6 Nisan 2012 Cuma

Baz istasyonu

Baz istasyonu

Baz istasyonu, iki yönlü bir mobil ağ sisteminde yayın yapan birim. Radyo sistemindeki bir antenden farklı olarak, baz istasyonu hem sinyal alır, hem de sinyal gönderir (yani iki antenden oluşur).
Günümüzde baz istasyonları değişik yönlere doğru değişik güçlerde yayın yapma kabiliyetine sahip olan tevcihli anten ler kullanır. İnsanların dikkatini çekmemek için, baz istasyonları değişik boy ve şekillerde olabilir.

Baz istasyonu nedir ?

Baz istasyonları, GSM. iletişimin kapsama alanını genişletmek için bina çatılarına kurulan, genellikle beyaz renkli ve kutu şeklinde, 4 metre boyunda, iki çubuk antenle bir çanak antenden oluşan ve mikrodalga yayan cihazlardır.
Mikrodalga, Dalga boyu 0.1-100 cm., frekansı 0.3-300 gigahertz (Ghz) (10’ Hz=1 Ghz) olan elektromanyetik dalgalardır.
Çubuk antenler mikrodalgaları toplayıp çanak antenlere verir ve bu dalgalar çanak anten aracılığıyla 16 farklı frekanstan ve UHF (ultra-high frequency) üzerinden yayınlanır.

Baz istasyonlarının çevreye zararları

Vücudumuzdaki manyetik alanlar, doğal çevremizdeki yerkürenin manyetik alanı ile uyum içerisindedir. Baz istasyonlarının çevresinde elektromanyetik alan oluşmaktadır ve oluşan bu elektromanyetik alanın insan vücudundaki ve doğal çevredeki elektromanyetik alandan fazla olması sebebiyle mevcut uyum bozulur. Bu da, elektromanyetik kirlilik adı verilen bir tür çevre kirliliğine neden olur.

Baz istasyonlarının sağlığa zararları

  • Baz istasyonları tarafından da yayınlanabilen mikrodalgaların dokulara iki temel etkisi bulunmaktadır:
  • Mikrodalga dokuları ısıtır. (termal etki)
  • Mikrodalga hücrelerin kimyasını bozar (termal olmayan ya da kimyasal etki)
  • Mikrodalgaların özellikle ikinci etkisi,yani hücrelerin kimyasını bozarak oluşturduğu etki insan sağlığı açısından önem taşımaktadır. Yapılan araştırmalarda hücrelerin -kimyasal etkiye maruz kalması ile şu sonuçların meydana gelebileceği saptanmıştır:
  • Hücrelerde büyük moleküllerin (proteinler vb.) deforme oluşu.
  • Hücre zarlarının birbirine yapışması.
  • Hücre zarlarında delikler açılması (elektro-porasyon)
  • Ca-ATPaz ve Na-K-ATPaz enzimlerinin bozulması sonucu hücre dışına Ca”, Na’ ve K’ kaçışı.
  • Sinir zarlarının bozuluşu: Sinir zarlarının bozulması ile REM uykusu adı verilen rüya görmenin azalışı, EEG değişimleri, uykusuzluk, sinirlilik, unutkanlık, depresyon, başağrısı, başdönmesi, Alzheimer, Parkinson, Multipl Skleroz gibi dejeneratif beyin hastalıkları meydana gelir.
  • Hücre enzimlerinde bozulmalar.
  • DNA tahribi

