkinliği masum kılar. Burada bir ard niyetlilik, başka bir ifadeyle de şiir olarak bir varlıktan başka bir şeyi talep etmek söz konusu değildir. O, gerçekliği anlamak ve aktarmak için yapılan bir etkinlik değildir. Adeta bir oyundur; ne zararı ne de yararı vardır, sadece kendi için sözlerle oynanır. O halde şiir, dil ülkesinde ve dil gereçleriyle yaratılır (T. Oflazoğlu, 1979:2)
Onu tehlikeli kılan dil olarak bulunduğu alanın insanın da öz olarak bulunduğu alan olmasındandır. Böyle bir alanda yer alan öz olarak dil (öz olarak şiir) insanın kendi özünün koruyuculuğunu üstlendiği gibi, insanin unutulmasının da tek imkanını barındırır. İnsan öz olarak dilde korunur, dilde unutulur. Üstelik de bu alan, bu mülk tamamlanmış değildir; hatırlama ve unutma hep yanyana, her an mümkündür. İnsan dile, dil insana gereksinim duyar, bir tür gerginlik içinde, hep olmayı beklemek vardır.
O halde kimdir insan? diye sorabiliriz. Heidegger'e göre, insan bitkilerden, hayvanlardan; türlü varolanlardan farklı olarak kendisinin ne olduğuna tanıklık etmesi gerekendir. (1979:3) Heidegger'in tanıklıktan bildirmeyi anladığını; bildirmenin de insanın insâna yeryüzüne ait olduğunu bildirmek olduğunu düşünürsek, insanın kendini bilen ve bildiren olduğunu söylemek gerekir. Üstelik o, tam dâ kendi varoluşuna tanıklık ederken kendisi olabilendir.. Demek ki, bu tanıklık insanın varolmasının imkanıdır, varoluşun açığa- açıklığa- kavuşmasının imkanıdır. İnsan tanıklık etme kararını sadece özgür olarak, kendi seçimi olarak verebilir. O; bütün varolanlara ait olmaya tanıklığını tarih olarak gerçekleştirir. Demek ki, tarihin mümkün olabilmesi, insanın kendi olabilmesi, mülklerinden biri olan dille mümkündür. ( 1979:3). '
Dil; insanın mülk olarak sonradan edindiği bir mal değildir. O, insanın tarihsel olarak mümkün olabilmesinin tek imkanı olarak insanın özündedir. Ancak, bu özün gerçekleştirilmeye ihtiyacı vardır.-Yani sahip çıkılmasına, tanıklığa; tarih sahnesinde olma ihtiyacına sadece dille sahip çıkabilir. O, insanın öz olarak kapalı kalmasının da, kapalılık olarak açığa çıkmasının da imkanıdır, bu yüzden de tehlikelidir: Böyle bir dil insanın dünyayla bağını kurar. Tarih dünyanın ağır bastığı yerde vardır. Demek ki, dil, insanın tarihsel olarak var olabilmesinin imkanı olarak ve bu âçıdan tehlikeli bir mülktür ( 1979:4).
Hölderlin'in "Hiç usanmamış uzlaştırıcı" diye, başlayan ve yine bitmemiş çalışmaları içinde yer alan uzun ve karmaşık şiir taslağından (3) hareketle Heidegger, insanın bir söyleşi olmasıyla Hölderlin'in ne kastettiğini, kendi görüşlerinin bileşimiyle ifade etmektedir. Ona göre, Hölderlin'in kastettiği şudur: İnsanların varlığı söz,içre temellenmiştir; ama insanlar söyleşi ile varlık temelini kazanır; dil de söyleşi olarak özdendir. Söyleşi ve onun birliği bizim varoluşumuzu taşır. "Biz bir söyleşiyiz" demek Heidegger'e göre "biz birbirimizi işitebiliriz" demektir ( 1979:6). Yine ona göre, söyleşi ve işitme boyutuyla varolma zamanı gerektirir: Zaman ise, dilin varlığın diline uymasıyla ortaya çıkar. Öncelik dilde, bu özün sözde ve işitmede gerçekleşmesindedir. Ancak o zaman biz vardır: Tüm bu açıklamalara rağmen, yine de şu sorunun cevabı eksik kalır; "önüne katıp herşeyi sürükleyip yok eden, yutan zamandaki kalıcı olanı kim' kavrayıp söz içine temellendirmiş ve zamanı açılıp, yayılan bir zamân kılmıştır?" Heidegger'e göre bu sorunun cevabını Hölderlin "Anımsama" şiirinin sonunda vermektedir: "Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar" (IV, 63). Hölderlin'e göre "Göklü herşey çabucak geçer" (IV, 163f) ve "emanet edilir ozanların bakım ve hizmetine" (IV, 145).
Ozanın söz içre yaptığının açıkça ne olduğu sorusuna Heidegger'in getirdiği yorum ise şöyledir: Ozan, tanrılara ve nesnelere ad bulmaz, o özden gelen sözü konuşan olarak varolanda öz olanı görür ve adlandırır; böylece o varolan bilinir kılınır. Buna göre diyebiliriz ki, şiir varlığın sözle kurulmasıdır ( 1979: 6-7). İşte Heidegger'e göre de bu kurma ozanca bir kurmadır ve ozanın sözü özgürce verine anlamında kurmadır; insan varoluşunun temeli üstüne sağlamca oturma anlamında kurmadır ( 1979:7). Bu içeriklere dayanarak, Heidegger'in ve Hölderlin'in ozan, dil ve kurma kavramlarını nasıl içeriklendirmeye çalıştıklarını görebiliriz ve diyebiliriz ki, şiirin özünü varlığın sözle kurulmasıdır.
Şiir hakkında yapılan bu yorumlara bakarak, şiirin aslında yurda dönüş çağrısı yapan, bir kez dile geldiğinde ise zamaııda/zamanla/zaman olarak sürekli yinelenen ve sadece duyan kulaklar için yakılmış bir türkü olduğunu söyleyebiliriz. Heidegger'in bu yorumu onaylayabileceğini şu satırlarına bakarak söylenebilir gibi görünmektedir: "şiir varolana eşlik eden bir süs, gelgeç bir coşku, eğlence ve heves değildir. Şiir, tarihi taşıyan temeldir; ama kültürün görünümü, dile gelişi değildir (979:7). Şiir, içinde doğduğu kültürün yansıtıcısı değil, tarihin ve zamanın yâratıcısı ve taşıyıcısı olarak hep önce ve sonraya açılan, yöreselden uzakta, belli bir amaç için var kılınan bir dildir.
