2 Nisan 2012 Pazartesi

Aurora Nedir?

                                        
Kutup ışıkları, ya da aurora, genellikle kutup bölgelerinde görülen bir gece ışımasıdır. Aurora, gökyüzündeki doğal ışık görüntüleridir. Genelde gece görülen aurora, çıplak gözle de izlenebilir. Kuzey Yarıküredeki aurora görüntüsüne aurora borealis, Güney Yariküre’dekine de aurora australis denir. Auroralar, güneşin dünya atmosferi üzerindeki etkilerinin en belirgin şekilde görülebilenidir.
Çoğu auroralar yüksek kuzey ve güney enlemlerinde görülür. Özellikle yay, bulut ve çizgi şeklinde oluşurlar. Bazıları hareket eder, parlaklaşır ya da aniden yanıp sönerler. Yeşil, auroralarin en yaygın rengidir. Ancak çok yükseklerde olan auroralar kırmızı ya da pembe olabilirler. Çoğu aurora atmosferin 100 ile 1000 km aralığında oluşur. Bazıları atmosfer boyunca binlerce kilometre yatay uzunluğa sahip olabilir.
Aurora görüntüleri, güneşten gelen solar rüzgarlardaki yüklü parçacıkların atmosferle etkileşmesi sonucu oluşur. Bu parçacıklar dünyanın manyetik alanına ulaştığında bazıları kapılır. Bu parçaların çoğu dünyanın manyetik kutuplarına çekilirler. Bu parçacıklar atmosferdeki moleküllere çarpıştıklarında enerji açığa çıkar. Bu enerjinin bir kısmı da auroralar şeklinde salınır.

Auroralar sıklıkla 11 yıllık güneş döngüsünün en yoğun zamanında görülür. Bu dönemde, güneş yüzeyindeki koyu lekeler sayıca artar. Güneşteki şiddetli patlamalar güneş lekeleriyle ilgilidir. Solar patlamalardan çıkan elektronlar ve protonlar, dünya atmosferiyle etkileşir. Bu etkileşim oldukça parlak auroralar yaratır. Bu aynı zamanda dünyanın manyetik alanında güçlü dalgalanmalar meydana getirir; (manyetik fırtına). Bu fırtınalar esnasında auroralar kutup bölgelerinden ekvatora doğru kayar.

aristo ve platon

PLATON ve ARİSTOTELES
Aristo ve Platon, insanoğlu için değerli bir yaşamın sadece bir cemiyet içerisinde mümkün olacağına inanır. Cemiyetle, her ikisi de Yunan şehir devletini kastetmektedir. Ancak idealist rasyonalist Platon ile eleştirel, sağduyulu filozof Aristo arasındaki genel karşıtlık iki filozofun toplum görüşlerinde de açığa çıkmaktadır. Platon var olan koşulları aklın talepleri doğrultusunda eleştirir ve siyaseti, bir vazife gibi görür: Var olan koşulları ideal olana yaklaştırma görevi. Halbuki Aristo mevcut devlet formlarıyla yola çıkar ve O'nun için akıl, gerçekten var olanı değerlendirmek ve tasnif etmek için bir araçtır. Demek ki Platon mevcut düzenin ötesinde, mahiyeti itibariyle yeni olanı ararken, Aristo mevcut olanlardan en iyisini bulmaya çalışmaktadır. Zamanının şehir devletlerindeki siyasal koşullara uygunluğu göz önünde bulundurulduğunda, bu noktada Aristo'nun söyledikleri daha gerçekçidir.
                       
Buradaki Platon ve Aristo tanımlaması elbette bir basite indirgemedir. Fakat bu tespit bile, her ikisinin salt siyasal ve felsefî teorilerindeki kesin farklılıkları gün yüzüne çıkarmaya yardımcı olacak mahiyettedir. Lakin aralarındaki farklılıklara dikkat çekerken çok fazla ortak noktada buluştukları gerçeği gölgelenmemelidir. Platon'dan Aristo'ya uzanan gelişmedeki bağlantı, Aristo'nun Platon'a karşı çıkmış olması gerçeğiyle ilişkilidir; yani Aristo, sadece yeni bir bakış açısı sunmakla kalmaz, Platona karşı argümanlar da sıralar. Kimin daha iyi bir düşünür olduğu karşılaştırması yapmadan şunu söyleyebiliriz ki, Aristo bir tür Platon'un rasyonel devamını temsil etmektedir. Örnek verirsek, Aristo, tıpkı Platon'un yaptığı gibi, Platonik idealar teorisini eleştirir

TÖZ ve NİTELİKLERİ
Platon, geçerli ders kitaplarındaki açıklamalarda yazdığı üzere, ideaların gerçekte var olan şey olduğunu söylerken Aristo, bağımsız bir biçimde var ola­nın belirli şeyler, yani Aristo terminolojisini kullanırsak, "tözler" olduğunu id­dia eder. Eyfel Kulesi, komşunun atı ve bu kalem belirli şeylere ya da Aristovari anlamda tözlere dair örneklerdir: Bağımsız biçimde var olurlar. Eyfel Kulesi­nin yüksekliği, komşunun atının altın sarısı rengi, kalemin altıgen kesiti ise ku­leden, kalemden, attan bağımsız mevcut olamayan niteliklerdir. Tözlerin nitelikleri vardır, niteliklerse tözlerin nitelikleri olarak vardırlar; fakat, bunun ötesinde, niteliklerin herhangi bir bağımsız mevcudiyetleri yoktur. Çeşitli sarı renkli nesnelere bakarak "sarı" niteliği hakkında konuşabilir ve diğer nesnelerden ve niteliklerden benzer biçimde söz edebiliriz. Ancak, Aristo'ya göre, bu "sarıyı" bağımsız olarak var olan bir ideaya dönüştürmez. Sarı niteliği, sadece sarı şeylerdedir ve sarı şeylerde olduğu için var olacaktır. Benzer biçimde, Kara Güzel, Düldül, Delifişek ve diğer atlara baktığımız vakit onlardan at olarak söz edebiliriz. Şu halde, belirli atların her birinin bireysel ve tesadüfi nitelikle­rini göz ardı ediyor ve at olarak tümünün ortak niteliğine odaklanıyoruz. Atla­rın ne ince-toparlak, ne iyi huylu-inatçı olması, ne de kahverengi-san olması bu nedenle aslî olmamaktadır. Bir atın özünün ne olduğunu düşündüğümüzde bu nitelikler öze ait olmamaktadır. Ancak, bunların dışında diğer nitelikler de vardır ki bunlar olmadan bir at, at olarak kalamaz. Örnek olarak, memeli olmak ve toynaklara sahip olmak. Öyleyse böyle niteliklere öze ait nitelikler denilebilir: Bu türler tözü neyin nitelediğini ifade ederler. Öze ait olan ve olmayan nitelik­ler arasındaki bu ayrımdan yola çıkarak bir cins mefhumu formüle edebiliriz; bir atın öze ait niteliklerini taşıyan at cinsi örneğimizdeki gibi.
 Şu halde Aristo, tözlerin gerçekten var olan şeyler olduğunu, ancak bu bah­settiğimiz niteliklerin ve cinslerin, tözlerin (belirli şeylerin) içinde veyahut bun­larla birlikte var olduğu müddetçe, görece bir varlığa sahip olduğunu iddia et­mektedir:

kahverengi kapı = belirli şey (töz) = bağımsız varlık
--------------------------------------------------------------
kahverengi nitelik ve cinsler görece varlık
Böylelikle Aristo, ideaları eşyanın seviyesine indirir: Nitelikler ve cinsler vardır; ancak sadece belirli şeylerde.3
          Kısaca, Platon ve Aristo arasındaki ilişkiyi burada şöyle açıklayabiliriz: Her ikisi de kavramsal kelimelerin (niteliklerin adları; örneklendirirsek kırmızı, dairesel; ve türlerin adları; örneklendirirsek;at;,;insan vb.) var olan bir şeyle ilgili olduğuna inanır. Ancak Platon, bu bir şeylerin; sezilebilir olguların ar­dında var olan idealar olduğuna inanır: Haklı olarak, bu bir sandalyedir ve rengi de mavidir deriz, fakat bunu görmek için sandalye ve mavi ideasına evvelden sahip olmak zorundayız. Demek ki, mavi sandalye örneğimizde olduğu gibi, ide­alar, olguların ne olduğunu görmemizi mümkün kılar. Aristo bu ;bir şeylerin; sezilebilir olgular içinde var olan formlar olduğuna inanır. Ancak bu çok fazla lafzi olarak anlaşılmamalıdır. Aristo'ya göre, aklın yardımıyla evrenseli ya da formları kavrayabiliriz. Neyin Kara Güzel'e özgü olduğunu göz ardı ederek evrensel at formunu tahayyül edebilirim. Kara Güzel'i görebilirim, fakat gerçekten Kara Güzel'in içinde; bulunan at formu sadece sezilebilir ve belirli olandan so­yutlama yoluyla açık biçimde bilinebilir.</p>
                        Platon'a göre duyusal deneyim, kusursuz bir bilgi biçimi değildir. Hakiki bilgi idealara olan vukûfiyettir ve idealara olan bu vukûfiyet, idealar dünyasına sezilebilir dünyanın ardından; bakmayı gerektirir. Aristo'ya göreyse duyusal deneyim, ampirik olan, daha olumlu bir konumdadır. Aristo'ya göre nihai olarak sadece belirli şeyler (tözler) vardır. Fakat aklın yardımıyla bu şeyler içindeki evrensel formları seçebiliriz. Soyutlama yapmak suretiyle eşyadaki evrensel formları tanıyabiliriz. Başka bir deyişle, duyusal deneyim ve akıl, Aristo'da Platon'a nazaran daha eşit bir hal alır. Aristoculuk ve Platonculuk arasındaki bu karşıtlığa 'evrenseller' konusundaki anlaşmazlıkla bağlantılı olarak geri döneceğiz
Platon ve Aristo, düşünce tarihi incelendiğinde tüm zamanların kendinden sonraki dönemleri en çok etkileyen iki ismi olarak kabul görmüştür. Sokrates’in öğrencisi ve Aristo’nun hocası olan Platon’un etkisinin, 8. yüzyıla kadar olan dönemde Hıristiyan Tanrıbilimi üzerinde Aristo’ya kıyasla daha fazla hissedildiği görüşü vardır. Öyle ki bu büyüklüğü bazı düşünce adamları; “Platon, yalnız Sokrates öğrencilerinin değil, belki Yunan filozoflarının en büyüğüdür. Büyük bir düşünür ve parlak bir yazar olan Platon sayesinde Yunan felsefesi gerek şekil gerekse öz bakımından en yüksek düzeyine ulaşmıştır.” ; şeklinde ifade etmişlerdir. Ayrıca Nietzche; Hıristiyanlığın, Platonismin genişletilmişi olduğunu iddia ederek bu etkinin gücünü ve büyüklüğünü vurgulamıştır.
         Platon’un farklı zamanlarda farklı veya aynı soruları sorması, bu sorulara çeşitli zamanlarda, önce verdiği cevaplardan farklı olarak cevap vermesi ve hemen her konuyu yeniden sorgulaması, onu incelerken gelişim dönemlerini kesin bir sınırla ayırmaya olanak tanımamaktadır. Hocası Sokrates den aldığı duraksız sorgulama yöntemleri ile kendi düşüncelerini sürekli sorgulayan Platon’un anlaşılması bu dönemlerin ilişkileriyle anlatılmasıyla mümkün olabilecektir.
         Yunan felsefesi Platon’a kadar gelişen ve ulaşan döneme kadar iki dönem geçirmişti. Birinci dönemde doğa(kosmos), ikinci dönemde ise, insan(anthropos) sorunu ele alınmıştır. Bu dönemlerden sonra Yunan felsefesinin üçüncü döneminde ise; ilk iki dönemde doğa ve insan konularında elde edilen bilgilerin bir sentez içersinde birleştirilmesi, kaynaştırılması denenmiştir. Temsilcilerini sofistler ile Sokrates’te bulan anthropolojik dönemde bilgi, tek yanlı olarak, yalnız pratik hayat için değerlendirilmek istenmiştir. Onun için ilk-kosmolojik-dönemde üzerinde durulan, araştırılan evren ile ilgili metafizik sorunlar hemen hemen büsbütün bir yana bırakılmıştır. Yunan felsefesinin üçüncü döneminde ise bu metafizik problemlere yeni bir güçle dönülmüş, bu yeni gelişimin taşıyıcıları da Platon ve Aristoteles olmuştur.
         Platon ve Aristoteles kendilerinden önceki dönemlerden sistematik olmalarıyla ayrılırlar. Platon hayatı boyunca sistematik olmayı reddetmiş fakat kendi bütünlüğü içinde bir bilim sistemi yaratması, sorunlarının çok yanlı oluşu, sorunları bir birlik içinde, yani bir sistem içinde işlemesinden dolayı Yunan felsefesinin “sistematik dönem”i içersinde yer almasının anlamlı olabileceği düşünülmektedir.
         Platon 427 yılında Atina da Aigina da(Pire Körfezi’nde bir ada) doğmuştur. Ailesi Atina’nın en eski soylu ailelerindendir. Babası yönünden Kral Kodros, annesi yönünden ünlü yasa koyucu Solon ile ilintisi vardır. Ayrıca kendisi yaşarken de ailesinin Atina da büyük siyasi nüfuzu vardır. Devrin ileri gelenlerinden ve otuzlar yönetiminde yer alan Kritias ile Kharmides’in akrabası olan annesinin, Platon’un ardından Adeimantos ve Glaukon adını verdikleri iki oğlu daha olur. Platon soyu ve çevresi bakımından tam bir aristokrattır. Bir söylentiye göre asıl adı, büyükbabasınınki gibi, Aristoklestir; geniş göğüslü olduğu için cimnastik öğretmeni ona Platon adını takmıştır. Platon’un asıl adı olan Aristokles, günümüzde sıkça kullanılan “aristokrat” ve “aristokrasi” kelimelerinin kökenini oluşturmuştur. Ayrıca “platonik” kelimesi de, çağlar boyunca, “maddesel olmayan, sadece düşünsel boyutta var olan” anlamında kullanılmıştır. Platon iyi bir eğitimle yetişmiş, çeşitli öğretmenlerden cimnastik ve müzik dersleri almıştır. İlgi alanları içersinde önemli bir yer tuttuğu anlaşılan felsefeye de Herakleitosçu Kratysas dan dersler alarak başlamıştır. Gençliği Atina’nın kültürce çok parlak bir dönemine rastladığı için bu gelişmişliğin ve zenginliğin onun üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Perikles’in ardından gelen bu dönemdeki Atina’nın sanat ve edebiyat bakımından yüksek düzeyine Platon çok şey borçludur. Platon un zengin sanatçı tarzı böyle bir atmosferde oluşmuştur. Bir sanatçı ve edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca hatta şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır. Fakat bu özellikleri bulunan Platon, çeşitli türlerde eserler yazmış, yazdıklarını beğenmemiş ve Sokrates’in üzerinde yaptığı derin etki sebebiyle bunları yakmıştır.
         Atina, Isparta ile birlikte 490 ve 480 yıllarındaki Pers saldırılarının püskürtülmesine önderlik eder ve yunan kentlerinin olası Pers saldırılarına karşı kurdukları delos deniz birliğinde en önemli güç haline gelir. Ancak savaşın ardından giderek aşırılığa varan yayılmacı politikası, Atina’yı Isparta ile çatışmaya sokar. Atina’nın kendi içinde gevşek ve yayılmacı anlayışının aksine Isparta bunu tam karşıtı olarak oligarşik, tutucu, gücünü baskı altında tuttuğu köle sınıfından alan, sanat alanında yeniliklere katlanmayan,askerlik ve yiğitlik erdemlerinin yücelttiği bir anlayıştadır. Her kentin bir diğerinin rakibi olarak görüldüğü bu ortamda, M.Ö. 441 yılında Atina ile Isparta ve kandaşları arasında Peloponesos  savaşı başlar. Derin yıkımların ardından Atina 404 yılında tam bir bozguna uğramıştır. Platon’un 409 yılında(18 yaşında) askerliğini yaptığı söylenmektedir.
         Isparta ve Atina arasındaki bu devlet yapısı farklılıkları ile paralel olarak eğitim yapıları da farklıydı. Isparta’da savaşa eleman yetiştiren bir eğitim sistemi vardı. Bireyin değil, toplumun refahı esastı. Refah ölçüsü ise savaş yönünden üstünlüktü. Muharip yetiştirme esastı. Birey devlete katkıda bulunduğu ölçüde önem kazanmaktaydı. Atina eğitimi ile Isparta eğitiminin ortak bir amacı vardı fakat bu amacın hedeflediği ürün farklıydı. Eğitimin genel amacı “iyi vatandaş” yetiştirmekti. Atina Isparta’nın askeri insan yetiştirme amacından farklı olarak demokrasi için eğitme amacını güdüyordu. Okullarda disiplin sert, dayak geneldi. Öğretim bireyseldi. Farklı konular için farklı okullara gidilirdi. Genç, on sekiz yaşına gelince yemin ederek  vatandaş kütüğüne geçerdi. Bu yeminin sosyal ve moral yönü vardı. Doğaldır ki eğitim sistemleri farklı olan iki toplumun devlet yapıları da farklıydı.
         Platonun gençliğindeki derin etkiler yaratan Peloponesos Savaşı, yüksek bir idealin çöküşünü, acıyı, umutsuzluğu beraberinde getirir. Savaş sırasında Atina’daki demokratların (tüccar sınıfının) politikaları, eylemleri ona fazlasıyla malzeme sağlar. Tüm Atinalılar gibi o da bu bozgunun nedenini Atina’nın gevşekliği ve beceriksizliğine, Isparta’nın disiplinine, iyi düzenine bağlar. Çeşitli kanlı olaylardan sonra 403 yılında Atina da demokrasi yeniden kurulur ancak bundan 4 yıl sonra gerçekleşen bir olay Platon’un demokrasiye olan nefretini haklı çıkarır. Sokrates ölüme mahkum edilir. Bu ölümün Platon için bir dönüm noktası olduğu önemli bir  gerçektir.
         O dönemdeki Atina demokrasisinin akla uygun tarafları pek de yoktu. Sokrates akıllıların başa gelmesi sistemini öneriyordu. Sokrates aklının dikine gidiyor ve çok düşman kazanıyordu. Dört yüz bin Atinalıdan iki yüz elli bini siyasal hakkı olmayan kölelerdi. Büyük meclise girenler, bilgisiyle ve değeriyle değil de sadece halk çocuğu oldukları için meclise giriyorlardı. Sokrates herkesin başa geçme hakkını savunuyor ve başa geçenin en değerli yurttaş olmasını istiyordu. Bunu istemekle de devleti çoğunluğun değil, seçkin bir azınlığın yönetmesini istemiş oluyordu ki, bu da bir yandan halk çocuğunun bilgisizliğini yüzüne vurmak öte yandan kendilerini en değerli azınlık sayan aristokratların ve zenginlerin halk düşmanlığını haklı çıkarıyordu. Demokrat Atina’nın bütün korkusu da, onların kuvvetlenip devleti elde etmeleriydi. Sparta’nın desteklediği demokrasi düşmanları Kritias’ın önderliğinde başkaldırmaya hazırlanıyorlardı. Kritias (Platonun amcası) başkaldırma başarısız olup, öldürülünce demokratlar bu baş kaldırmanın arkasında Sokrates’in olduğunu düşündüler. “Sokrates de çok oluyor artık, ne tanrılara saygısı var, ne atalara, ne devlete! Herkesi, her şeyi eleştirmeye, akla vurup çürütmeye kalkıyor; gençlerde hiçbir şeye inanç bırakmıyor” diyerek onu suçladılar.
         Sokrates, baş kaldırmaya katıldığı ve başkalarını baş kaldırmaya zorladığı için değil, serbest düşündüğü, eski düzenin temellerini sarstığı için ölüme mahkum edildi. Sokrates’in ölümü bu anlamda, vaktinden önce öten horozun ölümü olarak yorumlanmaktadır.
         Sokrates ölüm sehpasındayken dahi büyük bir korkusuzluk göstermiş, gururunu kaybetmemişdir. Ölümünü büyük bir onurla ve soğukkanlılıkla beklemişdir. Platona bıu denli ilham verenin ve onu Sokratese bağlı kılanın da hocasının yiğitliği olduğu düşünülebilir.
         Platon hocası Sokratesin öldürülüşünden sonra bir süre Mısıra daha sonra da Pisagorculuğun yoğüun bir şeilde yaşandığı Güney İtalyaya gitmiştir. Buralarda Sokrates öğretisinde ki ruhun ölmezliğiyle ilgili fikirlerin Orpheuscu kökenlerini, inceleme ve kendine uyarlama fırsatı bulmuştur. Bu yolculuk, bir yandan ondaki matematik ilgisini güçlendirmiş, öbür yandan da ona dini-mistik görüşler edindirmiştir. Pythagorasçılardan edindiği bu etkiler, onıun felsefesinin sokratesçi öğe yanında ikinici büyük öğesi olarak kabul edilir. Güney İtalya’dan Sicilya’ya geçen Platon, Syrakusa’dan kralın akrabası Dion ile tanışır. Platon’un hayranı olan Dion siyası bir reformu planlaştırması için, onu iki defa Sicilya’ya çağırtır. Fakat bu yolculuklardan hiçbir şey çıkkmaz ve Platon oradan kendiniş hüç bela kurtarır.
         Dönüş yolunda Atina ile savaşta olan Aigina kentinde tutuklanmış ve fazla konuştuğu için kuısa bir kölelik dönemi geçirmiştir. Onu tanıyan Kyreneli bir filozof tarafından satın alınmış ve hürriyetine kavuşturulmuştur. Daha sonra Platon kendisinin kurtarılması için verilen bu parayı geri ödemeye çalışmış fakat geri istenmediğinden dolayı bu para ile Atina da dünyanın ilk yerleşik üniversitesi olan ünlü okul Akademia’yı kurmuştur. Tüm bu Sicalya deneyimleriyele Platonun toplumu dönüştürme düşüncelerine pek de kolay olmadığını öğrenmesini sağlamış ve toplum görüşü daha gerçekci ayakları yere basan bir hale dönüşmüştür.
         Platon eserleri ile de ayrı bir çığır açmıştır. Ününü hemen hepsi günümüze ulaşmış olan diyalog şeklindeki eserlerine borçludur. Eserleri karakteristik özellikleri ve yazılış tarihlerine bakılarak 4 evre de incelenbilir.
         Gençlik Diyalogları:

Apologia, Kriton, Protagoras, Ion, Lakhes, Politeia I, Lysis, Kharmides, Euthyphron

         Geçit Diyalogları:

Gorgias, Menon, Euthydemos, Küçük Hippias, Kratylos, Büyük Hippias, Menexenos

         Olgunluk Diyalogları:

Symposion, Phaidon, Politeia II-X, Phaidros

         Yaşlılık Diyalogları:
Theaitetos, Parmenides, Sophistes, Politikos, Philebos, Timaios, Kritias, Nomoi 
         Gençlik dönemine ait birinci evre eserleri,soru-cevap şeklindeki diyaloglar halindedir. Sokrates’in çok yoğun etkisi altında ve onun ağzından kaleme alınmışlardır. Bunlara sokratik diyaloglar da denir. Bu eserlerde sürekli çağdaşı olan filozofların fikirlerindeki yanlış ve eksikler konu edilir. Bu dönemde ayrıca ve özellikle bilgi ve erdem sorunları incelenir. Erdemin özü ve kavramı, erdemin birliği ve çokluğu, erdemin bilgi ve öğretebilme ile olan ilgisi, Sokrates atkisi altında düşündüğü ve yazdığı dönemin temel sorunlarıdır. (zamanla sokrates’in düşüncelerini aşarak kendi düşüncesini oluşturmasına rağmen platon, tüm yaşamı boyunca yazdığı eserlerinden hiçbirinde kendi adını kullanmamış, yazdıklarını çoğunlukla sokrates’in ağzından ifade etmiştir.) hocasına sevgi ve saygıyla bağlılığı eserlerinde açıkça görülür. Bu diyalogların amacı; ahlakın başlıca sorunlarını, kavramsal bilgiler olarak oluşturmaktır. Burada kavram belirlemeleri, tanımlar için, Sokrates de olduğu gibi, tümevarım yöntemi kullanılır. Yine sokrates’de olduğu gibi, ortalıkta dolaşan doğrulukları, yanlışlıkları, eleştirilmemiş görüşleri çürütmek(elenkhos) esastır. Sokratik diyaloglarda genellikle bir sonuca varılmaz. Bir çıkmazla(aporia) karşılaşılır bu diyalogların sonunda.
         Gençlik dönemi diyaloglarında;
         Apologia(sokrates’in savunması): sokrates’in meşhur sözüyle; kendi bilgisizliğini bilincinde olmak, neyi bilmediğini bilmek temel sorun olarak alınır.
         Kriton: sokrates’in mevcut yasalara neden karşı çıkmadığı anlatılır.
         Protogoras: erdemin bütünü, öğretilip öğretilemeyeceği, erdemin birliği sorunu işlenir.
Lakhes: cesaret
Politeia I: adalet
Lysis: dostluk
Kharmides: ölçülülük (sophrosyne)
Euthypron: dinlilik, batıl inancın eleştirisi, kutsal olanın ne olduğu sorunu
        