ATOMDAN DAHA KÜÇÜK PARÇALAR

                                 ATOMDAN DAHA KÜÇÜK PARÇALAR
Kuantum teorisi bir atomun içinde bulunan, atomdan daha küçük boyutlardaki parçacıkları inceler. Teorinin fikir babası olan Max Planck bir atomun içindeki parçacıklardan her birinin kendine ait özelliklere ve kuanta denilen enerjilere sahip olduğunu ortaya attı. Planck ile başlayan ve sonraki yıllarda geliştirilen kuantum teorisi, bilim tarihinin en başarılı buluşlarından biri olarak, doğadaki olayların çoğunun anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
1600'lerin ortalarında Isaac Newton ışığın çok küçük parçacıklardan oluşmuş bir yağmur şeklinde ilerlediğini belirtmişti. 1807 yılında Thomas Young bunun doğru olmadığını ve ışığın dalgalar halinde yayıldığını ileri sürdü ve bu durumu meşhur çift yarık deneyi ile ispat etti. Birbirine yakın iki dar yarığın içinden geçen bir ışık demetinin arkadaki bir ekran üzerinde çıkardığı girişim şeklinden, ışığın dalgalar halinde ilerlediği anlaşılıyordu. Bu durum, Einstein'ın ışığın parçacıklar halinde yol aldığını ispatlamasına kadar devam etti. 1905 yılında Einstein'ın fotoelektrik etkiyi bulması ile ışığın hem dalgalar halinde hem parçacıklar halinde yayıldığı anlaşılmış oldu.
Evrendeki bütün cisimler, dalga boyları sıcaklıklarına bağlı olmak üzere, elektromanyetik radyasyon çıkarırlar. Çok sıcak cisimlerin çıkardığı radyasyonun dalga boyları spektrumun görünen ışık bölgesinde olup çok kısa dalga uzunluklarındadır. Soğuk cisimlerin çıkardıkları dalgaların boyları ise daha uzundur. En uzun dalga boyuna sahip dalgalar ise en soğuk bölgelerden geçen mikrodalga ve radyo dalgalarıdır.
Klasik fiziğe göre, dalga boyu kısaldıkça daha büyük enerji ortaya çıkar. Bunun sebebi, sabit olan ışık hızında dalga boyu ve frekansın birbiri ile ters orantılı olmasıdır. Yani dalga boyu büyüdükçe frekans azalır veya tersi olur. Dolayısıyla, enerji ile frekans orantılıdır. Bu teoriye göre, morötesi ışınımın enerjisinin çok yoğun ve büyük, dalga boyunun da çok kısa olması gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Nitekim, çok kısa dalga boylu x-ışınları insanları yakıp kavurmaktadır. Teoride bir yanlışlık olmalıydı. Problemin çözümünü 1900 yılında Max Planck yaptı.
Planck, ışık dahil bütün elektromanyetik radyasyonun sadece durmadan yayılan dalgalar olmadığını, aynı zamanda, kuanta adını verdiği çok küçük enerji paketleri seli olduğunu ve çıkan bu enerji paketçiklerinin belli bir minimum ölçünün üzerinde bir boyutta bulunduklarını ileri sürdü ve bu paketlerin enerjisi ile frekansları arasındaki ilişkinin E=hf (E=enerji, f=frekans, h=6.6262x10-34 Joule x saniye) formülü ile ifade edilebileceğini gösterdi.
Bilim tarihinin en önemli formüllerinden biri olan bu eşitlik birçok olayı açıklığa kavuşturmuştur. Elektronların atom çekirdeğinin etrafında sadece belli enerji seviyelerine sahip yörüngelerde yer alabilecekleri, bir yüksek enerji seviyesinden düşük enerji seviyesine sıçradıklarında bir radyasyon neşredecekleri, yüksek sıcaklık ve frekanslarda bir radyasyon çıkarabilmek için büyük enerjinin gerektiği vs. bu formülle izah edilmiştir.