Heidegger, şiirin eylem alanının dil olduğunu, şiirin özünü dilin özüyle birlikte düşünüp, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucusu olarak adlandırmak gerektiğini ifade ettikten sonra, artık şiire öz alanında daha yakından bakabilecek malzemeye sahip olduğumuzu düşünür. Bu malzemelerden biri de, şiirin, dili hazır malzeme olarak kullanmadığı, aksine onu mümkün kıldığıdır. İşte bu yüzden de şiiri anlama çabasının yönü beklenenin ya da bilinenin aksine olmalıdır: "Şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir, ilkel dil, varlığın kurulması olan şiirdir. Öyleyse şiirin özünü dilin özünden değil, dilin özünü şiirin özünden anlama çabası daha uygun olur" (1979:8). Bunun için ise, sanat eserleriyle yüzyüze gelmek ve onlarda hakiki olanı görme çabası içinde olunmalıdır.
Böyle bir istikamet değişimin baş döndürücü bir hızla gerçekleştiği çağımızda unutulan insanı; tüm onu kuşatanların ortasındaki özde "öz" olarak görmemizi sağlayabilir. bu, ozaııea üreten sanatçıların eserleriyle sanatın var kılındığı alanı görmek ve eserleri Heidegger'in kastettiği anlamda koruma altına almakla mümkün görünmektedir. Diyebiliriz ki, sanat eseriyle karşılaşmak insanla karşılaşma ise, bu karşılaşma neye, nasıl ve neden bakılabileceğini bilgisel bir etkinlik olarak gösterebilen, kişilerin eğitilmesini talep eden kurumlarda, olabildiğince erken yaşlarda ele alınasıyla gerçekleştirilebilir.
Yoksa sanat sadece bir tür pazarda, estetik olanın pazarlandığı, insanı göstermeyi değil taleplerini biçimlendirmeyi amaçlayan pazarcıların satış alanı olarak kalabilir. Tüm bunları söyleyebilmek için sanat adına olan bitene; sanat eseri, sanatçı diye ortaya çıkana ve sanat adına, onun için yapılanlara bakmak yeterli olacaktır.
Bu sonuç, Heidegger'in de vardığı bir sonuç mudur? sorusuna, bir yere kadar evet, cevabını vermek mümkündür. Bu yer ise insan; sanat, dil ilişkisinin gösterildiği, öneminin ve problemlerin vurgulandığı yerdir. Nasıl olacağı sorusunun cevabını ise Heidegger'in işaret ettiği problemi gören ve metni.dil bağlamında inceleyerek yürüyen, Heidegger'in kendi görüşlerinde sonra ulaşmasını engelleyen noktayı görüp, onun hesap etmediği etik ve değer felsefesine dayanarak açtığı yolda yürüyen, günümüzde birkaç düşünür ve farklı açıklama tarzlarında buluyoruz.
Bir sanat eseri,,kendi türünde bir dile sahip; kendinde bir bütünlük ise, o halde her bir eser kendi dili içinde incelenmelidir görüşünden hareket edenler bir eseri anlamak için onu dil açısından incelemenin yeterli, olacağını söyler. Okuma Uğraşı kitabında Akşit Göktürk, bir eseri anlama yolları üzerine yaptığı incelemede böyle bir savın aldığı yolu ve gelip tıkandığı noktayı göstermeye çalışmıştır: Ona göre sanat belli türden bilgileri bulgulayan ve ileten iletişim, dilin bütünü üstüne kurulan kendine özgü bir dildir. Bir iletişim aracı olarak dili olan eser, eser olabilmesini bir sanat tarzının içinde yer alarak kazanır. Yazın dili değişen insanlık durumunu dile getirirken, dilin gündelik kullanımlarındaki anlamlardan uzaklaşır, iletişimini doğal dilin bütünü, dil içindeki değişik diller, bir de öteden beri süregelen yazınsal anlatım örgüleri üstüne kurulur, ama bunların hepsini belli ilkelerle birleştirerek, gerçek değil kurmaca bir dünyayı sunmaya yönelir (Akşit Göktürk. 1979:170). Böyle tanımlanan bir yazın yapıtı nasıl anlaşılmalı, bunun için de nasıl okunmalı sorusuna hem geleneksel yaklaşımları hem de günümüzdeki yaklaşımları örnek veren Göktürk, yazınsal okuma etkinliğinin iki yönü olduğunu belirterek ,
Birinci yön, metin içi doğrultusudur, bütün metiniçi dilsel ögelerin ilişkilerini kapsar. İkinci yön ise metindışı doğrultuludur, yapıtın içinde oluştuğu toplumsal tarihsel bağlamı, bir de okurun geçmişini, şimdisini, bütün bir yaşantı birikimini kapsar, okuma ediminin bu iki yönüyle, yazın yaşamı, yaşam da yazını sürekli etkiler (1979:178-179), demektedir.
Kitabın bütününe baktığımızda, çeşitli tarzlarda karşımıza çıkan yazılı metinleri doğru anlayabilmek için onların farklı okumaları gerektirdiği anlamaktayız. Böyle bir bakış için yazınsal metni nasıl okumamız gerektiğine ilişkin önemli ip uçları vermekte, ancak bir eseri okumayı bilmekle onu değerlendirme -değerini gösterme- arasında nasıl bir ilişki olduğu ortaya konmamaktadır. Değerlendirme eksik kaldığı zaman da her bir yazılı eser başka başka kişiler için beğendim, beğenmedim yargısına açık olabilecektir. Oysa, sanata ilişkin tüm açıklamalar onun insan ve dünya ilişkisine ilişkin bilgisel bir etkinlik olduğunu göstermektedir. Bazı değer yargıları edinmek ise bu bağı kuramadığımızın işareti olsa gerek diye düşünülebilir: İşte böyle bir noktada, yani doğru bir değerlendirmenin gerekliliğine ilişkin noktada, bizi bundan alıkoyanın antropolojiye dayanmayan açıklamalar olduğunu söylemek mümkündür.
Ancak, günümüzde Ioania Kuçuradi gibi birkaç büyük düşünür bu yoldan yürümekte, değerlendirme etkinliğinin insanla bağını vurgulamakta ve değer, etik bilgisi olmaksızın bir eserin' doğru bir değerlendirmesinin yapılamayacağını belirtmektedir. Sayıları az da olsa, bu düşünürler, bizim sanatla doğru bir ilişki kurmamızın yollarını ve imkanlarını göstermektedir.