Platon’un kendi felsefi yapısını oluşturması, sokrates’den sıyrılması yavaş ve kademeli bir şekilde gerçekleşmiştir. Platon Sokrates öncesi “doğa filozofları” gibi, mutlak ve değişmez olan ile değişen arasındaki ilişkilerle ilgilenmiştir. İlk filozoflar, doğada mutlak ve değişmez olanı aramışlar, platon ise hem doğada, hem ahlak ve toplum yaşamında mutlak ve değişmez olanın peşinden koşmuştur.
         Platon’un, geçiş döneminde özellikle sofist öğreti ile hareket noktasının belirlendiği söylenebilir. Platon’u Sokrates öğretisini aşmaya götüren neden de, sofistlerin dünya görüşü ile esaslı bir biçimde tartışmak isteği olmuştur. Thales’den demokritos’a kadar tüm doğa filozoflarının felsefeye materyalist yaklaşımlarından sonra, insanı odağa alan ilk öğretiler, sofistler tarafından ortaya atılmış ve bu görüşler platon’un ahlakçı ve toplumsal analizleri için uygun bir temel oluşturmuştur.
         Platon, sofistlerin hazza dayanan görüşlerini detaylı bir tartışmaya açmıştır. Burada Sokrates öğretisini aşmaya yönelse de sofistlerin karşısına, yine hocasının “iyi” kavramı ile çıkar;
         “ İyi, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır.”
         “ İyi ” ye dayanan, bilgi yoluyla iyi’ yi gerçekleştirmiş olan doğru bir yaşayışa platon’un böylesine kesin olarak bağlanması onu yeni bir sorun karşısında bırakmıştır ve bu yeni sorun onun idea öğretisini oluşturmasına kaynaklık etmiştir. Sokrates’ in anladığı dibi bir yaşamı felsefeye dayatmak ya da erdemle bilgiyi bir tutmak, “ doğru “ nun araştırabilmesini, böyle bir olanağın bulunmasını gerektirir sonucuna varmıştır başlangıçta. Platon, bunun üzerine, sofistlerin; “ bunlar aradığımız şey ya da bilinen şeydir ki bunu aramaya gerek yok ya da bilinmeyen bir şeydir, o zamanda bulunan şeyin aranan şey olduğunu nereden bilelim ? sorusuna, menon diyalogunda, orphik-pythagorasçı görüşten edindiği ruhun ölümsüzlüğü düşüncesiyle çözüm bulmuştur.
         Bilginin temeli problemi üzerine de platon; “ ölümsüz bir ruh taşıyan insanoğlu için öğrenmek eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir “ düşüncesini ortaya atmış ve sokrates’ in ağzından şunları söylemiştir:
         “ ben bir ebeyim, şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum. Benimle konuşmaya başlayan, önce bilmezmiş gibi görünür. Ama konuşma ilerledikçe açılır ve anımsamaya başlar. Bununla beraber benden bir şey öğrenmediği bellidir. En güzel bilgileri, sadece kendi içersinde bulur ve ortaya koyar. “
         bu dönemin eseleri:
menon: erdem bir mi, yoksa çok mu ? erdem bir bilgi mi?
Küçük hippias: kötülüğün isteyerek yapılıp yapılmaması durumunda erdem sorun.
Büyük hippias: güzel araştırılırken kalıcı ve değişmez bir şey üzerinde durulur. (ideaların  ilk izleri)
         Platon olgunluk döneminde ise “ ruhun ölmezliği “ kavramının mitostan sıyrılıp daha sağlam temellere oturması gerektiği ihtiyacını duyar. Ruhun ölümsüzlüğünün yanında ruhun idealar dünyasından geldiğinin ve kökünün orada olduğunun belirlenmesi bu dönemde gerekli hale gelmiştir. Doğru sanı (doğru algılama) ile bilgi, iki ayrı dünya yaratmıştır. Bir yanda meydana gelen ve yok olan, doğru sanının, rölatif gerçekliklerin dünyası diğer yanda, sağlam ve sürekli, asıl gerçekliğin, ideaların dünyası.
         Platon un bilgi kuramının bu anlamda çıkış noktası protogoras’çıdır. Bir şeyi bilen kişi, onu algılayan kişidir. Bu yüzden “ insan her şeyin ölçüsüdür ”
“ Algı, daima var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz. “ demiştir protogoras. Platon bu görüşe, herakleitos’un “ var dediğimiz her şey, gerçekte oluş sürecinde olan bir nesnedir. “ şeklinde ifade edilen akış kuramını katmıştır.

a)    bilgi bir algıdır; (hatta aslında bilgi, bir algılama yargısıdır.)
b)    insan her şeyin ölçüsüdür.
c)    Her şey akış halindedir;
biçiminde kuramın özetlenmesi olanaklıdır.
Olgunluk dönemi diyalogları:
Symposion(şölen): güzel ideası tanımlanır. Cisimden bağımsızdır, aşkındır, kendine yeter, yalındır, ezeli ve ebedidir, değişmez.
Phaidon: idealar, nesnelerin nedenidir. İyi ideası.
Politea       II-X(Devlet): iyi, açık bir biçimde öteki ideaların üstündedir. İki dünya vardır. Duyulan(görülen) dünya, anlaşılan(kavranan) dünya.
         Yaşlılık döneminde platon, önceleri ele aldığı bir çok konuyu tekrar gündeme getirerek, bir kez daha incelemiştir. İlgisi daha çok ahlaki sorunlar ile insanoğlunun mutluluğuna yöneliktir. Yetkin insan yerine, yetkin toplumu tarif etme çabası içersindedir. Yetkin topluma ve dolayısıyla toplumsal mutluluğa erimenin yolu, ideal devlet düzeni içersinde yaşamaktır.
         Devlet görüşü:
         Platon, “ politika sanatı ve ideal devlet düzeninin gerektirdiği çözümleri sadece felsefe üretebilir. “ düşüncesindedir fakat platon’un yaşam deneyimi, sadece bilge ve erdemli kişilerden kurulu bir akıllı insanlar toplumuna ulaşmanın imkansızlığını göstermektedir ki platon bunu benimsemiştir. Bu görüşünü de, “ yığınlar hiçbir zaman filozof olmayacaktır. “ sözüyle dile getirmiştir. Platon’a göre “ başa filozoflar geçmez, ya da baştakiler felsefe yapmazlarsa, insanlığın acıları asla sona ermeyecektir.
         Platon devleti oluşturan bireyleri, işlevleri açısından üç sınıfa ayırmıştır: zenginliği sevenler, şerefi sevenler ve bilgiyi sevenler. Devleti oluşturan bireylere platon bir açıdan daha bakmıştır: halk, askerler, koruyucular. (siyasette söz sahibi olanlar koruyuculardır). Toplumu meydana getiren fertlerin tamamı, bu üç özellikten birini, diğerlerinden daha fazla arzu edecekler ve isteklerine, ideal devlet düzeni içerisinde ulaşacaklardır.
İdeal devlet kavramı içersinde, genç nesillerin eğitimi için şiir ve müziğe verilen önem, “ güzel sevgisi “ni öne çıkartan bir anlayıştır. Platon, idealara estetik yolu ile erişme yöntemi(estetik yolu ile anımsama) yönteminden zamanla vazgeçmiş, daha nesnel sayılabilecek bir yönteme, matematiğe yönelmiştir. Matematiği kullanarak idealara ulaşılabileceğini düşünen platon için bu çabanın, bir bakıma ruhun idealar dünyası özlemi ile bu gayeye yönelik bitmez tükenmez bir gayret anlamını taşıdığı da görülmektedir.
        

Atletizm

Atletizm


Tipik açık hava yarış pisti.
Atletizm, bir pist ve alanda yapılan, dünyanın en eski sporlarından biridir. Bu oyunlarda atletler koşu, yürüyüş, atlama ve atma yeteneklerini gösterirler. Bu tür etkinlikler, çağlar boyunca tüm dünyada yaygın ilgi görmüştür.
İlk koşu yarışının İÖ 3800 yılında Mısır'da düzenlendiği bilinmektedir. Ama tarihin en ünlü atletizm yarışmaları, ilk kez Eski Yunanistan'da düzenlenen Olimpiyat Oyunları'nda gerçekleşmiştir. Eski Olimpiyat Oyunları, yalnızca spor yarışmalarının düzenlendiği bir etkinlik değil, aynı zamanda sporun sanat ve kültürle birleştiği büyük şenliklerdi. Atletler yarışmalardan 10 ay önce hazırlanmaya başlar, son ayı da Olimpiyat Oyunları’nın düzenlendiği yer olan Olympia'da geçirirlerdi. Yarış öncesi hazırlanma değişik biçimlerde günümüzde de sürmektedir.
Atletizm, insanın tüm güç ve yeteneğinin neredeyse tümüyle kullanılmasını gerektirir. Atletler birbiriyle yarışırken, aynı zamanda kendi güç ve yeteneklerinin sınırlarını tanır, bunları geliştirmeye çalışırlar.
Pist ve alan atletizmi üç ana dala ayrılır: Koşu, yürüyüş ve alan (atlama ve atma) yarışları.
Günümüzde maraton koşucuları.

Pist yarışları

Koşu dalı, kısa mesafe hız, orta ve uzun mesafe koşularından oluşur. Bu yarışlar, kapalı salon ya da açık hava pistlerinde, yollarda ve kırlarda yapılabilir. Kısa mesafe hız koşuları, 400 metreye kadar olan koşulardır. Bu yarışmalarda atletler tüm mesafeyi baştan sona tam sürat koşarlar. Kısa mesafe koşuları, 100, 200 metre ve açık hava pistinin bir turuna eşit olan 400 metre yarışlarıdır. Kapalı salon pistleri ise daha kısadır. Dönemeçlerin eğimli olduğu 200 metrelik pistler çok yaygındır. Salonlardaki en kısa hız koşusu 50 metredir. Kısa mesafe koşucusu yarışa hızlı bir çıkışla başlar, iyice hızlandıktan sonra da hızını sürdürmeye çalışır. Orta mesafe koşuları, 800 ve 1.500 metre yarışlarını kapsar. Teknik olarak hız koşusu sayılmakla birlikte, orta mesafe koşuları hız ve dayanıklılığın iyi bir taktik anlayışıyla birleştirilmesine dayanır. Son birkaç yıldır Türk bayan atlet Süreyya Ayhan, 1.500 metrenin en iyi koşucularından biri sayılmaktadır.
Uzun mesafe yarışları pistte 3.000, 5.000 ve 10.000 metre yarışlarını kapsar. Maraton ve yol parkurunda koşulan öteki yarışlar ise daha uzun mesafelerde yapılır. Son yıllarda uzun mesafe koşularına kadınlar da katılmaktadır. İlk kez 1969'da uluslararası bir yarışmada 1.500 metre koşan kadınlar, 1974'te 3.000 metre koşusuna, 1970 sonlarında da maraton yarışlarına katıldılar. Yalnızca erkeklerin koştuğu, 28 tahta engel ve 7 su engelinden oluşan 3.000 metre engelli yarışı dışında kalan tüm uzun mesafe koşularına kadınlar da katılırlar. Dünyada yaygınlık kazanan uzun mesafe koşularından özellikle maraton yarışlarına katılan atlet sayısı giderek artmıştır. Günümüzde Londra ve New York maratonlarına her yıl on binlerce atlet katılmaktadır.
Öteki düz koşular ise, 4x100 ve 4x400 metre bayrak yarışlarıdır. Bayrak takımları dört koşucudan oluşur ve her koşucu yarışın eşit bir bölümünü koşar. Kendi bölümünü tamamlayan koşucu, bayrak denilen çubuğu bir sonraki bölümün koşucusuna verir. Engelli koşularda 10'dan fazla engel vardır. Erkekler 110 metre ve kadınlar 100 metre yarışlarında, engeller 106,7 cm, 400 metre yarışında ise 91,4 cm yüksekliğindedir. Yürüyüş yarışları ise yürümekten doğmuştur. Kural gereği, ileriye atılan ayak gerideki ayak yerden kalkmadan yere değdirilir. Bu nedenle, bacakları kırmadan adım atmak gerekir. Yol parkurlarında yapılan yürüyüş yarışları mesafeleri, kadınlar için 10 kilometre, erkekler için 20 ve 50 kilometredir.

Alan yarışları

Yüksek atlamada, ilk yıllarda makas tekniği denen bir teknik kullanılıyordu. Bu alanda daha sonra yeni teknikler geliştirildi. İçlerinde en iyisi sayılan köprü (flop) tekniğinde atlet, yukarı sıçradıktan sonra dönerek çıtayı sırtüstü geçer.
Sırıkla atlamada eskiden metal ya da bambu sırıklar kullanılırdı. Daha sonra cam elyafından sırıklar yapıldı. Bu yeni sırıklar, bu dalda beklenmedik bir gelişme sağladı. Sırıkla atlamada dünya rekoru 25 yılda 1 metreden fazla bir farkla yenilendi. Sırıkla atlamada atlet sırığı iki eliyle kavradıktan sonra çıtaya doğru hızlanarak koşar. Ucunu çıtanın dibindeki V-biçimli kutuya yerleştirdiği sırığa abanarak, kendini yukarı fırlatır ve çıtanın üzerinden aşarken sırığı bırakır. Sırık atletin atlayış yaptığı tarafta kalır. Yüksek atlamada ve sırıkla atlamada, yarışmacının her iki yükseklik için üç atlayış hakkı vardır. Uzun atlama ve üç adım atlamada atlet, yeterince hızlanarak 10 santimetrelik basma tahtasından, olabildiğince uzağa atlar. Üç adım atlamanın, adından da anlaşılacağı gibi, üç aşaması vardır: İlk adımda atlet yükseldiği ayağıyla yere basar, ikinci adımda öbür ayağının üzerinde yere iner ve bu ayağıyla üçüncü sıçrayışını yapar.
Gülle atmada, 2,1 metre çapındaki bir dairenin içinden, omuzdan gelen bir kol hareketiyle gülle fırlatılır. Metalden yapılmış, top biçimindeki güllenin ağırlığı, erkekler için 7,26 kg, kadınlar için 4 kg’dır. Çekiç atmada 7,26 kg ağırlığında metal top kullanılır. Çekiç, bu topun bir tel parçasıyla bağlandığı bir halkadan oluşur. Sporcu eliyle bu halkayı kavrayarak çekici fırlatır. Atış, bir bölümü tel örgüyle çevrilmiş, 2,1 metre çapındaki bir çemberden yapılır. Disk erkeklerde 2 kg, kadınlarda 1 kg ağırlığındadır. Atış, 2,5 metre çapındaki bir dairenin içinden yapılır. Atıcılar, diske itici güç sağlamak için, atışı bu dairenin içinde dönerek yaparlar. Cirit atmada, atış çizgisine koşarak yaklaşan atıcı, ciriti bir silkme hareketiyle öne doğru fırlatır. Erkeklerin kullandığı cirit 800 gr, kadınlarınki ise 600 gr ağırlığındadır.

Birden fazla daldan oluşan yarışlar

Bu yarışlar iki gün sürer. Dekatlonda erkekler, pentatlonda kadınlar yarışır. Erkekler dekatlonda 10 ayrı yarışa katılırlar. İlk gün 100 metre, uzun atlama, gülle atma, yüksek atlama ve 400 metre; ikinci gün 110 metre engelli, disk atma, sırıkla atlama, cirit atma ve 1.500 metre yarışları yapılır. Kadınlar pentatlonda yedi dalda yarışır. Birinci günde 100 metre engelli, gülle atma, yüksek atlama ve 200 metre, ikinci günde uzun atlama, cirit atma ve 800 metre yarışları yer alır.

Atletizm kuruluşları

Dünya atletizminin yönetici organı Uluslararası Amatör Atletizm Federasyonu’dur (UAAF). Dünya atletizm rekorlarını bu kuruluş onaylar. Ayrıca turnuvaların düzenlenmesinden yarışlarda kullanılan malzemeye kadar birçok konuyla ilgili kararları verir. 1896'dan beri dört yılda bir yapılan Olimpiyat Oyunları atletizm dünyası için en önemli yarışlara sahne olur. Türkiye’de atletizmin yönetici organı olan Türkiye Atletizm Federasyonu 1922’de kurulmuştur.