Planck'ın çalışmasından etkilenen Einstein 1905 yılında fotoelektrik etkiyi buldu. Buna göre, ışık veya bir elektromanyetik radyasyon bazı metal cisimlerin üzerine düştüğünde metalden elektron çıkarıp fırlatır. Einstein bu olayın sadece Planck'ın teorisinin doğru olması halinde, yani ışığın kuanta denilen küçük enerji paketleri ve belli enerji seviyelerinde ve dalga boylarında olması durumunda, geçerli olabileceğini ileri sürdü. Böylece ışığın, dalga karakterinin yanında belli enerji seviyesinde ve belli dalga boyunda paketçikler halinde yayıldığı ispat edilmiş oldu. Einstein, bu ışık paketçiklerine foton ismini verdi.
Louis de Broglie, Einstein'ın buluşunu elektronlara uyguladı ve elektronların da ışık gibi, hem dalgalar hem de parçacıklar halinde hareket ettiklerini ispat etti. De Broglie, bir parçacığın dalga uzunluğunun, Planck sabitinin parçacığın momentumuna bölümüne eşit olduğunu gösterdi. Planck sabiti 6,6262x10-34 gibi son derece küçük bir değer olduğundan, büyük momentumlara sahip günlük yaşamdaki cisimler çok küçük dalga boyuna sahip olup, onların dalgasal hareketleri fark edilememektedir. Momentumu küçük olan atomdan daha ufak parçacıklar ise, bu formüle göre, uzun dalga boylarındadır.
Maddenin günlük yaşamdaki halinde gözlenemeyen dalga-parçacık ikiliği, atomik boyutlardaki her davranışta görülür. Sonuçta, doğadaki maddeyi oluşturan bütün nesnelerin hem dalgalar hem de parçacıklar halinde davrandıkları açıklığa kavuşmuş oldu.
1927 yılında Werner Heisenberg, atomik boyutlarda maddenin ölçüm ve gözlem hassasiyetlerinin farklı olduğunu, bir parçacığın pozisyonunu hassas olarak ölçmek için yapılacak bir uğraşın onun hızını etkileyip değiştireceğini ve keza hızının ölçülmesinin pozisyonunu etkileyeceğini ileri sürdü. 1600'lerden beri kullanılan klasik fizik cisimlerin belli bir andaki pozisyon ve hızlarının hesaplanabileceğini öngörüyordu. Ve bu durum Dünya üzerindeki elle tutulur büyüklükteki cisimler için geçerliydi. Atom boyutlarındaki küçük nesneler için ise durum tamamen farklıydı. Heisenberg ise, çok küçük parçacıkların hız ve yerlerinin, aynı bir an içinde, hassas olarak ölçülemeyeceğini, birinin ölçülmesinin diğerini bozacağını belirterek, teorisine belirsizlik ilkesi adını verdi. Pozisyondaki belirsizlik miktarı ile momentumdaki belirsizlik miktarının çarpımının, 6.6262x10-34 olan Planck sabitine eşit veya ondan büyük olduğunu hesapladı.
Böylece Newton'un kurduğu klasik fizik son buldu ve yepyeni bir fizik olan kuantum mekaniği ortaya çıktı. Atomu yani maddeyi meydana getiren, atomdan daha küçük boyutlardaki parçacıkların hiçbir kaideye uymayan tuhaf davranışlarını açıklayan kuantum mekaniği bilimde bir çığır açtı. Bir atomun içindeki dünyalar anlaşıldı, parçacık fiziği, nükleer fizik ortaya çıktı, elektronik gelişti, maser ve laser, bilgisayar, hesap makineleri gibi binlerce cihaz onun sonucu olarak, daha küçük boyutlarda daha hızlı ve verimli olarak üretildi.