KAMUOYU

            Kamuoyu çağdaş politika biliminin üzerinde durduğu konulardan biridir. Otoritelere göre kamuoyu yeni bir kavram  sayılmaz. Ancak, bilimsel araştırma ve inceleme konusu olarak ele alınması oldukça yenidir. Özellikle siyasi bilimciler, sosyologlar ve sosyal psikologlar bu konuyu çeşitli açılardan ve farklı araştırma teknikleri kullanarak incelemektedirler.
Kamuoyu nedir, kamuoyu nasıl oluşur veya nasıl oluşturulur,  siyasi rejimlere göre kamuoyunun oluşması farklılık gösterebilir mi, kamuoyu siyası kararları nasıl ve ne ölçüde etkiler, iktidar seçkinleri için kamuoyu neyi ifade eder, Türkiye’de kamu oyunu oluşturan kişilerin kanaatlerinin biçimlenmesinde, etkilenmesinde nelere dikkat edilmelidir?

1.KAMUOYU OLUŞTURMA
1.1.Kamuoyu Nedir? Sanılır ki bir kamu ve bu kamunun oyu  bulunmaktadır. Böyle bir şeyden söz edilemez. Toplumda yaşayan tüm bireylerin ortak görüşü olduğundan da söz edilemez. Bir sorun karşısında herkesin aynı görüşü taşıması sosyolojik gerçekliklere aykırı düşer. O halde kamu oyu nedir? “Belli bir tartışmalı sorun karşısında bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına hakim olan kanaattir”. Ancak bu tanımda  ilgili grup içinde “Hakim kanaatin” nasıl ortaya çıktığı ya da hangi faktörlerin etkili olduğu açık değildir. Bu konuda iki önemli unsur rol oynamaktadır. Birincisi “sayı” diğer bir ifade ile çoğunluk, ikincisi ise yoğunluk etkinlik faktörüdür. Bir anlamda kamuoyu çoğunluğun kanatidir, denilebilir. Bu bakımdan kamu oyu kavramında nicelik unsurlarından çok nitelik unsuru ağır basar. Sonuç olarak “Kamuoyu, kendini etkin olarak duyuran kanaattir.” Biçiminde tanımlanır.

1.2.Kamuoyu Nasıl Oluşur?: Kamuoyunu oluşturan kişisel kanaatlerin biçimlenmesinde (kamuoyunun oluşmasında) çeşitli psikolojik ve sosyolojik etkilerin rol oynadığı görülür. Bunlar:
 1.2.1.Kişilek Yapısı (Psikolojik etkiler): Kişilik yapısı ile ilgilidir. Kişinin doğuştan getirmiş olduğu mizacı ve onunla çevre etkileşimine giren karakteri, çocukluk deneyimleri ve öğrenilmiş davranışları, neyi – nasıl algılayacağını belirler.
1.2.2.Sosyal Çevre (Sosyolojik etkiler): Bu faktör kişinin artık toplumda yaşayan bir birey olarak sosyalizasyon sürecinde öğrendikleri ve çevre ile olan etkileşimlerinde anlam kazanır. Aile içinde çocuğun yetiştiriliş biçimi, ailenin kullandığı iletişim biçimi ve sahip olduğu statüsüne uygun rol davranışları, onun ilerideki yaşamında belirleyici olmaktadır. Fakat bu durum çocuğun ailesinden öğrendiklerinin hiç değişmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü birey hem değişen hemde değiştiren bir varlıktır. Örneğin muhafazakar bir ailede yetişen bir çocuk yaşamı sürecinde girdiği farklı ortamlarda, okul ve arkadaş gruplarında daha radikal davranabilir. Başka bir örnek, batılı normlarında yetişen bir çocuk aynı şekilde , ilerideki yaşam dönemlerinde tutucu bir durum sergileyebilir. Bireyin okul yaşamı  arkadaş çevresindeki etkileşimleri, ilişkileri ve öğretmenleri de yaşam boyunca etkili olmaktadır. Okul yaşamı, bireyin aynı zamanda öğretim ortamında ulusal bütünleşme ve yurttaş olma bilincinin verildiği ve bireyin yaşamında önemli rol oynayan bir süreç olarak değerlendirilebilir. İş ve meslek yaşamı da bireyin öğrenme sürecinin devam ettiğini göstermekte ve birey yeni gruplara girdikçe farklı ilişkiler içinde olabilmektedir. Sonuç olarak sosyolojik faktörler, bireyin bu sosyalleşme süreci içinde görüş ve tutumlarının değişmesine etki etmektedir.
1.2.3.Kitle İletişim Araçlarının Etkisi .(KİA) Teknolojik gelişmelerle birlikte etki alanları giderek genişleyen bu araçların temel özelliği, olayları ve yorumları çok kısa bir zamanda büyük kitlelere yayabilmeleri ve böylece onların kanaatlerine yön verebilme olanağına sahip olmalarıdır. 1940’ lerde başlayan kitle iletişim araçlarının bireyleri etkilediği üzerinde yapılan araştırmalar, etki düzeyinin sınırlı olduğunu ya da dolaylı bir etkinin söz konusu olabileceği üzerinde sonuçlanmıştır. Böyle bir sonucun nedenlerinden biri “etki” sözcüğünden neyin kastedildiğinin açık olarak belirlenmediğinden kaynaklandığı ifade edilir. İkinci bir neden ise kitle içindeki bireyin, çeşitli kanallardan kendisine yöneltilen haber ve yorumların hepsine açık olmamasıdır. Bu haber yığını içinde yalnızca kendi seçtiklerine kulak verir. Kendi ilgi alanına giren, kendince önem taşıyan konuları kendi görüşlerine, yerleşmiş düşünce ve kanaatlerine uygun olanları seçme eğilimindedir. Psikolojide bu eğilime “Algıda  seçilcilik” adı verilmektedir.
            1.2.4.Yüzyüze İletişim; Kanaat (fikir) Önderleri (Opinion Leaders) Öte yandan birey, bağlı olduğu sosyal grubun normlarına, kollektif yargılarına ters düşen, onlarla çatışan haber ve yorumları kolayca kabullenmez. Bu haberleri grubun değer yargılarına göre bir süzgeçten geçirir, eleme yapar. Kendisi için bir nevi “eşik bekçizi” (gate – keeper) görevi yapar. Diğer açıdan bakıldığında, her birey içinde bulunduğu grubun kültürel özelliklerine göre aktarılanları anlamaya çalışır. Dolayısı ile bu araçlardan gelen mesajların etkisinin sınırlayıcı yönü olarak değerlendirilir. Ancak böyle bir durum karşısında bile grubun lideri , grubun üyeleri ile yaptığı toplantılarla yüz yüze kurduğu iletişim sayesinde kendi kanaatlerine üyelerine kabul ettirebilir. Seçim döneminde Amerika Birleşik Devletlerinde küçük bir kasabada, Lazarsfeld, Katz ve Berelson tarafından yapılan bir araştırmada, grup lideri, adaylar hakkında gazetelerden okuduklarını ve radrodan işittiklerine yorumlar katarak üyelerine anlatmıştır. Bunun sonucunda üyeler, grup liderinin görüşlerine katılmışlardır. Araştırmacılar bu durum karşısında grup liderine “ kanaat önderi” adını vermişler ve yüz yüze yapılan konuşmaların kitle iletişim araçlarından daha etkin olduğu sonucuna varmışlardır. Türkiye de de muhtarların aynı işlevi gördükleri söylenebilir. Kamu olunun oluşumundaki bu psikolojik ve sosyolojik etkiler , farklı siyasi sistemlerde değişik biçimlerde rol oynamaktadır.