AB ve TÜRKİYE

AB ve TÜRKİYE-AB SERÜVENİ
 İkinci dünya savaşından sonra dünya dengeleri değişmişti. Artık yeni bir döneme girilmiş ve bu dönemin öncülüğünü de Amerika yapmaya başlamıştı. ABD 1990’lı yıllara kadar Sovyetler Birliği’yle beraber dünya siyasetinde söz sahibi olmuş, SSCB’nin de dağılmasıyla tek güç olarak bu dönemi günümüze kadar devam ettirmiştir.

19 Eylül 1946 Zürih’te Winston Churchill ‘Avrupa Birleşik Devletlerinin’ kurulmasını ve bir ‘Avrupa Konseyi’ oluşturulmasını istedi. 1948 yılında Le Haye de Avrupa yanlısı çeşitler örgütler bir ‘Avrupa için Kongre’ düzenleyerek Avrupa Birliğinin kurulmasını talep ettiler. 5 Mayıs 1949 yılında Avrupa Konseyinin statüsü imzalanarak kabul edildi. Açıkçası bu kuruluşlar pek de gerçek bir birlik oluşturmanın asgari şartlarına sahip olamamışlar ve başarıları da sınırlı kalmıştı.

Bugün Avrupa Birliği diye bilinen oluşumun temelleri 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Birliğini (AKÇT) ve 1957’de Roma’da Avrupa Ekonomi Topluluğunun (AET) kurulmasıyla atılmıştır. Benelüx’ü oluşturan üç ülke (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg)  Fransa, Almanya ve İtalya tarafında imzalanmıştır. AET antlaşmasının 2. maddesinde topluluğun amacı: Üye ülkeler arasında topluluk yoluyla ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir biçimde geliştirilmesi, sürekli ve dengeli bir genişleme, istikrar arttırma, yaşam standartlarının hızla yükselmesi ve daha yakın ilişkilerin desteklenmesi olarak açıklanmıştır.

Bu altı ülkenin Roma’da oluşturmaya çalıştıkları bu yeni yapılanma, diğer Avrupa ülkeleri tarafından da yakında takip edilmekteydi. Altı ülkeden sonra İngiliz hükümeti OCDE ülkelerini de yanına alarak Avrupa Serbest Bölgesi (Free Trade Area-FTA) kurma teklifinde bulundu. Fakat bu girişimleri başından başarısızlığa mahkum bir teşebbüs olarak görüldü. Çünkü bu teklif sadece Avrupa Konseyine karşı çıkma içindi ve hiçte samimi değildi. Fransa ve Almanya çok sert bir şekilde teklife karşı çıktı. Diğer ülkelerde kendilerinin hiç görüşünün alınmadığı gerekçesiyle bu topluluğa sıcak bakmadılar. AET karşısında dışarıda kalan grup daha fazla dayanamayıp 21 Temmuz 1959 da EFTA’yı   (Avrupa Serbest Mübadele Birliği) kurma kararı aldı. Bu birliğe OCDE yedi üyesi (Avusturya, Danimarka, İngiltere, İsveç, İsviçre, Norveç ve Portekiz) imza attı. Antlaşma 3 Mayıs 1960 tarihinde yürürlüğe girdi.

1959 yılında EFTA’nın kurulması ile birlikte Türkiye’nin önüne Batı Avrupa merkezli iki yeni örgüt çıkmıştı. Ankara’nın, batı ile bütünleşebilmek için bir tercih de bulunması lazımdı. Tercihini AET’den yana kullandı. 31 Temmuz 1959’da Türkiye AET’ye ortaklık için resmen başvurdu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri literatüründe genel olarak iddaa edilenin aksine 1959 yılında Ankara AET’ye ilk defa başvuru yaptığı zaman hem yaptığı başvurunun anlamının farkındaydı hem de Avrupa’da entegrasyon hareketlerinden haberdardı.

Hatta o dönemleri bizzat içerden yaşayan tanıkların ifadesine göre, Ankara AKÇT’ye üye olmak isterdi ancak, üyeliği mümkün kılacak herhangi bir ‘gerekçe’ bulamıyordu. Dışişleri Bakanlığı genel olarak Avrupa’yı takip etmiyor, AKÇT üyesi ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerini analiz etmeye çalışıyordu.

1961 yılında AET’ye olan ilgi arttı. Yunanistan ortaklık antlaşması imzaladı. Sırasıyla İrlanda, İngiltere, Danimarka, Norveç üyelik başvurusunda bulundu. Türkiye’nin müzakereleri Yunanistan ile paralel götürme isteğinin aksine Türkiye ile bu süreç 4 yılı bulacak ve ancak 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara antlaşması imzalanacaktı. Bu gecikmenin elbetteki çeşitli sebepleri vardı. Bunlar; Türkiye’nin ikinci dünya savaşından sonraki en kötü ekonomik ve siyasi krizleri yaşaması, iç politikadaki düşmanlığın had safhaya ulaşması ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesi.Bu dönemden sonra AET’yle müzakereler zaman zaman kesilmek zorunda kalmış, ihtilal bir yana sık sık değişen Türk delegasyonları yüzünden süreç hep uzamıştır. Bide konunun AET tarafı vardı ki, başta Türk tarafının taleplerini olumlu karşılayan AET iktisadi, mali ve ticari boyutlar eklendikçe Türkiye ile müzakerelerin Yunanistan’dan daha kompleks bir konu olduğu anlaşılacak, altı devletin başlangıçtaki iyimser tutumları veriler elde edildikçe, yer yer hayal kırıklığına dönüşecekti. Bu görüş ayrılıklarının üzerine ihtilaller eklenince durum iyice zorlaşmıştı. Fakat Türk diplomatlarının ısrarlı takipleri neticesinde yinede bir uzlaşma metni ortaya çıkmış ‘Türkiye ile AET arasında bir ortaklık tesis eden anlaşma’ yani bilinen adıyla 12 Eylül 1963’te Ankara antlaşması, Ankara’da imzalandı. 1 Aralık 1964’te de yürürlüğe girdi.

AET 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası yönetime el koyup parlamentoyu feshedince Yunanistan’la yapılan Atina antlaşmasını dondurduğunu açıkladı. 1 Ocak 1970’de AET’nin 12 yıllık geçiş dönemi sona erdi. Topluluğun ortak ticaret politikası yürürlüğe konuldu. 12-20 Ekim 1972 de yeni üyelerinin katılımıyla genişleyen Topluluğun devlet ve hükümet başkanları Avrupa Topluluğunun Avrupa Birliğine dönüştürülmesi ve ekonomik ve parasal birliğin sağlanması için bir takvim belirleme kararı aldılar. 7-10 Haziran 1979 dokuz üye ülkede ilk kez Avrupa Parlamentosu doğrudan seçimleri gerçekleştirildi. 17-20 Temmuz 1979’da doğrudan seçimle göreve gelen Avrupa Parlamentosu,  Strasbourg’da düzenlenen ilk oturumla bir araya geldi.

Katma protokol yapılmış ve geçiş dönemi başlatılmış olmasına rağmen özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan hem içsel, hem de dışsal faktörler nedeniyle Türkiye-AT ilişkileri, bugün bile olumsuz etkileri hissedilecek ölçüde, ciddi bir erozyona uğramıştır. Elbetteki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen faktörler sadece konunun Türkiye tarafı değildir. Topluluğun değişken yapısı ve uluslar arası sisteminden kaynaklanan bir takım sorunlarda bu ilişkileri, ister istemez olumsuz yönde etkilemiştir. Hem ulusal, hem de bölgesel ve uluslar arası sistem kaynaklı sorunlar Türk dış politikasında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine kadar süren bir dönem içerisinde dalgalanmalara sebep olmuştur. Askeri müdahale sistemi değiştirmek şöyle dursun sorunları derinleştirmiştir. 1970-80 yılları arasında kurulan 14 farklı hükümeti değişik görüşleri benimsemelerinin sonucunda elde edemedikleri başarının üstüne tuz biber olmuştur.
Ama bir konu vardır ki AT’yle 70’li yıllarda ilk ilişkilerin kopmasının ana nedeni olarak görülür. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı AT’nin ilişkileri dondurmasına sebep olmuştur. Fakat amacın işgal olmadığı anlaşılınca görüşmeler tekrar başlamıştır. 1977’de Türkiye AB’ye davet edilmiştir.

Avrupa Birliği Türkiye’yle olan ilişkilerini dondurmuş ve darbenin sona ereceği güne kadar görüşmelerin başlamayacağını açıklamıştı. En kısa zamanda seçim yapılmasını ve demokrasiye geri dönülmesi gerektiğini vurguluyordu, tam olarak Avrupa’nın istediği zaman ve şartlarda olmasa da Generaller bu sese kulak verip 1983 Kasımda yapılacak  bir seçimi kabul ettiler. Partilerin kurulmasına da 12 Eylül’ü eleştirmemek ve Kemalist ilkeler dışına çıkmamak şartıyla izin verdiler. Seçimi sürpriz bir şekilde ve açık farkla Turgut Özal’ın partisi Anavatan Partisi kazanmıştı.

Turgut Özal iktidara geldiği zaman Avrupa Birliğiyle ilişkiler hemen hemen donmuş durumdaydı AT’nin esas taleplerinden olan demokratikleşme sürecinin yeni bir Anayasanın da kabulü ile başlatılmasana rağmen Brüksel’in Türkiye’ye bakışında esaslı bir değişiklik olmamıştı. Bu arada Ankara’ya yönelik muhalefetin merkezi haline gelen Avrupa Parlamentosu da Türkiye’yi eleştirmek için hemen hemen her şeyle ilgilenir oldu.ATP Türk hükümetinin ‘Ermeni halkının tarihsel durumu’ ile ‘Kürt halkının bugünkü durumuna ve ‘Kıbrıs Cumhuriyetinin toprağının kanunsuzca işgalinin en kısa sürede son verilmesine’ kadar pek çok konuyu gündeme getirmekteydi. Bu arada Yunanistan her vesileyle hem veto hakkını kullanmaya hem de Ankara’yı zora sokacak her girişimi desteklemeye başlamıştı. 14 Nisan 1987 yılında Türkiye AT’ye tam üyelik  için başvurdu.

AT Komisyonunun 1989 yılında açıkladığı görüşte tam bir belirsizlik mevcuttu. Financial Times’da yayınlanan bir haberde, AT’nin ret cevabı ‘yüzüne bir tokat gibi inecek olan duyarlı Türkleri gücendirmemek için bu raporun ‘cilalandığını’ bildirmekteydi aynı günlerde The Economist: Batı Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik tavırlarında ‘tam bir iki yüzlülük egemendi’ diye yazmıştır. 90’lı yıllara gelindiğinde ortaya çıkan Körfez Savaşıyla dengeler bir kere daha gözden geçirildi. Avrupa Topluluğu Türkiye’nin bu zor zamandan çıkmasını izledi ve ülkenin gücünü gördü. 1991 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Amerika Başkası George W. Bush Türkiye’nin üyeliğini destekleyeceklerini açıkladı. 1991 yılının Mart ayında genel konuşmalardan bir sonuç çıkmayacağı anlaşılınca, Özal bir başka adım atarak AT ülkeleri Başbakanlarına tek tek  birer mektup göndermiştir. İlişkilerin durumu ve geleceği hakkında Batılı ülkeleri uyaran Özal bazı hususlarında altını  çizme gereğini hissetmiştir.

21-22 Haziran 1993’da Kopenhag’da yapılan AB-Türkiye ilişkileri açısından değil, AB’nin kendi geleceği biçimlenmesi açısından tarihi öneme sahip bir toplantıdır. Türkiye konusunda ise Kopenhag Zirvesi Gümrük Birliği açısından çok önemli bir kilometre taşı olarak görülebilir. Ama soruna tam üyelik açısından bakıldığı zaman hiç de olumlu bir mahiyet taşımaz bu zirvenin sonuçları. AB yeni bir döneme girerken Türkiye’ye en fazla sunabileceğinin bir Gümrük Birliği olduğunu ifade etmekteydi. Tam üyelik başkaları gibi, Türkiye’ye de açık görünüyordu fakat kriterleri Türkiye’nin yerine getirmesi imkansız gibiydi.

AB ve Türkiye 8 Kasım 1993 tarihinde toplanan Ortaklık Konseyinde 1995’in sonuna kadar Gümrük Birliğinin tamamlanması kararı almıştı. Bu esnada sık sık Türkiye’nin önüne Kürt sorunu, Kıbrıs, demokrasi ve insan hakları gibi konular konuluyordu. İlişkiler daha da karmaşık hal alıyordu. 1994’te Anayasa Mahkemesi DEP’i kapatırken öte yandan Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanan sanıklar suçlu bulunarak ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Ab tarafından Türkiye şiddetle eleştirilmeye başlanmıştı. Bunun üstüne Yunan Hükümet de ilişkileri veto edince ne Ortaklık Konseyinin 1994 Aralık ayındaki toplantısı yapılabilmiş ne de Gümrük Birliği Antlaşması onaylanmış. Yunanistan sık sık Türkiye’nin önüne engel olarak Kıbrıs’ı ve Ege denizindeki kara suları meselelerini getiriyordu. Türkiye bu konulara çok sert tepkiler ortaya koyuyor hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini açıklıyordu.

1 Ocak 1996’da AB ile Türkiye arasında Gümrük Birliği yürürlüğe girdi.Gümrük Birliğine girmemiz kimi çevrelerce ise tam üyeliğe uzanan yolda önemli bir adım kimi çevrelerce ise Türk ekonomisine vurulmuş bir darbe olarak adlandırıldı. Avrupa aslında Türkiye’yi Gümrük birliğiyle kendine bağlayıp kendi nüfuz alanının içinde tutmak istemektedir. Yanı başında büyüyen 70 milyonluk bir pazarı elinde tutmak ve onun ucuz iş gücünden yararlanmak hem de bu pazara mal satmak istemektedir.