MEZHEPLER


Bir kere Kuran’ın dinin tek kaynağı olduğu göz ardı edilip hadisler, içtihadlar dinin kaynağı kabul edilince, birçok mezhebin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu ve yüzlerce mezhep ortaya çıktı. Bugün dört mezhep denilen mezhepler, işte bu birçok mezhepten zaman içinde daha çok kabul görüp, günümüze kadar gelenlerdir. Bir hadise göre erkeklerin baldırını örtmesi gerektiği, diğerine göre baldırın gözükebileceği anlaşılır. Bir hadis yorumuna göre kan akması, diğer hadis yorumuna göre ise kadın elinin değmesi abdesti bozar... Tüm bu örneklerdeki gibi farklı izahlarda doğruyu kim, nasıl bulacaktır? Kuran dışında başka kaynaklara kapıyı açarak kargaşalara yol açanlar, mezhepleri ortaya sürüp bu kargaşayı önlemeye çalışmışlardır. Böylece Kuran’ın dini, yani Allah’ın gönderdiği İslam; mezheplerin dinine, mezheplerin İslam’ına dönüşmüştür. Mezhep kurucusunun biri çıkar diz ile göbek arasını örteceksiniz hadisini alır, diğer hadisi inkar eder ve böylece dine yeni bir haram sokar. Diğer bir mezhep kurucusu ise baldırın gözükebileceği sonucu çıkan hadisi doğru, diğer hadisi yanlış kabul ederek baldırın gözükebileceğini ilan eder. Mezhep kurucularından biri Peygamber’in sivilcesinin koparılması ile ilgili hadisinden kanın abdesti bozduğu sonucunu çıkarır, dine bir ilave yapar. Diğeri ise kadın elinin değmesi abdesti bozdu yorumunu yapar, diğerinin ilavesini reddedip kendi ilavesini dine katar. Oysa bu hadisler başka türlü de yorumlanabilir. Fakat Kuran dinin tek kaynağı olduğu için buna ihtiyaç yoktur.
Mezhep imamları nasihmensuh ile Kuran ayetlerinin hükmünü iptal ederek (25. Bölümü okuyun), farklı hadislerden kendilerine göre birini seçerek, kendilerine göre hadisleri yorumlayarak ve kendilerini içtihad yetkisiyle Allah’ın serbest bıraktığı konuları açıklayıcı konumuna getirerek(39. Bölümü okuyun), yepyeni bir dinsel yapı oluşturmuşlardır. Bu yeni yapının Allah’ın dini olduğu sanılsa da, ne yazık ki bu yeni yapı Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlık ne kadar Allah’ın diniyse o kadar Allah’ın dinidir. Bazıları bu mezhep imamlarının çok iyi niyetli olduğunu, din için fedakarlıklar yaptıklarını anlatarak eleştirileri görmezlikten gelmektedirler. Peki Ortodoks ve Katolik rahiplerin de iyi niyetli oldukları ve kendi mezhepleri için çalıştıkları söyleniyor, biz ne yapalım, Katolik ve Ortodoks bağnazlığı bu iyi niyet söylemlerinden ötürü Allah’ın gönderdiği Hıristiyanlıkla bir mi tutacağız? Bu mezheplerin imamları öyle bir konuma getirilmiştir ki; onlara verilen yetkiyle onlar istediğini iptal edilmiş hüküm ilan ederek, istediklerini kendilerince yorumlayarak, dilediklerini kabul ederek, uygun gördükleri durumlarda içtihad ederek Kuran’daki hükümlerden kat kat fazla hacimde sünnetler, farzlar, helaller, haramlar oluşturmuşlardır. Kuran’ın otoritesi dışında oluşturulan bu mezheplere Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Şii adları verilmiş, bu mezheplere uyan mukallidler(mezhep taklitçileri) ise mezheplerinin adlarıyla anılmışlardır. Oysa bakın Kuran’da ne diyor:
Dinlerini parça parça edip hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir.
6 Enam Suresi 159