Demokrasi ve İnsan Hakları

Demokrasi ve İnsan Hakları
   21. yüzyılda en moda kelimelerden birisi de insan hakları ve demokrasidir. Bu kelimeleri anlamak bazen çok zor olmaktadır. Tıpkı bu günlerde yaşanılan insan katliamlarına, insan hakları örgütlerinin sessiz kaldıkları gibi.
     Bu tür kelimelerin tam anlaşılması belki de çok zor. Çünkü bakış açısı çok önemli. Örneğin herhangi bir olaya tanık olanların her biri farklı açıdan görür olayı ve dolayısı ile farklı yorumlar. Bakış açısı bir bilgi, kültür ve en önemlisi vicdan meselesidir. Gerçi vicdan da soyut bir kelime. Objektif olmak çok zor. Yine bir vakıa�nın sonucu avukattan avukata değişebilir. Savunma ve bakış açısı vakıadan daha önemlidir.
     Hayatımızda hep yaşarız. Bazen birilerinin bir tokat yemesi ile yer yerinden oynar. Bazen be binlerce insan katledilir. Hem de demokrasi ve insan hakları adına. Bütün dünya da seyirci kalır. Bir söz vardır. Her horoz kendi çöplüğünde öter diye. Kuvvet ve güç meselesi.
Düşünür durursunuz. İnsan için mi demokrasi ve insan hakları yoksa demokrasi ve insan hakları için mi insanlar vardır diye. Dünyada dönen dolaplara baktığınızda ikincisinin daha doğru olabileceği görülür.
    Tarih boyu yaşanılan ezilenler ile ezenler dünya durdukça olacağa benziyor. Olmasına olacakta nasıl az olur onların çaresini aramak lazım. Güç ve kuvvetin daha insancıl kişilerin elinde bulunması gerekiyor. Salahiyetli insanların mutlaka çok kültürlü ve bilgili olması kaçınılmaz. Tarihte belki bir yörede adalet sağlanır iken bazı bölgelerde ise zulüm işliyordu. Günümüzde ise küreselleşmenin sonucu olarak, büyük ölçekte zulümlerden bahsetmek daha doğru oluyor.
    Ülkemiz ve insanlarımız küreselleşmenin neresinde? Dünya üzerinde söz sahibi olabiliyor muyuz? Büyük kafalı olup dünya siyasetine yön verebiliyor muyuz? Sorulması ve çözül üretilmesi gereken bir yığın konu var. Bilimsel, teknik ve ekonomik ne durumdayız? Ülkemizin bir ilçesi büyüklüğünde bir ülke bizden önde olabiliyor mu? Biz küçük bir ülkeye bazı ihaleleri veriyor ve kendimiz yapamıyorsak daha çok ekmek yememiz gerektiğinin bir göstergesidir bu.
     Evet dünyada çok şey oluyor. Olanlar belki de yıllar öncesinin bir planı. Dünya bir oyuncak ve insanlar oyuncuları. Bu oyuncak biraz satranca benziyor. Çok ilerisini görüp adımları ona göre atmak kaçınılmaz durumda. Bu oyunda kemiyet değil keyfiyet ön planda duruyor. Bu oyunda bilgi ve teknolojide ileridekiler söz sahipliliği yapıyor. Ah oyunun bir kaç hamle sonrasını görebilsek. Göremesek bile görmek için çaba göstersek. Çok merak ediyorum 50 yıl sonra çocuklarımız veya torunlarımız bizim için neler söyleyecek.

HACI BEKTAŞ VELİ

HACI BEKTAŞ VELİ
Hacı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piridir. Hacı Bektaş Veli'nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan'ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan'a kadar bir çok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir.

Hacı Bektaş Veli'nin düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra, 14.yüzyıl başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl başlarında etkinlik kazanması ile olmuştur. Hacı Bektaş Veli, hakkında anlatılan söylencelerle, tarihsel gerçekliklerden kopuk olarak yaşatılmıştır. Kendi döneminde tanınmaktadır ve Mevlana, Baba İlyas, Ahi Evren’le çağdaştır. Kaynaklar bu dönemin ünlülerinin ilişkilerini mistik bir dille anlatırlar. Döneme ait bilgiler aktaran Aşıkpaşazade, Eflâki, Elvan Çelebi, Vasiti gibi yazarlar, Hacı Bektaş’a ait bilgilere yer vermişlerdir. Ölümünden sonraki yıllarda, hakkında “Vilayetname” düzenlenir. Adına tarikat kurulur. Mevlevi inançlı Eflâki’nin, Hacı Bektaş Veli’yi kendi tarikat önderleriyle kıyaslayarak, küçük düşürücü öyküler anlatması, dönemin mezhep ve tarikat bağnazlığından kaynaklanmaktadır. Alevi - Bektaşilik’le ilgili belge ve kaynakların yokedildiği de, tarihsel bir gerçektir. Bu durum da, Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin, sağlıklı bilgilere ulaşmamıza engel olmuştur.