AB Komisyonu 20 Temmuz 1997’de Avrupa’nın geleceği özellikle de genişlemeye ilişkin Birliğin perspektifini ortaya koymaya çalışan ‘Agenda/Gündem 2000’ adı altında oldukça kapsamlı bir çalışma yayınlamıştı. Gündem 2000’inin alt başlığı da ‘Birliği Güçlendirmek ve Genişlemeye Hazırlamak’ olarak seçilmişti. Alt başlıkta da anlaşılacağı üzere AB’nin 2000’li yıllardaki en önemli meselesi genişleme idi ve amaç da buna paralel gücünü konsolide ederken daha da sağlam bir yapı oluşturmaktı.

12-13 Aralık1997 tarihinde Lüksemburg’ta Avrupa Birliği Zirvesi’nde genişleme süreci ile ekonomik ve parasal birlik konuları incelenmiş, Komisyonun Gündem 2000 önerileri değerlendirilmiştir. Zirve de Birliğin Merkezi Doğu Avrupa ülkeleri ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin iki dalga şeklinde birliğe dahil olacağını kabul etmiş ayrıca yılda bir defa olarak Avrupa Konferansı’nın toplanmasına karar verilmiştir. Lüksemburg Zirvesinden sonra yayımlanan bildiri 1959’dan bu yana süregelen Türkiye-Ab ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Zirvenin sonucunda Türkiye’nin üyeliği hakkında hiçbir madde geçmemiş daha çok Türkiye ağır bir şekilde eleştirilmiştir.Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz Avrupa’nın bu yaklaşımı değişmedikçe ilişkilerde bir ilerleme beklenemeyeceğini söylemiştir.

15-16 Haziran 1998 tarihinde gerçekleştirilen Cardiff Zirvesi’nde, Türkiye’nin AB’nin genişleme sürecine dahil edilmesi yönünde önceki zirvelere göre daha yumuşa bir üslup kullanmış, önceki dokümanlarda sıkça söylenen ‘üyelik için ehil’ olduğu ifadesinden vazgeçilerek,üstü örtük bir biçimde ‘üyelik adayı’ tanımlanmasının kullanılması dikkat çekici olmuştur.Bu Lüksemburg Zirvesi’nde soğuyan ilişkileri yeniden canlandırmıştır.

17 Ağustos depremi AB’ye ve Yunanistan’a Türkiye’yi hatırlattı ve depremden sonra ılımlı bir süreç başladı. Maddi, insani  yardımlar ve AB’nin kredileri Türkiye’ye felakette büyük yardımı oldu. Dönemin Dışişleri  İsmail Cem bu ortamdan oluşan ılımlı havayı iyi değerlendirmiştir. 18-19 Kasım’da İstanbul’da yapılan AGİT Zirvesi Türkiye’nin kendini anlatması için çok iyi bir fırsat olmuştur.

2 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de toplanacak olan AB Zirvesi’nde görüşülecek konular hakkında görüşünü belirten Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile ilgili görüşlerinde; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik adaylığına hakkı olduğunu teyit etti ve iki ayrı paragrafta Türkiye’yi ‘aday ülke’ olarak adlandırdı. Birliğin 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında yaptığı Helsinki Zirvesi’nde de Türkiye’nin ‘aday ülke’ olduğu resmen ilan edildi. Dönemin Başbakanı Ecevit’e göre ‘Türkiye’ye, Avrupa Birliği’nde tam üyelik kapısı ön koşulsuz olarak açılmış olmakta’ydı. Oysa ki büyük pazarlıklar sonucu ortaya çıkan belgeye bir bütün olarak bakıldığı zaman ise Helsinki’de söylenenlerle Lüksemburg’ta söyleneler arasında, Helsinki’de ifade edilen ‘Türkiye diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya aday bir ülkedir’ cümlesi dışında aslında fazlaca bir fark yoktu. Helsinki’de Türkiye aday ülke olarak tanımlandıktan sonra Türkiye’nin demokratikleşme süreci hızlanmış, hükümetler programlarında AB Uyum Yasaları’nın çıkartılmasına daha geniş yer ayırmışlardır.

Türkiye’nin 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında Helsinki Zirvesi’nde ‘aday ülke’ olarak ilan edilmesinden sonra,  Zirve Kararları çerçevesinde 4 Aralık 2000 tarihinde Türkiye’nin Katılım Ortaklığı Belgesi kabul edilmiştir. Bu belge, Türkiye’nin tam üyeliğe kadar gerçekleştirmesi gereken kriterleri kısa ve orta vade olmak üzere tanımlamıştır. Bu belgede, Türkiye’nin zorlukları şunlardır: İdam cezası, Ana dil eğitimi, Ana dilde yayındır.Bunların hepsi de Türkiye’nin hassas olarak yaklaştığı konuları teşkil etmektedir. Tam üyelik adaylığının kesinleşmesi ile, Türkiye 26 Mart 2001 tarihinde ortaklığın siyasi ve ekonomik kriterlerini, üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme kapasitesini, Türk mevzuatının birlik müktesabatıyla uyumlaştırılmasını kapsayan ulusal programını Avrupa Komisyonu’na sunmuştur.

Genişleme süreci kapsamında Avrupa Birliği’nin gerçekleştirmesi gereken kuramsal reformları ele almak üzere ilgili bir ‘Konvansiyon’ oluşturulmuştur. Konvansiyon çalışmalarının öncelikle dört konu üzerinde yoğunlaşması öngörülmüştür.
-Temel Haklar Şartı’nın statüsü
-Ulusal parlamentoların rolü
-Avrupa Birliği kurumları ve üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı
-Avrupa Birliği Antlaşmaları’nın sadeleşmesi
Her üye ve aday ülkenin bir hükümet temsilcisi ve iki parlamenterle Konvansiyon’da temsil edilmesi kararlaştırılmıştır.
5 Haziran 2001’de AB Bakanlar Konseyi, Komisyon’a Türkiye, Malta ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB programlarına katılımına ilişkin genel ilkeler belirleyecek olan çerçeve anlaşmaların müzakere edilebilmesi için yetki verdi; ayrıca, Avrupa Yatırım Bankası Guvernörler Kurulu, Türkiye’yi AB’ye aday ülkelere yönelik olarak oluşturulan ve 2000-2003 yılları için 8,5 Milyar Euro’luk krediyi içeren AYB Katılım Öncesi Paketi’nden faydalanma ehil ülkeler arasına alan bir karar aldı.

19 Şubat 2002’de AB uyum sürecinde gerçekleştirilen çalışmalar kapsamında hazırlanan 1. Uyum Paketi Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 1. Uyum Paketi ile düşünce ve ifade özgürlüğü güçlendirilmesi ve tutuklama ve gözaltı koşullarının iyileştirilmesine yönelik düzenlemeler yapıldı. Bunun ardından 9 Nisan 2002’de 2.Uyum Paketi Resmi  Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 2.Paket ile Siyasi Partiler Kanunu, Dernekler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşler Kanunu, Jandarma Teşkilat ve Görevler Hakkında Kanun ve Basın Kanunu’nda değişiklik yapıldı. Bu Uyum Yasaları günümüzde hala çıkartılmaktadır ve en sonuncusu da 9. Uyum Yasaları Paketidir.

Avrupa Birliği 2002  Aralık’ındaki Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’nin henüz bazı kriterleri karşılayamadığı için tam üyelik müzakerelerinin başlayamayacağını belirtmiş, ancak kararını 2004 sonunda vereceğini açıklamıştır. Avrupa Birliği şu nedenlerden dolayı 2004’ten önce Türkiye hakkında karar vermek istememiştir; Avrupa Birliği, yeni gelen on tane üyeyi aldıktan sonra kendi durumunu bir gözden geçirmek ve buna göre karar vermek isteyecektir, Avrupa Birliği, kendi geleceğini tartışmaktadır, bütün üye ülke meclislerinden görüş alınmakta ve Birliğin gelecekte nasıl bir yapıya kavuşturulacağı tartışılmaktadır ve burada Türkiye’nin yerinin olup olmadığına karar verilecektir.2003 yılında genel olarak AB siyasi kriterlerini karşılama amacına yönelik olarak uyum paketleri hayata geçirilmiştir.

Avrupa Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan İlerleme Raporunda Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini yerine getirdiği tespit ve teyit edilmiştir.Komisyon ayrıca, ülkemizin AB’ye üyeliğinin Birlik açısından yaratacağı olumlu ve olumsuz tesirleri içeren bir ‘Etki Değerlendirmesi Çalışması’ da yayınlanmıştır. ‘Etki Değerlendirmesi Çalışması’nda ise, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB’nin adalet ve içişleri, ekonomi, bütçe, iç Pazar, tarım ve balıkçılık alanlarında olası etkileri değerlendirilmiş; katılımımızın genel olarak Birliğe olumlu katkılarda bulunacağı sonucuna varılmıştır.

Avrupa Parlamentosu da 15 Aralık 2004 tarihinde kabul ettiği raporla Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasına dair onayını, 262 ret oyuna karşılık 407 kabul oyu ile, yani ezici bir çoğunluk ile vermiştir. AB konseyi ise 17 Aralık 2004 tarihinde verdiği karar ile Türkiye–AB arasında katılım müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılacağını tüm dünyaya duyurmuştur. Bu olay, ülkemizin adaylığının ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesinden sonra Türkiye-AB ilişkilerinde ikinci dönüm noktasıdır.

17 Aralık 2004 Zirve Sonuçları, bugünkü koşullar itibariyle, AB bakımından da üzerinde mutabakata varılması çok kolay olmayan, önemli ve tarihi bir karar niteliğindedir. Zirve sonuçlarında yer alan kimi ifadeler bir ölçüde AB kamuoylarının bu endişelerini yatıştırmak amacıyla metne dahil edilmiştir. Bu itibarlar, Zirve Sonuçları, 25 üye ülkenin uzlaşması ile ülkemiz görüşlerinin ve üye ülkelerin kamuoylarının dikkate aldığı bir metindir.

3 Ekim 2005’e gelindiğinde birkaç ülkenin karşı çıkmasına karşın -bunlardan en çok direneni Avusturya- Türkiye istediklerini almış gibi görünüyor. Ankara ve AB Müzakere çerçevesine onay verdi, müzakereler başladı. Müzakere Çerçeve Belgesi’ne ‘imtiyazlı ortaklık’ girmedi ancak birliğin ‘hazmetme kapasitesi’ katılım koşulu olarak tanımlandı. Tartışmalı diğer bir madde beşinci maddeydi. Kıbrıs Rum Yönetimi uluslar arası kuruluşlarda veto etme hakkıyla ilgili olan bu madde yedinci paragraf olarak Türkiye’nin lehine değiştirildi.

Artık müzakereler başlamış hedef en kısa zamanda tam üyeliktir. Bu zorlu sürece Türk halkı göğüs gerecektir.