Kuran’da dinimize İslam adı verilip, hiziplere ayrılmamız yerilirken, kendimize Hanefi, Maliki gibi isimler vermeyi, bu mezheplerin ayrı helal, haram ve farzlarını kabullenmeyi ve her biri birbirinden farklı uygulamalara sahip olan apayrı mezheplerin herbirinin de İslam’a eşit olduğunu, birbirlerine ve Kuran’a aykırılıklarına rağmen, hepsinin de doğru olduğunu hangi akıl ve insafla açıklayabiliriz? Örneğin Hanefi mezhebinde namaz kılmaya başlamayan dövülür, Hanbeli, Şafi ve Maliki mezheplerinde ise aynı şahıs namaz kılmaya başlamazsa öldürülür. Sırf mezhepler açısından bile olaya baksak Hanbeli, Şafi ve Maliki olanların Hanefi’ye göre en büyük günah olan adam öldürme fiilini işleyip günaha girdiklerini, Hanefi olanların ise sırf dövdükleri, öldürmedikleri için diğer mezheplere göre Allah’ın bir hükmünü inkar edip zalim olduklarını söylememiz gerekir. Oysa ayrılıkta güzellik gören zihniyete göre Allah, ahirette Müslümanlar’ı mezheplerine göre ayıracak, Hanefi ise sen Hanefiydin dövdün doğru yaptın, Şafi ise sen Şafiydin öldürmeliydin, öldürüp doğru yaptın diyecektir! Namaz kılmayanı eğer Hanefi biri öldürürse katil olup cehennemlik bir fiil yapacaktır, oysa namaz kılmayanı öldüren Şafi, Allah’ın hükmünü yerine getirdiği için cennetlik bir fiil yapmış olacaktır. Yani aynı fiili yapan iki kişiden biri cehennemlik, diğeri ise mübarek kişi olacaktır. Böyle din olur mu? Böyle dine uyanların kelle sayısı ne olursa olsun, doğrulukları mümkün müdür? Ne yazık ki günümüzde bu mezheplere uyan geniş kitlelere bu soruları sormak zorundayız. Aklı kullanmak yerine taklitçiliği esas alan, Kuran’ı insanların hepsi anlayamaz, birkaç insan bunları anlayıp, insanlara aktarıyor diyenlerin, insanları getirdiği nokta budur. Allah dinini yalnız bu mezhep imamlarının anlayacağı şekilde mi indirdi ki insanların sadece hak olduğu söylenen bu dört mezhebe uymaları bir zorunluluk oluyor? Allah dinini ancak bu dört kişi anlasın diye indirdiyse, Kuran’da niye birçok defa “Ey insanlar” diye insanlara direkt hitap ediliyor da “Ey Şafi, ey Hanbeli, ey dört imam, siz bunları anlayın, benim dediklerimi anlamayan diğerlerine de siz anlatın” denmiyor?
Yukarıdaki örneği ele alırsak, Kuran’ın dinde zorlama olmadığını söyleyen ayetlerine ve namaz kılmayanlara dünyevi hiçbir ceza hiçbir yerde geçmemesine rağmen; namaz kılmayanın öldürüleceğini söyleyen üç ve dövüleceğini söyleyen bir mezhebin dördü birden işe yaramaz ve yanlış olacağına, nasıl dördü birden doğru ve hak oluyor? Peki bu mezheplerin dördü birden, dördü de farklıyken nasıl gerçek İslam oluyorlar?
Bazıları: “Mezheplerdeki farklılıklar ufak tefektir, biri namazda elini bağlar, biri salar. Şehirlerde olana Hanefi, köylü olana Şafi uygundur. Dolayısıyla tüm bu ihtilaflar rahmettir...” gibi izahlarla farkları ufak tefek göstererek, mezhepleri sorgulanamaz kılmayı istemekte, halka taklitçiliği yutturmaktadırlar. Oysa mezhebin birinin öldürülmesini emrettiğini biri sadece dövüyor, bir mezhebe göre helal, diğerine göre haram oluyor, birinin farz bildiğini, diğeri farz bilmiyor. Yani mezhepler helalleri, haramları ayrı birer dine dönüşmüş vaziyetteler. Mezhep imamı dilediği hadisi seçerek, nasih mensuh ile oynayarak, hadisleri keyfince yorumlayarak; Kuran’ın da, uydurmalarla dolu hadislerin de üstüne çıkmaktadır. Din, mezhep imamının bakışına göre şekillenmiş, oluşturulmuş oluyor. Ayrılığın iyilik, rahmet olduğu Kuran’a aykırı bir mantıktır ve uydurma bir hadisten gelmektedir. Oysa Kuran’da şöyle geçmektedir:
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın.
3 Ali İmran Suresi 105