Hacı Bektaş Veli'nin doğumu, ölümü, kim tarafından eğitildiği, Anadolu'ya tam olarak hangi tarihte geldiğine dair kesin bilgiler bulunmamaktadır. Hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan biri olan Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım nesline bağlanarak, soy seceresi hakkında şu bilgi verilmektedir. “Hacı Bektaş Veli, Seyyid Muhammed İbrâhim-î Sânî, Seyid Mûsa’î-Sânî, İbrâhim Mükerrem el-Mücâb, İmam Mûsâ Kâzım." Ancak bu silsilenin doğruluk derecesi de tartışma konusu olmuştur. Hz. Ali ile Hacı Bektaş Veli arasındaki şahısların azlığı nedeniyle, silsilede noksanlık veya kopukluklar olabileceği ileri sürülmüştür.

Hoca Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği iddialarına karşılık, yaşadıkları dönem göz önünde bulundurulduğunda, 1166’da ölen Ahmet Yesevi ile 1209-1271’de yaşayan Hacı Bektaş Veli'nin aynı zaman diliminde yaşamadıkları açıktır. Yaygın olan kanaate göre, Lokman Perende’nin himayesinde ve Yesevilik öğretisinin etkin olduğu bir ortamda yetişmiştir. Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi şöyle aktarılmaktadır. “Kürdistan’da bir kavmin içinde bir zaman eğleşir.(……) O kavmi kendisine bağlar.(……) Rum ülkesine yürür. Elbistan’da Ashâb- ı Kehf mağarasına uğrar. Orada erbain çıkarır. Kayseri’ye doğru yola çıkar.(……) Rum ülkesine Zülkadirli ilinde Bozok’tan girer. Sulucakarahöyük’e iner”. Horasan ve Erdebil’de aldığı tekke eğitimi, Anadolu'ya geliş yolu ve Anadolu'da bulunduğu yerler dikkate alındığında, Hacı Bektaş Veli, Yesevilik, Melamilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını, yakından tanıyor ve biliyor olmalıdır.


Baba İlyas'ın torununun oğlu Elvan Çelebi (Ölümü:1359) tarafından yazılan ve Baba İlyas'ın söylencelere dayalı yaşam öyküsünün anlatıldığı Menâkıbu'l-Kudsiyye fî Menâsıbı'l-Ünsiyye'de, Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas'ın halifeleri arasında sayılmaktadır. Aynı eserde, 'Baba Resûl' ile Baba İshak'ın değil Baba İlyas'ın anlatıldığı görülmektedir.

Eflâkî'nin 718(1318)-754(1353) yılları arasında yazdığı, Menâkıbu'l-Ârîfin adlı kitabı da, Hacı Bektaş Veli'nin, Rum beldesinde ayaklanmaya sebep olan Baba Resûl'ün halîfe-i has'ı (gözde müridi) olduğunu ifade ederek, bu bilgiyi doğrulamaktadır. Eflâki, Hacı Bektaş Veli'nin "ârif ve yakîn'e" ermiş olduğunu, fakat İslam'ın kurallarına uymadığını belirtmektedir. Eflâkî, Hacı Bektaş adını üç yerde kullanmakta ve büyük atası Baba İlyas'ın altmış halifesi arasında saymaktadır.. Baba İlyas'ın altmış halifesi arasında, Osman Gazi'nin kayınpederi Ede Bâlî'nin de olduğunu, Eflâkî'den öğrenmekteyiz.

Tarihçi Âşıkpaşazâde'nin (Ölümü:1481) 1478'de yazdığı Vekayinâmesinden, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşi Menteş ile Horasan'dan gelerek, 1240 yılındaki Babai ayaklanmasının öncüsü Baba İlyas'ın yanında yerlerini aldıklarını öğreniyoruz. Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelmesini beyan edeyim” diye başlayan Âşıkpaşazâde'nin anlatımı şöyle: “Bu Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadoluya gelmeye heves ettiler.. O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur. Hacı Bektaş kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseriye geldiler.. Hacı Bektaş kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti onu şehit ettiler..”

Baba İlyas'ın örgütlediği, Baba İshak'ın yönettiği 1240'daki Babai ayaklanmasında Sivas'da öldüğü anlaşılan Menteş ile kardeşi Hacı Bektaş Veli'nin yollarının, ayaklanmadan önce ayrıldığı; Hacı Bektaş Veli'nin Babailerin kırımı ile sonuçlanan, Malya Ovası'ndaki savaşa katılmadığı ve Sulucakarahöyük'e (Hacıbektaş'a) geldiği anlaşılmaktadır.

Aşıkpaşazade'ye göre, Hacı Bektaş Veli kendinden geçmiş bir meczub idi. Tarikatı ve müridleri yoktu. Hacı Bektaş Veli'nin; Aşıkpaşazade'nin Hatun Ana dediği (Vilayetnamede Kutlu Melek - Fatma Ana - Kadıncık Ana isimleri ile anılan), manevi bir kızı olduğunu; tasavvuf öğretisini ve kerametlerini ona emanet ettiğini; Hatun Ana'nın da bunları Abdal Musa'ya aktardığını, Aşıkpaşazade'den öğreniyoruz. Bu bilgiyi, Abdal Musa Vilayetnamesi de doğrulamaktadır. Bu bilgiler, o çağdaki "kadının", erkek müridi olacak kadar, yüksek bir statüye sahip olduğunu göstermektedir. Vilayetname'deki anlatımlar da, İslami dönemdeki kısıtlamalardan önce, kadının sosyal yaşamda etkin bir yerde olduğunu ortaya koymaktadır. Meclislerde erkeklerin yanında yer almakta ve yabancı konuklara hoş geldin diyebilmektedirler.

Vilayetname'de, Hacı Bektaş Veli'nin Osman Gazi'ye kılıç kuşatıp Elif Tac giydirdiği yazılı ise de, Aşıkpaşazade bu konuda açık ve kesin bir bilgi vererek, Hacı Bektaş Veli’nin Osmanlı Hanedanından kimse ile görüşmediğini açıkca ifade etmektedir. Aşıkpaşazade, Eflâkî ve Elvan Çelebi'nin anlatımları ile Hacı Bektaş Veli Türbesinden gelen ve Ankara Kütüphanesinde korunan, Ciritli Derviş Ali (Resmî Ali Baba) tarafından 1176(1765)'da kopya edilmiş Vilayetnamede, Hacı Bektaş Veli'nin 606(1209/1210)'da doğduğu, 63 yıl yaşayarak 669(1270/1271)'de öldüğüne dair verilen bilgi örtüşmektedir. 1281'de, 23 yaşındayken Kayı Boyu'nun yönetimini üstlenen Osman Gazi'ye, Hacı Bektaş Veli'nin kılıç kuşatıp Elif Tac giydirmesinin, Hacı Bektaş Veli ile ilişkilendirilen Yeniçeri Ocağının kurulmasından sonra, Vilayetname'ye eklenmiş olabileceğini düşündürtmektedir.