KEMİK ERİMESİ

OSTEOPOROZ (KEMİK ERİMESİ)
Menopoz insan hayatında önemli değişkliklerin meydana gelmesine neden olur. Hem ruhsal hem de fiziksel bu değişiklikler temel olarak vücutta yumurtalıklardan salgılanan östrojenin azalması nedeniyle ortaya çıkar. Menopozla birlikte özellikle aşağıda anlatılacak olan risk faktörleri olanlarda kemik dokusu da kısa zamanda kalitesinden ödün vermeye başlayabilir. Menopozda olan kadınlar yaşamlarının geri kalan kısımlarında osteoporoza bağlı %50'lik bir kemik kırığı riski ile karşı karşıyadırlar.
Osteoporoz insan ömrünün giderek uzamasıyla birlikte ülkemizde de önemli bir sorun haline gelmiştir.
Osteoporoz nedir?
Osteoporoz, ya da daha çok bilinen adıyla "kemik erimesi", kemiğin mineral içeriğinin azalması nedeniyle dayanıklığının azalması, yani kalitesinin düşmesidir. Vücutta kortikal kemik ve trabeküler kemik olmak üzere iki ayrı kemik türü vardır. Kortikal kemik tüm vücut kemiklerinin %80'ini oluştururken, trabeküler kemik, bir arıpeteği yapısında olan ve yüzey alanı daha geniş bir kemik türüdür. Trabeküler kemik omurgalarda ve uzun kemiklerin uç kısımlarında yeralır ve osteoporoza bağlı kırıklara en hassas bölgeler de buralarıdır. Kemikler sürekli olarak yapım-yıkım olaylarının ardarda devam etmesiyle yenilenen canlı dokulardır. Trabeküler kemiğin yapım-yıkım hızının kortikal kemiğe göre 4-8 kat daha hızlı olması bu kemikleri kırıklara daha hassas hale getirmektedir.
Kadınlarda 40 yaşına kadar yapım-yıkım olayı dengeli bir şekilde devam ederken, bu yaştan itibaren yıllık %0.5'lik bir oranda geri dönüşümsüz bir kemik kaybı olur. Bu, özellikle menopozdan itibaren daha da hızlanır ve menopozda olan bir kadın her yıl trabeküler kemiklerinin %5'ini ve tüm vücut kemik dokusunun %1-1.5'luk bir kısmını kaybeder. Bu kayıpılar 10-15 yıllık hızlı bir dönemden sonra oldukça azalır. İşte bu aşamaya kadar kaybedilen kemik dokusu miktarı kadının ileride kemik kırığıyla karşılaşıp karşılaşmayacağını belirleyen en önemli etkenlerden biridir. Zira bu süre içerisinde trabeküler kemiğin %50'si kortikal kemiğin ise %30'u kadar bir miktarı kaybedilmiş olabilir.
Osteoporoz hangi kemikleri etkiler?
Osteoporoz en sık vücudun yükünü taşıyan ve trabeküler yapıda olan omurları etkiler. Tüm osteoporoz olgularının %47'si omurlarda, %20'si kalçada (uyluk kemiğinin baş kısmında), %13'ü bileklerde ve %20'si diğer kemiklerde görülür.
Bunun sonucunda özellikle ileri yaşlarda omurlardaki çökme kırıklarına bağlı olarak boyda kısalma olabileceği gibi (bir kadının ileri yaşlarda boyu 15-20 cm'ye kadar kısalabilir!), hafif düşmeler sonucunda ya da kendiliğinden, başta kalçada olmak üzere diğer kemiklerde hayatı tehdid eden kırıklar meydana gelebilir.
Osteoporoz kimlerde daha sık görülür?
Osteoporoz riski yaşla birlikte artar ve özellikle kadınlarda erkeklere göre daha sık görülür. İnce kemik yapısı olanlarda, ailesinde ve özellikle ailesindeki kadınlardan birinde kemik kırığı öyküsü ya da boyunda kısalma öyküsü bulunan kadınlarda, 45 yaşından önce kendiliğinden ya da ameliyatla yumurtalıkların alınması neticesinde menopoza giren kadınlarda, uzun süreli adet görememe şeklinde adet düzensizliği olan kadınlarda, gıdalarının kalsiyum içeriği az olan kadınlarda (en önemli kalsiyum kaynakları süt ve süt ürünleridir), yaşamlarında egzersize yer vermeyen, sigara içen, aşırı alkol kullanan kadınlarda, kortizon ve diğer bazı ilaçları kullanmak zorunda olanlarda ve başta hipertiroidi (tiroid hormonlarının yüksek olması) olmak üzere çeşitli hormonal hastalıklarda osteoporoz riski artmıştır.
70 yaşın üzerinde olan kadınların %21'inde hiçbir belirti olmasa da radyolojik olarak kırık yönünde değişiklikler gözlenir. Kalça kemiği kırıklarının riski menopozdan 10-15 yıl sonra artmaya başlar ve 90 yaşında bir kadının kalça kemiği geçirmiş olma olasılığı %20'dir. Bu kalça kırıklarının yaklaşık %15'i ilk üç ayda ölümle sonuçlanacak kadar ağırdır. Özellikle kalça kırıkları %50 kadında sakatlıkla sonuçlanır.
Osteoporoz tanısı nasıl konur?
Klasik radyolojik yöntemlerle (düz röntgen filmleriyle) osteoporoz tanısı koymak hatalıdır. Bunun yerine DEXA adı verilen özel yöntemle ve kemik tomografisi yöntemiyle vücudun en hassas kemikleri olan uyluk başı bölgesi, omurlar ve kol kemiklerinin incelemesi yapılır ve hassas bir şekilde tanı konabilir. Raporda "normal", "osteopeni" (osteoporoz başlangıcı), "osteoporoz" ve "ileri derecede osteoporoz" olmak üzere farklı ifadeler kullanılabilir.
Hiç bir şikayeti olmayan kadınlarda bile menopoza girdiklerinde bir kez ve daha sonra beşer yıllık aralıklarla kemik ölçümü önerilmektedir.
Osteoporoz nasıl tedavi edilir?
Başlamış bir osteoporoz süreci sonucu kaybedilen kemiği yerine geri getirmek zordur. Ancak süreç bazı tedavilerle büyük oranda durdurulabilir. Bunun sonucunda ileri derecede osteoporoz olguları hariç, kırık oluşma riski de önemli derecede azalmış olur.
Östrojen tedavisinin süreci yavaşlattığı artık kesinlikle kanıtlanmıştır. Östrojen tedavisi alanlarda kol ve kalça kırıklarında %50-60 oranında azalma, beraberinde kalsiyum alımı da sağlandığında (kalsiyumdan zengin gıdalar alınması ve gerekli durumlarda ilaç şeklinde kalsiyum tedavisi) omurga kemiği kırıklarında %80'lik bir azalma beklenebilir. Bu, özellikle en az 5 yıllık bir tedavi sonrası etkili olur.
Östrojen tedavisinin etkili olabilmesi için tedavi devam etmelidir. Tedavi bırakıldığında osteoporoz süreci tedaviden önceki eski hızıyla devam eder. Progesteron tedavisi de kalsiyum metabolizması üzerindeki olumlu etkileriyle osteoporozun önlenmesine katkıda bulunur.
Kalsiyum emilimi yaşla birlikte azalır ve özellikle menopoz sonrası azalma daha belirgin olur. Kalsiyum dengesinin sağlanması osteoporoz engellenmesinde en önemli basamaklardan biridir. Ancak östrojenin az olduğu durumlarda kalsiyum ne kadar alınırsa alınsın etkili olmayabilir. Bu yüzden östrojen tedavisine ek olarak vücuda gıdalarla ya da ilaç verilmesi yoluyla günlük 1000 gram kalsiyum girişinin sağlanması önemlidir.
Östrojen tedavisinin sakıncalı olduğu durumlarda ise kalsitonin adlı ilaçtan faydalanılır.
İlaç tedavisi dışında osteoporozun önlenmesi ya da ilerlemesinin durdurulması için yaşam tarzında da bazı değişiklikler yapılmalıdır. Günde en az 30 dakika olmak üzere, haftada 3 kez vücudu zorlamayan sporlar yapılması menopoz döneminde kemiğin mineral miktarını önemli ölçüde iyileştirir. Sigara ve alkol bırakılmalıdır. Dengeli bir diyetle yeterli kalsiyum alınması için gerekli değişiklikler yapılmalıdır.

kimlerde risk vardır?
1-Kadınların;
2-50 yaşın üstünde olanların;
3-Menopoza girmiş olanlar;
4-Erken menopoza girenler;
5-Cerrahi menopoza girenler;
6-Düşük kalsiyum içeren yiyeceklerle beslenenler;
7-Erkeklerde erkek cinsiyet hormonu olan testosterondaki azalma;
8-Fiziksel aktivitenin, hareketliliğin ve egzersizin az olması;
9-Ailede osteoporozlu kimselerin bulunması;
10-Kısa boylu, ince yapılı kişiler iri yapılı, kilolu kişilere göre daha fazla osteoporoz riski taşımaktadırlar;
11-Beyaz tenli, açık renk gözlü olanlar;
12-Sigara içenler, alkollü, kolalı ve kafeinli içecekleri çok fazla tüketenler;
13-Kortikosteroidler, antikonvülzanlar, antikoagülanlar, tiroid ilaçları gibi bazı ilaçları uzun süreden beri yüksek dozda kullananlar;
14-Şeker hastalığı, tiroid bezinin fazla çalışması, mide barsak operasyonu geçirmiş olanlar; hareketsizlik, felçler ve diğer bazı endokrin hastalıkları gibi bazı hastalıkların olması.

OSTEOPOROZUN BELİRTİLERİ
-Bel ve sırt ağrısı. ağrı çoğu kez hareketle yük kaldırmakla başlar, ıstırahatla geçer.
-Boyda kısalma,omugada kırık.
-Sırtta kamburlaşma, omuzlarda yuvarlaklaşma.
-El bileğinde kırık.
-Kaburga kırıkları.
-Kalça kemiğinde kırık.    
        TEDAVİ
             Osteoporoz tedavisinde amaç, kemik kaybını önlemek, kemik kütlesini artırmak ve kırık oluşmasını önlemektir.
             Gelişme çağında kalsiyum, yeterli protein, karbonhidrat yağ gibi gıdaların dengeli bir şekilde alınması gerekir.
             Menopoz döneminde östrojen verilmesi, osteoporozun önlenmesinde tek başına en etkili tedavidir.
             Yaşam tarzında değişiklikler yaparak düşmeyi azaltacak önlemler alınmalı.
              Önerilen egzersiz proğramlarını uygulamaya çalışmalı.
              Kalsiyum ağırlıklı düzenli beslenilmelidir.
              İlaçları düzenli kullanılmalı ve düzenli doktor kontrolüne gidilmelidir.

Osteoporoz
Osteoporoz kemik yoğunluğunun azalmasıyla birlikte seyreden, kemik eğriliğine ve kırıklara yol açabilen bir hastalıktır. Son yıllarda özellikle önemli bir halk sağlığı problemi haline gelen bu hastalık, hanımların adetten kesilme dönemlerinden sonra yani menopoz dönemlerinde gözlenmektedir. Esasında fizyolojik bir olayın sonucunda gelişen osteoporoz, hanımlardaki ostrojen hormonu üretme azalmasına paralel olarak gelişir. Bu nedenle menopoz dönemindeki hanımlarda, omurgalarda, kollarda ve kalça kemiğinde kemik yoğunluğu azalmasına bağlı olarak hafif bir darbe ile kolaylıkla kırıklar oluşabilmektedir. Doğal olarak hayat kalitesini etkileyen hatta insanları yatağa bağımlı bile kılan bu hastalıktan korunma yolları mevcuttur. Öncelikle menopoz dönemine girmiş hanımların düzenli egzersiz yapmaları, bol kalsiyum içeren gıda maddelerini tüketmeleri gerekmektedir. Eğer kullanılıyorsa muhakkak sigarayı bırakmak gerekmektedir. Bu düzenlemelerin dışında doktar kontrolünde çeşitli metodlarla osteoporoz tedavisi yapılmaktadır. Bunlar arasında en sık kullanılanı menopoz döneminde eksikliği olan ostrojen hormonunun verilmesi yani hormon replasman tedavisidir. Bu tedavi sadece kemik erimesini engellemekle kalmadığı gibi, hanımları yaşa bağlı olarak da kalp hastalıklarından korumakta ve yine menopoza bağlı görülen ateş ve ter basmalarını da gidermektedir. Bazı çalışmalarda hastaların hafıza fonksiyonlarında da bu tedavi sonucu iyileşmeler olduğu gözlenmektedir. Uygun tetkiklerden geçirilmiş olan ve kullanma sakıncası olmayan hanımlara uygulanan hormon replasman tedavisi, büyük oranda başarı sağlamaktadır. Son yıllarda gelişen ilaç teknolojisiyle parelel olarak osteoporoz tedavisinde kullanılmaya başlanılan sentetik hormon algılayıcısı düzenleyici bir ajan olan raloxifen (EVİSTA) özellikle yurtdışında osteoporozu önleme amacıyla çok kullanılmaktadır. Henüz yurdumuzda bulunmayan bu ilacı bazı hastalarımıza başarıyla uygulamaktayız.
Giderek yükselen ortalama insan ömrüyle birlikte, menopoz dönemindeki kadın sayısı da göreceli olarak artmış ve bu kişilerde menopoza bağlı gelişen osteoporozun görülme sıklığı fazlalaşmıştır. Osteoporoz tedavisinde kullanılmakta olan östrojen hormonunun yerine, son dönemlerde yurtdışında Raloxifen (Evista) adında bir ilaç kullanılmaktadır. Östrojene benzer olan bu yeni ilacın etki mekanizması kemik erimesini azaltarak kan -kalsiyum seviyesini yükseltmektedir. Raloxifen'in östrojene göre iki üstün yönü vardır. Birincisi rahim zarında kalınlaşma yapmayarak, ara kanamalarına neden olmaz ve rahim kanseri olma riskini artırmaz. İkincisi Raloxifen kullanan kadınlarda meme kanseri görülme riskini azaltır. Bunların dışında yapılan bazı çalışmalarda kandaki kötü huylu kolesterol seviyesini azaltarak, kalp damar hastalıklarına karşı koruyucu etkisi gösterilmiştir. Tüm bu özelliklerden dolayı hormon replasman tedavisine uyum sağlayamayan veya uygulanması sakıncalı olan menopoz dönemindeki kadınlar için alternatif bir tedavi seçeneğidir. Raloxifen gebelerde, açıklanmamış genital kanaması olanlarda ve kan pıhtılaşması bozuklukları gösteren kişilerde kullanılmamalıdır.