TÜRKLERDE YERLEŞİM


                                                TÜRKLERDE YERLEŞİM

Bilindiği gibi, yeryüzünde yaşayan insan toplulukları MÖ 10.000 ila 8.000 yıllarından itibaren hayvanları ve bitkileri "evcilleştirme"ye, onların üretimlerini düzenlemeye, onları "kültürleme"ye başlamışlardır.
Dünyada, insanların yoğun olarak yaşadığı bazı yörelerden başlayan insan medeniyetinin bu yücelişi, daha sonraki yıllar içinde çeşitli faktörler tarafından daha başka insan toplulukları arasında da yayılmıştır.
Çin, Hindistan, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu gibi medeniyetin beşiği olan bu yerlerden biri de, çok eski atalarımızın yaşadığı Orta Asya topraklarıdır.
Yaşamın bitki toplayıcılığı ve hayvan avcılığına dayandığı dönemlerde, insan grupları sürekli yer değiştirmek zorunda idiler. Daha sonra bazı hayvanların evcilleştirilmesi ve çevredeki diğer insan topluluklarının artması, bu tür göçleri sınırladı. Gerek evcil hayvanların sürekli dolaştırılma zorluğu gerek iklim şartları ve gerekse bazı ürünlerin doğal yollar dışında insanlar tarafından tarım yoluyla çoğaltılması, insanları yarı-yerleşik bir hayat yaşamaya zorladı. İşte, incelediğimiz dönemdeki Orta Asya Türk toplulukları bu tür bir yaşayış düzeni içinde idiler.
Orta Asya Türk toplumlarında gördüğümüz, artık her toplumun belirli bir "yurt" tutmaya başlamış olmaları idi. Bunun kesin töre ve geleneklerini en iyi şekilde yayla ve kışlak hayatı düzeninde görmekteyiz. Kültür tarihçileri, her toplumun nerede yazlayıp nerede kışlayacağının belli olduğunu; ayrıca buradaki çeşitli davranış biçimlerinde de bir kargaşanın değil, genelde sıkı bir düzen ve törenin egemen olduğunu bildirmektedirler.
Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmında hayvancılık ve tarımı birlikte yürütmüşlerdir ve hâlâ da bu yapıdan tam olarak kurtulamamışlardır. Bu tür bir hayat iki yurt gerektiriyordu; kışın hayvanların ve insanların barınacağı nisbeten sağlam yapılarla korumalı ve tarım alanlarına yakın olarak kurulan "kışlak", yazın geçirildiği yüksek yerlerde hafif, sökülüp yapılabilir kontlarla oluşturulan yayla hayatı ("yazlık").
Kışlaklarda önceleri evler sağlam çadırlardan yapılıyordu. Bu tür yerleşim yerlerinin seçilmesi çok önemli idi. Kışın barınılan yerlerde de, hayvanların korunması ve beslenmesi için yapılan "ağıl"lar esaslı bir yer tutuyordu.
İnsanların, bir yıllık zaman periyodu içinde -tarihin akışına bakıldığında- giderek vakitlerinin çoğunu kışlaklarda geçirdiğini görüyoruz. Önceleri kışlaklar da çadırdan ve belirli yerlerde kurulup ve zamanı gelince sökülüp gidiliyordu. Ama vaktin daha çoğunun kışlaklarda geçmesi üzerine, buralara çadırdan değil taş ve topraktan evler yapılıp, geçici evlerin sadece yaylalara kurulduğu görülmektedir. Bu, Türk topluluklarının yavaş yavaş sürekli bir yurda ve yerleşik hayata geçmelerine neden olmuştur.
Yazın ovalardaki sıcaklığın artması ve otların kuruması, hayvan beslemeye ve süt ürünleri yapmaya alışmış toplumları daha serin ve otu bol olan yaylalara çıkmaya zorluyordu. İlkbaharın sonuna doğru başlayıp sonbahar sonlarına kadar devam eden yayla mevsiminde, hali vakti yerinde olan hemen herkes, kendi obasının yaylasına çıkıp orada yaşıyordu. Yayla olarak seçilen yerlerin esas özellikleri, otlağının bol ve sulak olması idi.