Hacı Bektaş Veli’nin çocuklarının olup olmadığı, Alevi ve Bektaşiler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Ortaya atılan farklı iki iddia vardır. Çelebiler, Hacı Bektaş Veli’nin Fatma Nuriye veya Kadıncık Ana (Kutlu Melek)'dan Seyyid Ali Sultan (Timurtaş) adlı bir çocuğun dünyaya geldiğini, kendilerinin de bu soydan olduklarını iddia etmektedirler. Babağan (Babalar) kolu ise, Hacı Bektaş Veli’nin mücerret kaldığını, dünyadan da mücerret olarak göçtüğünü iddia etmektedirler. Bu grup mensuplarına göre, bugün Hacı Bektaş Veli’nin evladı olarak bilinenler, Pir’in Kadıncık Ana’dan gelen nefes (yol) evladlarıdır.

Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Hacı Bektaş Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı, Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.

HUNLAR

                                                HUNLAR
a) ASYA HUNLARI
        Ana vatan coğrafyası içerisinde kurulan ilk büyük Türk Devleti Hun Devletidir. Çin kaynaklarında Hiung-nu diye adlandırılan Hunlar ile ilgili ilk bilgiler M.Ö. I. bin yıllarına kadar çıkmaktadır. Ancak Çin kaynaklarındaki bilgiler, Hunların güçlenmeleriyle birlikte M.Ö. IV. yüzyılın sonlarına doğru artmaktadır. Bu tarihlerde Hunlar, Ötügen merkez olmak üzere Orhun bölgesi ve Altay dağları civarında oturuyorlardı.
          M. Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Hiung-nu yani Hun boylarının Çin üzerindeki baskıları iyice artmıştır. Çinliler, kuzeyden gelen saldırılara karşı, çok eski devirlerden itibaren kuzey sınırı boyunca savunma duvarları yapmaya başlamışlardı. Nihayet artan Hun saldırılarına karşı, sınırdaki bu duvarların birleştirilmesi M.Ö. 214 yılında tamamlanmış ve meşhur Çin Seddi ortaya çıkmıştır.Hunların bilinen ilk hükümdarı, Şanyü ûnvanını taşıyan, Tuman (Teoman)dır. Hunlar, Teoman zamanında güçlü bir siyasî birlik olarak ortaya çıkmışlardır. Teoman, oğlu Mete ile giriştiği siyasî mücadele neticesinde ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 209). Çin kaynaklarının Mete (Mao-tu) adını verdikleri bu büyük hakanın adının Türkçe karşılığının, Bagatur veya Bahadır gibi bir ad olduğu sanılmaktadır. Mete, Hun tahtının meşru varisi olmasına rağmen, üvey annesinin kışkırtmasıyla, babası tarafından Hunların düşmanı olan Yüeçilere rehin olarak verilmişti. Buradan kaçmayı başaran Mete, babasına karşı mücadeleye girişti.
        Sıkı bir disiplin altında yetiştirdiği ordusuyla babasını yenerek ortadan kaldırmıştır. Böylece M.Ö.209 yılında Hun çağının en parlak devri olan Mete devri de başlamış oluyordu. Bu tarihî olay "Oğuz Kağan Destanı"nda, Oğuz Kağanın babasıyla yaptığı mücadeleye ilham olmuştur.Devleti yeniden teşkilâtlandıran Mete, doğudaki Moğol-Tunguz kabileleri birliği Tung-hular'ın ısrarlı toprak taleplerine savaş ile karşılık verip onları perişan ettikten sonra, güney-batıya dönerek, İpek Yolu'na hâkim durumdaki Yüeçilerin üzerine yürüdü. Yüeçileri daha batıya sürdü. Ardından Çin topraklarına giren Mete, Çin İmparatoru Kao-ti'nin 320 binlik tamamı piyadelerden oluşan ordusunu, Turan taktiği ile çember içine aldı. İmparator, ancak Hunların bütün şartlarını kabul ederek kendisini ve ordusunu kurtarabilmiştir(M.Ö.201) Yapılan anlaşmaya göre Çin İmparatoru, Hunların yaşadığı bütün toprakları Hun devletine bırakmayı, yıllık vergi yanında yiyecek ve ipek vermeyi kabul etmek zorunda kalmıştır.
       Bir süre sonra Mete, Isık göl etrafında oturan Vusunları hâkimiyeti altına aldı. Böylece devletin sınırları,    bütün konargöçer kavimleri bir bayrak altında toplamış ve M.Ö. 177'de Çin hükümdarına yazdığı mektupta "Eli ok ve yay tutan herkes Hun oldu" diyerek millet olma şuuruna güzel bir örnek vermiştir. Büyük Hun Hakanı Mete'nin yönetim ve askerlik alanında yaptığı düzenlemeler, Türk devlet geleneğinde önemli bir başlangıçtır.
        Mete M.Ö. 174'te ölünce yerine oğlu Kiyük geçti. Kiyük, Tanrı dağları civarını ellerinde tutan Yüeçiler'i, kesin olarak mağlup ederek, batıya sürmüş, Yüeçilerin batıya göçü ise Batı Türkistan, Afganistan ve Hindistan için önemli sonuçlar doğuracak olan bir kavimler hareketine sebep olmuştur. Mete'nin Çin ile yaptığı anlaşma, onun döneminde de devam etmiş ancak M.Ö.166 yılında Çin'e bir sefer düzenlemiştir.
      Kiyük'un ölümünden sonra (M.Ö.160) Çin, politikasını değiştirerek, Hunlara üstünlük sağlamak için büyük reformlara girişmiş ve ordusunu Hunları örnek alarak yeniden tanzim etmiştir. Ayrıca Hun siyasî birliğini içten parçalamak maksadıyla iç mücadeleleri ve bazı kavimleri kışkırtmıştır. Bu faaliyetlerinin sonuçlarını almakta gecikmeyen Çin, Kiyuk'un oğlu Kun-şin (M.Ö.160-126) devrinden itibaren inisiyatifi ele geçirir. Bu dönemden sonra gerileme dönemine giren Hun akınları kuzeyde durdurulurken, Çin'in karşı saldırıları ile İpek Yolu üzerindeki memleketler de birer birer elden çıkmaya başlamıştır. İpek Yolu'nun kontrolünün Çinlilerin eline geçmesi Hunlar için tam bir yıkım olmuş, iktisadî ve siyasî bakımdan yaşanan zorluklar Hunların ikiye bölünmesiyle neticelenmiştir. M.Ö. 58 yılında tahta çıkan Ho-han Ye'nin sıkıntıları aşmak için Çin'e tâbi olunması gerektiği fikrini savunması ve bunu şerefsizlik sayan kardeşi Çi-çi'nin ona karşı çıkması üzerine Hunlar ikiye bölündüler.
       Ho-han-ye Çin himayesini kabul edip, halkının bir kısmını Çin'in kuzey sınırındaki Ordos'a gönderirken, Çin'e bağlanmayı kabul etmeyen Çi-çi, kendine bağlı boylarla batıya çekildi (M.Ö.54 ) ve Çu-Talas boylarında bağımsızlığını ilân etti. Çi-çinin kurduğu Batı Hun Devleti fazla ömürlü olamadı. Çi-çi, Talas ırmağı boylarında kurduğu şehirde kalabalık Çin ordularının muhasarasına maruz kaldı. Meydan savaşına alışkın olan Hun ordusu, kale savunmasında başarılı olamayarak, Çinliler tarafından imha edildi (M .Ö. 38) ve böylece batıdaki Hun devleti yıkılmış oldu. Çin'e bağlanan Hunlar da kısa bir süre için güçlenmişlerse de M.S.48 yılında bu devlet de kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmüştür. Kuzey Hunları, batıdaki Hunlarla birleşirken, Güney Hunları Çin sınırına yerleşmiş ve M.S.216 yılına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Çin hâkimiyetindeki 5 bölgede 19 boy hâlinde teşkilâtlanan Hunlar, gittikçe çoğalarak siyasî bir güç oluşturmuşlar ve nihayet 4.yy'dan itibaren, Çin'deki iç savaşlardan da yararlanarak, Kuzey Çin'de dört devlet kurmuşlardır:

1-Kuzey Çin merkezli, Han ve Ön Chao devleti (304-329)
2-Kuzey-doğu Çin merkezli, Arka Chao devleti (319-351)
3-Kansu'da, Kuzey Liang devleti (401-439)
4-Ordos'ta, Hsia (407-431)

     Bu Hun devletlerinin ortak özelliği, hâkimiyetlerini Çin'in tamamında meşru kılmak maksadına sahip olmaları ve bu nedenle de Çin isimlerini seçmeleridir. Nitekim devlet anlayışı ve yaşayış bakımından bu devletler Hun karakterini muhafaza etmişlerdir.
b.) AVRUPA HUNLARI
     
Hunların batıya yönelişleri, Çu-Talas boylarında devlet kuran Çi-çi Han ile başlar ve M.S. II. yüzyıldan itibaren yoğunlaşır. Doğuda Çin'in ve Moğol kökenli kavimlerin baskısı Hunların bir kısmını Çin içlerine yöneltirken bazı Hun boylarının da batıya göçmelerine sebep olmuştur. Ayrıca kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi ile ağırlaşan hayat şartları, batı da Hun nüfusunun hızla artmasına yol açmıştır. Böylece Hun kitleleri batı Türkistan'da birikmeye başlamışlardı. Bu Hun birikintilerinin bir kısmı, sonradan İran'a ve Hindistan'ın kuzeyine inerek Akhun devletini kuracaklardır. Bazıları da, Güney Rusya'ya doğru yöneleceklerdir. İşte Avrupa Hunlarının ortaya çıkmaları ve yayılmaları, Türkistan'daki bu kavimler hareketine dayanıyordu.
       Batıya kayan Hun kitleleri IV. yüzyılın ortalarına doğru siyasî bir birlik kurarak İtil(Volga) kıyılarına ulaşmışlardır. Hunlar başlarında Balamır olduğu hâlde önce Don-Dinyeper nehirleri arasında yaşayan Ostrogotlar'ı ağır bir yenilgiye uğrattılar(374) ve ardından ileri hareketlerine devam ederek, daha batıda yer alan Vizigotlar'a ağır bir darbe vurdular(375). Hunların harekete geçirdiği İran, Slâv, Germen menşeli çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden atmak suretiyle batıya doğru hızla akan büyük bir Kavimler Göçü böylece başlamış oluyordu.
      Bir yüzyıl kadar devam eden Kavimler Göçü, Avrupa ve dünya tarihî açısından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu göçler neticesinde Roma İmparatorluğu sarsılmış, 395 yılında ikiye ayrılmış, 495'te ise batı Roma yıkılmıştır. Bu olaylar Orta Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu dönemle beraber, Avrupa'da "feodalite" merkezî imparatorlukların yerini almış, bugünkü Avrupa'nın siyasî ve etnik yapısı bu dönemde şekillenmiştir. Hunların gelmesiyle Avrupa'da atlı birlikler önem kazanmış, süvari silâh ve kıyafetleri Hunlardan esinlenmiş ve belki de Orta Çağ Avrupasının şövalye tipi, Hun Alplerine öykünülerek oluşturulmuştur.
       Hunlar, Ostrogotları önlerine katarak, kısa bir süre sonra Karadeniz'in kuzeyindeki Tuna ve Tisa nehirleri arasındaki verimli ve stratejik bölgeleri ele geçirirler. Burası, Karadeniz' in kuzeyinden Türkistan'a kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırların son halkasıdır. Ayrıca bu bölge, Avrupa'nın önemli yollarının kavşak noktası durumundaydı. Hunlar, Avrupa'nın içlerine kadar akınlar yapmış olmalarına rağmen bu bölgeyi, uzun yıllar devletlerinin ağırlık merkezî olarak korumuşlardır. M.S.400 başlarında Balamir'in oğlu Uldız(Yıldız)'ın Tuna'da görünmesiyle Kavimler Göçü'nün ikinci büyük dalgası da başlamış oluyordu 
      Yine bu devirde Attila'nın son zamanlarına kadar takip edilecek olan Hun dış siyasetinin esaslarının belirlendiğini görüyoruz. Bu esasları; Doğu Roma'nın baskı altında tutulup, Batı Roma ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi şeklinde özetleyebiliriz.
      Uldız birkaç defa Tuna'yı geçmiş, çaresiz kalan Bizans, barış istemek zorunda kalmıştır. Uldız 410 yılında ölmüştür. Diğer Türk devletlerinde OLDUĞU GİBİ ikili devlet düzeni  Avrupa Hunlarında da vardır. Uldız Batı Hun ülkelerinin hükümdarı iken Karaton ise doğuda hüküm sürüyordu 422 yılı Avrupa Hunları için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu tarihte Hunların başında Rua, Muncuk, Aybars, Oktar'dan oluşan Hun hükümdarlık ailesinden dört kardeşi görüyoruz. Attila'nın babası olan Muncuk erken öldüğü için Rua merkezde, diğer iki kardeş de doğu ve batı kanatlarında bulunuyorlardı.
       Attila Devri: Doğduğu yer olan İtil (Volga)'den ismini alan Attila, 39-40 yaşlarında amcası Rua'nın yanında devlet işlerinde yetişmiş olarak hükümdar oldu. Başlangıçta kardeşi Bleda ile Hun tahtını paylaşan Attila, 445'te kardeşinin ölümü üzerine tek başına hükümdar olacaktır. Daha önce ağır barış şartlarları ile Attila'nın gazabından kurtulan Bizans'ın barış şartlarına uymaması üzerine Hun orduları Tuna'yı geçip Trakya'da İki kol hâlinde ileri harekâtlarına devam ettiler. Bizans başkentini kuşatmak üzere Büyük Çekmece'ye kadar ulaştıklarında dehşete düşen Bizans'ın barış talebi çok ağır şartlar karşılığında kabul edildi. (447).
       Bu tarihten sonra, Batı Roma'ya karşı izlenen Hun dış politikasında bir değişiklik gözlenmektedir. İyi ilişkilerin yerini savaş almıştır. Attila, Galya (bugünkü Fransa) üzerine yürüyüp karşısına çıkan çok kalabalık Roma ordusu ile ilk çağın en büyük meydan savaşlarından birini yapmıştır (451). İstediği sonucu alamadığı bu savaştan hemen bir yıl sonra İtalya üzerine yürüyecektir(452). Papa Büyük Leon idaresindeki Roma elçilik heyetinin ricaları üzerine Po ovasından geri dönen Attila, 453 yılında anî olarak vefat etti. Attila'nın bu beklenmedik ölümü üzerine hem Bizans hem de Batı Roma İmparatorluğu rahat bir nefes alma imkanına kavuşmuştur.
      Attila'nın ölümünden hemen sonra, pek az sayıdaki Hun idareci tabakasının hâkimiyeti altında yaşayan yabancı kavimler ayaklanırlar. Attila'nın oğulları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan devlet kısa bir süre sonra parçalanır. Hunların bir kısmı Karadeniz'in kuzeyine sığınmışlar, bir kısmı ise yabancı kavimler arasında eriyip gitmişlerdir. Ancak Attila ve Hunları hafızalardan silinmemiş, haklarında üretilen efsanelerde, edebiyat eserlerinde, müzik eserlerinde yaşamaya devam etmişlerdir. Otoritesi ve yöneticilik kabiliyeti ile Attila, her zaman örnek alınmıştır.