OSTEOPOROZ NEDİR?
Osteoporoz, kemiklerin kütle kaybetmesine yol açan ve en yaygın görülen kemik metabolizması hastalığıdır. Kemiklerin kütlesinin azalması kolaylıkla kırılabilmesine neden olmaktadır. Osteoporoz'un kelime anlamı; Osteo (kemik) poroz (delikli) kelimelerinin birleşmesinden oluşur, delikli kemik halk arasında "kemik erimesi" olarak bilinir.
50 yaşın üzerinde her 8 kişiden 1'inde Osteoporoza bağlı omurga kırığı gelişmekte olup bu oran yaş ile birlikte artmaktadır. Kalça kırığı, 70 yaşın üzerindeki her 3 kadından ve her 9 erkekten 1'inde görülen önemli bir sağlık problemidir. Osteoporotik kırıklar olarak tanımlanan kırıklar, el bileği, omurga, ve kalça kırıklarıdır.
Osteoporozdan etkilenen insanların % 80'i kadınlardır. Kadınlarda daha sık rastlanan Romatoid Artrit gibi iltihaplı romatizmaların varlığı yada kortizon, tiroksin gibi ilaçların kullanımı halinde Osteoporoz riski artmaktadır.
Kemik yaşam boyu sürekli yapılan, yıkılan canlı bir dokudur. Yaşam süresince eski kemik yıkılır ve bunun yerini sağlam yeni kemik alır. Kemik bal peteği görünümünde olup başta kalsiyum olmak üzere önemli mineralleri depolar. 20 - 25 yaşlarına kadar yiyeceklerden alınan kalsiyumun kemiği yenileme kapasitesi kemiğin yıkım hızından daha yüksektir. 30'lu yaşlarda Tepe kemik kütlesi adı verilen en yüksek kemik kütlesine ulaşılır. Bu dönem kemiğin en güçlü olduğu dönemdir.
40 yaşları civarında kemik kütlesi yavaş yavaş azalmaya başlar. Bu kayıp menopozdan sonra kadınlarda östrojen hormonunun seviyesinin düşmesine bağlı olarak hızlanmaktadır. Menopozdan sonraki ilk 5 yıl kemik kütlesinin en hızlı kaybedildiği zaman dilimidir. Bu dönemde kadınlar her yıl kemik kütlelerinin % 3'ünü kaybedebilirler. Hızlı kayıp döneminin sonlarında, 60 yaş civarında Osteoporozun ilk belirtileri; kamburlaşma, boy kısalması, yaygın sırt ağrıları yada ufak bir zorlama sonucu oluşan kırıklar şeklinde ortaya çıkabilir.
RİSK FAKTÖRLERİ
Genç bir erişkin iken ulaştığımız "Tepe kemik kütlesi" ve yaşlanmaya başladığımızda oluşması beklenen "Kemik Kaybının Hızı" Osteoporoz gelişme riskimizi belirler. Kimlerin bu hastalığa yakalanacağı önceden öngörülememektedir. Ancak hastalığa yakalanma riski aşağıdaki durumlarda artmaktadır:
· 45 yaşın altında doğal yada cerrahi menopoz
· Kadın olmak
· İleri yaş
· Ufak, tefek, zayıf yapıda ve beyaz tenli olmak
· Ailede Osteoporotik kırık öyküsü (özellikle annede kalça kırığı)
· Daha önce kırık geçirmiş olmak (ön kol kırığı gibi)
· İnflamatuar (iltihaplı) eklem hastalığı yada Astım varlığı
· Kemik yıkımını hızlandıran ilaçların kullanımı (Kortizon, guatr ilaçları, sara ilaçları, heparin v.b.)
· Kalsiyumdan fakir beslenme, yetersiz D vitamini
· Sigara içme, alkol kullanımı, fazla kahve tüketimi
· Düzenli egzersiz yapma alışkanlığının olmayışı
· Erkeklerde düşük testosteron düzeyi
· Uzun süreli yatak istirahati
· Bunama
Yukardaki faktörlerden 1 ya da 1'den fazlası sizde var ise Osteoporoz'a yakalanma ve kırık riskiniz yüksektir.
Kadınların kemik kütlesi erkeklere oranla % 20 - 30 daha azdır. Bu nedenle erkeklere nazaran Osteoporoza yakalanma riski kadınlarda daha fazladır. Ancak ileri yaşlarda özellikle 70 yaşın üzerinde her iki cinste de kalça kırığı riski artmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Astım ve iltihaplı eklem romatizmalarında kullanılan kortizon gibi ilaçlar, ilaç kullanımına bağlı kemik kütlesini azaltan ilaçların en önemlileridir. Kemik kaybının miktarı bu ilaçların dozuna ve kullanım sürelerine göre değişmektedir. 7,5 mgr'ın üzerinde uzun süreli kullanım (3 aydan uzun süre) kırık riskini artırmaktadır. Kortizon kemik yıkımını hızlandırır. Östrojen seviyelerini düşürür, kalsiyumun barsaktan emilimini azaltarak osteoporoza neden olur.
Kortizon dışında Osteoporoz riskini arttıran ilaçları; Guatr hastalığı tedavisinde kullanılan tiroksin, Sara hastalığında kullanılan antiepileptikler ve kanın pıhtılaşmasını engellemek için kullanılan heparin gibi ilaçlardır.
Bu ilaçları kullananlarda muntazam aralıklarla KMY (Kemik Mineral Yoğunluğu) ölçümü yapılmalıdır.
OSTEOPOROZDAN KORUNMA
Osteoporozdan korunmanın başlıca yöntemi; Tepe kemik kütlesine erişinceye kadar olan dönemde güçlü, sağlam kemik yapıyı oluşturmak ve sonraki yaşlarda kaybı engellemektir.
Yeterli ve güçlü kemik kütlesine sahip olursak ileri yaşlardaki kaybımızı daha az problem ile atlatabiliriz. Kemik kütlesi genetik faktörlere bağlı olarak değişebilirse de yaşam biçimimizi akillıca düzenleyerek Osteoporozu yavaşlatabilir ve hatta engelleyebiliriz.
Daha sonraki hayatınızdaki kaybı en aza indirebilmek için 35 yaşına kadar mümkün olduğunca en yüksek kemik kütlesine sahip olabilecek önlemleri almalısınız.
Aldığınız kalsiyum miktarını arttırın
Kalsiyum sadece kemik sağlığı için değil, diğer vücut fonksiyonları içinde gerekli bir mineraldir. Vücudumuz kanda belirli bir miktar kalsiyum bulundurmak zorundadır. Kaslarımızın kasılması, kalp ritmi ve normal kan akışkanlığı için kalsiyuma ihtiyaç vardır. Bunlar kalsiyumun kemik yoğunluğu üzerindeki etkisinden daha öncelikli fonksiyonlarıdır. Bu fonksiyonları yerine getirebilmek için yeterli kalsiyum almıyorsak vücudumuz depoları yani kemikteki kalsiyumu kullanacaktır.
Ne kadar kalsiyuma ihtiyacınız olduğu cinsiyetinize, yaşınıza ve Osteoporoz riskinize bağlıdır. Kalsiyum ihtiyacı ergenlikte, hamilelikte, emzirme döneminde ve menopozdan sonra artmakta günlük 1000 - 1500 mgr'a çıkmaktadır. Bu gibi özel durumların dışında günlük gereksinim 800 mgr kadardır. Bir bardak sütte yaklaşık 250 mgr kalsiyum bulunmaktadır. Ne yazıkki bir çok kadın günlük 500 mgr'ın altında kalsiyum alma alışkanlığındadır.
D vitamini kalsiyumun barsaktan emilimine ve kemikler tarafından depolanmasına yardımcı olan bir hormondur. Günlük ihtiyacımız olan miktar 400 - 800 İÜ'dir. Güneş ışığının etkisi ile cilt'de, karaciğerde ve böbrekte sentezlenerek aktif D vitamini haline dönüşür. Kış aylarında, güneş ışığından yeterli yararlanamama durumlarında sentezi azalmaktadır. İleri yaşlarda özellikle böbrekten yapımının azalması, yaşlanma sonucu Osteoporozun artmasına yol açan önemli bir nedendir.
Kalsiyum kaynağı olan yiyecekler:
Süt ve süt ürünleri en önemli kalsiyum kaynaklarıdır. Süt, yoğurt ve peynir en fazla kalsiyum içeren gıdalardır. Bir bardak süt günlük ihtiyacımızın 1/4'ünü sağlar. Yağ ve kaloriden kaçınmak için düşük yağ içeren süt ve süt ürünleri kullanılabilir (kalsiyum içerikleri değişmez).
Kalsiyumdan zengin diğer gıdalar
· Yeşil sebzeler
· Kabuklu deniz hayvanları
· Sardalya balığı
· Soya fasülyesi
· Fındık , badem
· Pekmez
· Kalsiyum ile zenginleştirilmiş meyve suları ,ekmekler v.s
Farmakolojik kalsiyum destekleri:
Kalsiyum içeren ilaçlar içerdikleri elemental (temel) kalsiyum miktarına göre çeşitlenirler. Kalsiyum karbonat en yüksek elemental kalsiyumu sağlar. Yemek esnasında alınması emilimlerini artırmaktadır. Kalsiyum sitrat ve kalsiyum glukonat bileşikleri daha az elemental kalsiyum içerirler, ancak vücudumuzun bunları emmesi daha kolaydır. Son yıllarda kalsiyum, magnezyum, çinko ve boron gibi kemik için yararlı diğer minerallerle zenginleştirilmiş kalsiyum bileşikleri üretilmektedir. Kalsiyum alınımı sırasında günde 6-8 bardak su içmeye özen gösterilmelidir. Hangi bileşiğin sizin için en iyi olduğunu doktorunuza danışabilirsiniz.
Sigara içmekten kaçının
Sigara içenler içmeyenlere oranla daha fazla osteoporoz riskine maruz kalmaktadırlar. Sigara birkaç yolla osteoporoza neden olmaktadır. Sigara içenler menopoza daha erken girerler, östrojen düzeyi sigara içenlerde daha düşüktür ve vücut kütle indeksi daha azdır.
Alkol kullanımından kaçının
Fazla miktarda (günlük 100 ml'den fazla) alkol tüketen kişilerde osteoporoza yakalanma riski yüksektir. Alkol, kemik yıkımını hızlandırır, alkol kullanan kişilerin kemik yoğunluğu daha düşüktür ve ayrıca alkol kullanımını düşme riskini de arttırmaktadır.
Egzersiz yapın ve yaşam boyu aktif kalın
Sedanter yaşam ve uzun süreli yatak istirahati osteoporoz riskini arttırır. Hareketli olma, kolay hareket edebilme yeteneğimizi arttırır, kas gücümüz artar, dengemiz korunur, düşmeden korunuruz.
Egzersiz kalp ve damar sağlığımız için de gereklidir. Osteoporozdan hem korunmada hem de tedavi amacı ile egzersizlerden yararlanılmalıdır. Korunmada yürüyüş gibi hafif egzersizler etkili olabilir ise de tedavide kullanılan egzersizler Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanları tarafından reçete edilen özel tipte ağırlık taşıma egzersizleri gibi egzersizlerdir.
Fiziksel olarak aktif bir insan değilseniz ve aşağıdaki durumlardan herhangi biri var ise egzersiz için doktora danışılmalıdır.
· 40 yaşından sonra kırık ya da osteoporoz'un varlığı
· Kalp hastalığı, yüksek tansiyon, felç, yüksek kolesterol
· Egzersiz sonrası göğüs, boyun, omuzlar ve kolda ağrı ya da sıkışma hissi oluşuyor ise
· Ufak bir güç sarfedildiğinde bile nefes darlığı ve baş dönmesi oluşuyor ise
· Egzersiz programına başlamadan önce diabet gibi özel tıbbi dikkat gerektiren bir hastalık mevcut ise.