Ay'ın Evreleri

Ay'ın Evreleri :
Ay'ın değişik biçimlerde görülmesine "Ay'ın evreleri" denir.

1)YENİ AY:
Ay'ın Güneş hizasından yeni ayrıldığı andır. İncecik görünümü ile Güneş'in batışından kısa bir süre sonra batıda görülür. Ay, Dünya ile Güneş arasında olduğundan dolayı Güneş'e dönük olan parlak yüzü Dünya'dan görülmez.

2) İLK DÖRDÜN :
Yeni Ay'dan 7,5 gün sonraki görünen durumdur. Ay, Yeni Ay evresinden sonra hilal şeklini alır. Bundan sonra Ay'ın aydınlık yüzeyinin yarısı Dünya'dan gözlenir. Bu döneme Ilk dördün denir.

3) DOLUNAY :
Yeni ay'dan 14 gün sonraki görünen durumudur. Ay, Dünya etrafındaki hareketinin yarısını tamamladığında Dünya ve Güneş'le aynı hizada yer alır. Böylece Ay Güneş'ten aldığı ışınları Dünya'nın karanlık yüzeyine yansıttığı için Dünya'nın bu yüzeyinden daire şeklinde parlak görülür. Bu görünümü dolunay durumudur.

4) SON DÖRDÜN :
Ay'ın Dolunay'dan sonra Yeni Ay evresine yaklaştığı aydınlık yüzeyinin yarısının ikinci kez Dünya'dan görülme evresidir.

AY'IN HAREKETLERİ :

1) AY'IN KENDİ EKSENİ ETRAFINDAKİ DÖNÜŞÜ:
Kendi ekseni etrafındaki hareketi güneş günüyle 29,5 günde tamamlar) Yani Ay'ın kendi ekseni etrafındaki hareketi çok yavaştır.

2) AY'IN DÜNYA ETRAFINDAKİ DÖNÜŞÜ :
Dünya etrafındaki hareketi (Bunu da aynı sürede yani 29.5 günde tamamlar)
Bu nedenledir ki;
* Dünya'dan bakıldığında Ay'ın hep aynı yüzü görülür.
* Ay'da yaklaşık 15 gün gündüz, 15 gün gece yaşanır.
Gece-gündüz süreleri arasmdaki farkm fazla olması ve atmosferinin olmaması günlük sıcaklık farkmm çok fazla olmasmda etkili olmuştur, Bu da Ay'da şiddetli mekanik çözülmelerin görülmesinde etkili olmuştur.

3) AY'IN GÜNEŞ ETRAFINDAKİ DÖNÜŞÜ :
Dünya ile birlikte Güneş etrafındaki hareketi: Bunu da 365 gün 6 saatte tamamlar. 


AY HAKKINDA BAZI BİLGİLER

- Ayın Kütlesi.............:(1024 kg) 0.07349
- Ayın Hacimi.............: (1010 km3) 2.1968
- Ayın Yarıçapı...........: (km) 1737.4
- Ayın Kütle Yoğunluğu: (kg/m3) 3340
- Ayın Yerçekimi Sabiti: (m/s2) 1.62
- Ayın Kavuşum Dönemi: (gün) 29.53