Östrojen kullanımı
Menopozdan sonra kadınlar östrojen azalmasına bağlı olarak daha hızlı kemik kaybına maruz kalırlar. Bu hormon adet kanamalarını kontrol etmesi yanısıra kemiklerin kalsiyumu depolamasına ve kemik kütlesinin korunmasına da yardımcı olur. Ülkemizde ortalama menopoz yaşı 48 yaş civarıdır. Menopoza giren bütün kadınlar doktorları ile östrojen tedavisi konusunda bilgi almalıdırlar. Hızlı kaybın oluştuğu erken menopozal dönemde (ilk 5-10 yıl) kullanılması önerilmektedir. Kırık riskini en aza indirmek için östrojen kullanımında önerilen süre 10 yıldır. Kadın doğum uzmanları tarafından önerilen östrojen, tablet ya da cilt peç'leri şeklinde kullanılmaktadır. Östrojen kullanımı meme ve rahim kanseri riskini arttırmaktadır. Rahim kanseri riski östrojen ile birlikte progesteron kullanılarak azaltılabilir.
Östrojen kullanımı ile adet kanamaları benzeri kanamalar oluşabilir. Östrojene benzer etki gösteren yeni hormonlar daha az yan etki göstermektedirler. Östrojen kullanıyor iseniz sık sık doktor kontrolüne ihtiyacınız var demektir. Ailenizde meme kanseri, rahim kanseri ve kan pıhtılaşma sorunu var ise doktorunuz östrojen kullanmanıza izin vermeyebilir. Östrojen kullanmayan kişiler için kemik kütlesini koruyan ve kırığı engelleyen diğer ilaçlardan yararlanılır.
OSTEOPOROZ TANISI NASIL KONULUR ?
Kemiğiniz kırılana, kamburlaşana ve boyunuz kısalana kadar osteoporoz belirtilerini farketmeyebilirsiniz. Aşikar yakınmalar oluşuncaya kadar sessiz bir dönem geçirebilirsiniz. Doktorunuz osteoporoz olup olmadığınızı yada olma riski taşıyıp taşımadığınıza karar verebilir. Osteoporoza neden olabilecek diğer hastalıkların varlığı, (Tiroid hastalıkları, inflamatuar eklem romatizmaları, astım, ilaç kullanımı v.b.) kırık öykünüzün bulunması, beslenme durumunuz, genel sağlığınız, ailede özellikle annede kırık öyküsü gibi bilgiler doktorunuza riski belirlemede yardımcı olacaktır. Doktor fiziksel muayene, kan ve idrar tetkikleri ve radyografi ile tanıya ve ayırıcı tanıya gidebilir.
Risk mevcudiyetinde kemik mineral yoğunluğu ölçümü tanıyı kesinleştirir. Bu testler kırık riskini belirlemede en güvenilir yöntemlerdir. Hastalığın erken tesbit edilmesine de yardımcıdır. Riski yüksek olan hastalarda yılda birkez, riski düşük olan hastalarda 2-5 yılda bir tekrarlanır. Tedaviye yanıtı değerlendirmek içinde yılda bir kez tekrarlanabilir. 1 yıldan daha kısa aralıklarla yapılmasının yararı yoktur.
Kemik ölçümleri hızlı, kolay yapılabilen testlerdir. Çok çeşitli yöntemler var ise de en çok DEXA (Dual photon X-ray absorbsiometre) kullanılmaktadır.
DEXA ile kemiğin % 1-2'lik kaybı bile değerlendirilebilir. Osteoporoz tanısında ve tedavinin takibinde hekim önerisi ile kullanılmalıdır. Yenilerde daha ucuz ve basit olan ultrasonografi gibi kemik ölçüm metodları da denenmektedir.
Düz kemik radyografisi kırıkların tesbit edilmesinde yararlıdır. Ancak kemik yoğunluğunun saptanmasında hassas değildirler. Direkt radyografi ile kemik yoğunluğu azalması tesbit edildiğinde kemiğin en az % 30'u kaybedilmiş demektir.
Doktorunuz tanı için ve özellikle kemik kaybınızın hâlihazırda hızlı olup olmadığını tesbit edebilmek için kan ve idrar testleri isteyebilir. Bunlar: kan kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon, D vitamini değerleri, tiroid fonksiyon testleri, sedimantasyon, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri gibi testlerdir.
Osteoporoz hareket sistemi hastalıkları dediğimiz kas iskelet sistemi hastalıkları ile uğraşan Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon hekimlerinin en önemli uğraş alanı hâline gelmiştir. Osteoporozu olan hastalarda sıklıkla karşılaşılan sırt ağrıları kişilerin yaşam kalitelerini etkilemekte ve bu nedenle de boyun ve bel ağrılarının tanı ve tedavileri ile yoğun bir şekilde ilgilenen Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanlarına baş vurmaktadırlar. Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanları Osteoporoz'un tanısında, tedavisinde (ilaç, korseleme, egzersiz) yol göstericiniz olacaktır. Osteoporoz tanısı ve tedavisi için östrojen kullanıyor iseniz kadın doğum hastalıkları uzmanı ile, Guatr gibi bir hastalığınız söz konusu ise Endokrinoloji Uzmanı ile Osteoporoz riskinizi tartışabilirsiniz. Özellikle kalça kırığının tedavisi ve cerrahi gerektiren omurga ve ön kol kırıklarında ise Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanının yardımına başvurmalısınız.
OSTEOPOROZ TEDAVİSİ
Osteoporozu önlemek için alınan önlemler: Kalsiyum, düzenli egsersiz, östrojen alınımı, sağlıklı bir yaşam biçimi sürdürülmesi, aynı zamanda tedavi içinde yararlı önlemlerdir. Farklı tedavi seçenekleri değerlendirilirken, risklerinizin tanımlanması ve bunların tedavileri hakkında bilgilendirilmeniz yanısıra, yaşınızın, aktivite durumunuzun, diğer sağlık problemlerinizin ve kişisel tercihlerinizin hesaba katılması gerekecektir.
HRT yada hormon replasman tedavisi en eski ve en çok önerilen tedavilerden birisidir. Östrojen hormonu progesteron ile birlikte yada tek başına önerilmektedir. Östrojen tedavisinin Osteoporoz da etkili olabilmesi için menopozdan hemen sonra başlanması ve 5-10 yıl gibi uzun bir süre kullanılması gerekmektedir.
Kalsitonin (Miacalcic, Tonocalcin vb.), enjeksiyon yada nazal spray şeklinde önerilen Osteoporozu engellemenin yanısıra ağrıyı da kontrol eden bir ilaçtır. En az 2 - 3 yıl süre ile kullanılmalıdır.
Bisfosfonatlar son yıllarda üretilen, ağızdan alınıma elverişli kemik yoğunluğunu artıran ilaçlardır. Ülkemizde Etidronat (Didronat), Alendronat (Fosamax) bulunmaktadır.
Kalsiyum diğer tedavilerin yanısıra verilen, hemen tüm menopoz sonrası kadınlara önerilen bir ilaçtır. Son zamanlarda D vitamini ile birlikte alınması önerilmektedir. D vitamini seviyesi yaşla birlikte azalır. Kalsiyum ile D vitamini kombinasyonları, tek başına bile kemiğin % 30 - 35 oranında kazancı sonucunu sağlayabilirler.
Osteoporozun teşhis ve tedavisinde sürekli yeni metodlar geliştirilmektedir. Doktorunuz doğru tedaviyi bulmanız ve bu tedavinin risklerini, yan etkilerini ve yararlarını anlamanız açısından en iyi rehberiniz olacaktır.
DÜŞMELERİN ENGELLENMESİ
Yaşlandıkça, düşüp bir yerinizi kırma riskini artıran bir takım değişikliklerin oluştuğunu farkedebilirsiniz. Bunlar kas zayıflığı, görme bozukluğu, hastalık yada ilaç alınımı nedeni ile oluşan başdönmesinden kaynaklanabilir. Osteoporoz sonucu incelen kemik çok hafif bir zorlama sonucu bile kırılabilir. Bu nedenle düşme riskinin azaltılması ilaç ile tedavi kadar önemlidir. Düşme riskinizi kas gücünü artıran egzersizler yaparak, alçak ökçeli kaymayan tabanlı ayakkabılar giyerek azaltabilirsiniz. Düzenli göz muayeneleri, gereksinim duyarsanız gözlük kullanımı görüşünüzü iyileştirecektir. Doktorunuza baş dönmenizin nedenini sorun. Tansiyonunuzun ve kan şekerinizin ani inip çıkmaları konusunda bilgilerinin ve doktorunuzdan yardım isteyin. Aşağıdaki liste, evinizi daha güvenli kılmak ve düşme riskinizi alzaltmak için evde ne gibi önlemler almanız gerektiğini göstermektedir.
Işıklandırma
· Merdiven, oda ve koridorlar iyi ışıklandırılmalı
· Gereken yerlere gece aydınlatma sağlanmalı
· Yatağınızın yanında fener bulundurabilir ve gece kalktığınızda kullanabilirsiniz.
Zemin Döşeme
· Küçük, kayabilen halı, kilimlerden kaçının, kullanıyorsanız kaymaması için gerekli önlemi alın
· Halı kenarlarını sabitleyin
· Kaymayan cilalar kullanın
· Ayak altındaki elektrik kordonlarını kaldırın
Merdivenler
· Merdivenin başına ve altına elektrik düğmeleri koyun
· Kaymayan yüzeylerle kaplayın
· Trabzan koydurun ve inerken çıkarken kullanın
Banyo
· Banyo küvetinin, tuvaletin, duşun yanına tutunmaya yardımcı tutamaklar yerleştirin
· Kaymayı engelleyici tastik yada yapışan zeminler koyun
Mutfak
· Alet edevatı kolay erişilebilecek yerlere koyun (iskemleye tırmanmayı gerektirmeyen)
· Raflara ulaşmak için sağlam bir basamak kullanın.



Menopoz sonrasında kadınlar kemik kaybı riski ile karşı karşıyadır, ancak erken tanı ile geleceğinizi koruyabilirsiniz.
Menopozdan sonra pek çok kadında osteoporoz ile sonuçlanabilen kemik kaybı gelişir. Ancak, göreceli olarak, oldukça az sayıda osteoporozlu kadına tanı konmuş ya da tedavi uygulanmıştır.
Kemik kaybının pek çok belirtisinin sessiz olduğunu bilmeniz çok önemlidir. Bu nedenle, daha sağlıklı bir geleceği garanti altına almak için, yapabileceğiniz her şeyi bir an önce yapmalısınız.
Web sitemizin bu bölümünde, kemik kaybı ve osteoporozla ilgili temel gerçekler yer almaktadır.
Doktorunuzlaya da diğer sağlık görevlileriyle konuşmadan önce bu bölümü okuyarak işe başlayınız. Bu bölümü okuduktan sonra kemik kaybına karşı savaşta umut ve yardım olduğunu öğreneceksiniz.
Osteoporoz, kemiklerin daha gözenekli ve giderek daha güçsüz ve kırılgan olmasına yol açan bir hastalıktır ("osteo" kemik, "poroz" da gözenekli anlamına gelir).

                                                  
Sağlıklı Kemik


Osteoporotik Kemik

Sağlıklı kemik yoğun ve güçlüdür ve büyük miktarda basınca dayanabilir. Ancak, osteoporoz geliştiğinde, kemikler incelir ve kırılgan bir hal alır ki bu, kemiklerin kırılma olasılığını arttırır.
Osteoporozun Nedenleri
Vücudumuzda, bir taraftan yaşlı kemiklerin yıkımı olurken diğer taraftan yeni kemiklerin oluşturulduğu bir denge söz konusudur. Bu dengede, kemik yıkımının çok fazla olması ya da yenilenmenin yeterli olmamasına bağlı oluşan dengesizlik, osteoporoza neden olur.
Bu dengesizliğe katkıda bulunan en önemli etken menopozdur. 30'lu yaşların ortalarına kadar, çoğu kadın kaybettiğinden daha fazla kemik kazanır. Daha sonra, bu denge genellikle değişir ve kaybedilen kemik miktarı ile yerine konan kemik miktarı aşağı yukarı eşit olur. Ancak, menopoz sırasında hormonal değişiklikler, yani östrojen (kadınlık hormonu) düzeylerinin azalması kemik kaybını hızlandırır. Bu kemik kaybı ciddi bir düzeye ulaştığında, o kişide osteoporoz gelişir.

Osteoporoz'un yol açabileceği etkiler nelerdir?
Erken evrede osteoporoz, fark edilebilecek nitelikte çok az fiziksel değişikliğe yol açar. Ancak, hastalık ilerledikçe özellikle omurga, el bilekleri ve kalça kemiklerinde basit travmalarla kırıklar oluşabilir. Kemik kaybı kişide ağrılara, boy kısalmasına, hareket kısıtlılığına ya da omurganın eğrilmesine dahi ("kocakarı kamburu" olarak da bilinir) yol açabilir. Bu fiziksel belirtiler kişinin kendine güveninin ve gücünün azalmasına neden olabilir. Aynı zamanda, sağlıklı, aktif bir yaşam sürdürme yeteneği de dahil, kişinin başka birisine bagımlı kalma durumu dahi olabilir. Osteoporozla savaşmak için çeşitli yollar vardır. Bunlardan en önemlisi, osteoporozun erken dönemde saptanması, diğeri de tedavisidir.

Kimler RİSK altındadır?
En çok risk altında olanlar menopoz dönemindeki kadınlardır. Menopoz genellikle yaklaşık 50 yaşında başlar, ancak her hangi bir nedenle yumurtalıkları alınmış kadınlarda daha erken yaşta da başlayabilir. Menopoz sonrası dönemdeki kadınlar dışında risk altında olan başka gruplar da bulunmaktadır. Kemik kaybına en çok eğilimi olan kadınlar, ailesinde osteoporoz öyküsü olanlar, beyaz ırktan ve Asyalı kadınlar, ince, küçük kemik yapılı kadınlardır.
Osteoporoz riskine katkıda bulunabilecek diğer etkenler:

  • Sigara
  • Çok fazla alkol tüketimi
  • Çok az egzersiz
  • Çok az kalsiyum alımı (şimdi ya da çocukluk çağında)
  • Küçük bir kaza sonucu geçirilmiş kemik kırığı
  • Steroidler (astım ve artrit tedavisinde sık kullanılırlar) ve tiroid hormonu (çok yüksek dozda) gibi belirli ilaçların kullanımı
  • Erken menopoz (45 yaşından önce)

Eğer osteoporoz riski ile karşı karşıya olduğunuzu düşünüyorsanız:
Doktorunuzla konuşun Doktorunuz belirli bulgu ve belirtilerden sizde osteoporoz olup olmadığını söyleyebilir. Röntgen, kemik kaybının fazla olduğu ileri dönemlerdeki osteoporozda teşhise yardımcı olur.
Kemik yoğunluğu testini göz önünde bulundurun
Osteoporozun saptanması zor olduğundan, doktorunuz bir kemik yoğunluğu testi isteyebilir. Bu inceleme kemiklerinizin yoğunluğunu kesin bir şekilde ölçmek için en kolay yoldur ve özellikle erken dönemde, doktorunuzun hastalığa tanı koymasında yardımcı olabilir. İleride tekrarlanan incelmelerde, doktorunuzun kemik kaybı oranınızı izlemesinde de yardımcı olabilir. Çeşitli tipte kemik yoğunluğu testleri mevcuttur. Bunlar güvenilir, ağrısız ve vücut bütünlüğünü bozmayan testlerdir. Aynı zamanda kısa süre alır ki bazıları sadece birkaç dakika sürer. Bu testi yaptırmak, doktorunuzun sizde osteoporoz olup olmadığını belirlemesine yardımcı olmak için en güvenilir yoldur. Eğer risk altında olduğunuzu düşünüyorsanız, kemik yoğunluğu testi yaptırmanız gerekip gerekmediğini doktorunuza sorunuz.
Kemiklerinize iyi bakın
Gelecekte oluşabilecek kemik kaybını yavaşlatabilme yöntemleri konusunda dokturunuzla konuşun. Kalsiyum alımı osteoporozda önem taşımakla birlikte, menopozdan sonra kalsiyum kemik kaybını tamamen önleyemez ya da yeniden kemik yapımını sağlayamaz. Düzenli olarak yürümek, koşmak, spor yapmak ve hafif aerobik egzersizleri kemik gücünüzü arttırmakta yardımcı olabilir. Doktorunuzdan sizin gereksinimlerinizi karşılayacak bir egzersiz programı hazırlamakta yardımcı olmasını isteyiniz.
Eğer size osteoporoz tanısı konduysa
Harekete geçin
Yapabileceğiniz hiç bir şey olmadığını düşünme hatasına düşmeyin. Ya da kalsiyum alımının ve düzenli egzersiz yapmanın osteoporozu iyileştirmek için yeterli olduğunu düşünmeyin. Yapabileceğiniz çok şey bulunmaktadır. Doktorunuzla tedavi seçenekleriniz ve kemiklerinizi mümkün olduğu kadar sağlıklı ve güçlü tutmanın yolları hakkında konuşmakla işe başlayın.
Dikkatli olun
Var olan tedaviler konusunda bilgilenmeye çalışın. Tıp bilimi sürekli olarak yeni tedavi seçenekleri keşfetmektedir ve sizin tüm seçenekleri bilmeniz gerekir. Yine bunları doktorunuzla tartışınız.
Rahat olun
Eğer size osteoporoz tanısı konduysa yalnız değilsiniz. Dünyada 200 milyonun üzerinde osteoporozlu kadın bulunmaktadır. Kendinizi en şanslı olanlardan biri olarak düşünmeye çalışın; çünkü şimdi osteoporozla savaşmak için neler yapabileceğinizi biliyorsunuz. Bu konudaki ve diğer güncel tıbbi sorunlardaki yenilik ve gelişmeler, imkanlar ölçüsünde TIP'2000 de yer alacak ve sizlere rehberlik ederek yardımcı olmaya çalışacaktır.