Her hayvanın yüz karakteristiği, insan yüzleri gibi, onları birbirlerinden ayırabilecek belirli çizgiler ve özellikler taşır. Buna rağmen koyun, keçi gibi sayısı çok olan sürülerde herkes kendi hayvanlarını özel bir işaretle ve genellikle kulaklarından damgalıyordu ("enemek"). Sığırlarda ve atlarda böyle bir işarete gerek kalmıyordu.
Meseleye eğitim açısından yaklaştığımızda, böyle bir sosyal yaşayışta şu özelliklerin belirgin olarak ortaya çıktığını görüyoruz:
Hayvancılığa dayalı bir geçim sürdüren toplumlarda, sürülerin bakılması ve beslenmesi, küçükbaş hayvanlar için "çobanlık" ve büyükbaş hayvanlar için "sığırtmaçlık" denen meslekleri ortaya çıkarmıştı. Bu meslekleri yapanlar genelde aile veya "boy" içinden bir kişi olduğu gibi, başka topluluklardan da olabiliyordu. Konu devlet örgütü düzeyinde ele alındığında, büyük beylerin ve kağanın sürüleri iyice kalifiye çobanlar tarafından otlatılıyordu.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının sosyal yaşayışında hayvancılık uzun yıllar esaslı bir yer teşkil ettiği için, bunlar, hayvan yetiştirmede, terbiye etmede ve onların ürünlerinden işlenmiş bir şekilde faydalanmada büyük bir gelişme göstermişler ve hattâ bir "çobanlık kültürü" de geliştirmişlerdir. Türklerin bu husustaki uğraşılarını ve dikkatli gözlemlerini en iyi yansıtan belge, Türkçedeki bu alanla ilgili kelime, kavram ve sözlerdir.
Hayvancılıkla geçinen toplumlar, bütün zamanlarını harcadıkları bu hayvanların ürünlerinden de sonuna kadar faydalanmak istiyorlardı. İlk önceleri Türk toplumunun en çok ilgi gösterdiği hayvan at idi. Bunlar, bu yarı göçebe toplumlara büyük bir hareket kolaylığı sağladığı için, onların hayatında vazgeçilmez bir yer tutuyordu. Ayrıca bu hayvanların etinden ve sütünden de faydalanılıyordu. At eti ve at sütünden yapılan "kımız" adlı içecek, "asil" kişilerin baş yiyecek ve içecekleri arasında yer alıyordu. Önceleri yoksul halkın yiyeceği, giyeceği ve meşguliyetleri arasında yer alan koyun, sığı ve ördek, kaz gibi kümes hayvanları, yerleşik hayatın ağırlığına bağlı olarak daha sonraları önem kazanmıştır.
Bu hayvanların ürünlerinden yapılan kürkler, dokumalar, keçeler; yağ, peynir ve yoğurt başta olmak üzere birçok yiyecek; Türk insanının o zamanki zihnî çalışmasını ve çocuklarını yetiştirirken ne gibi incelikleri yaygın eğitim vasıtasıyla verdiği konusunda aydınlatıcı olabilir. Hayvanın yavrulatılması, hastalıklardan korunarak beslenmesi, kırkılması, kesilmesi, sütünün sağılması ve işlenmesi, hayvanın sütünün ve etinin çeşitli yemeklerde kullanılması... gibi konular bu husustaki geleneksel yetiştirmenin ana noktalarını teşkil etmiştir.
Orta Asyadaki Türk toplulukları sadece hayvancılıkla geçinen gruplar değildi. Kışlak hayatının gelişmesi ile, tarım da insanların ana meşguliyetlerinden biri olmuştur. Hem hayvancılık hem de tarım, Türklerin toprağı çok iyi tanımalarına imkân sağlamıştır. Hangi toprak parçalarının nasıl işleneceği, hangi ürünlerin hangi mevsimlerde ekilip dikileceği, hasat zamanları, hasat âletleri gibi konular üzerinde birçok gelişmeler olmuştu. Toprağı işleme, dinlendirme ve sulama usullerinin yanı sıra yetiştirilen bitkilere bakmak, Orta Asya Türk toplumları arasında tarımın nasıl bir gelişme gösterdiği hakkında açık bir fikir verebilir. Burada yetiştirilen bitkilerden bazıları şunlardır: arpa, buğday, burçak, çavdar, yulaf, darı, pirinç, mısır, kavun, karpuz, kabak, hıyar, acur, pancar, şalgam, turp, soğan, sarmısak, pırasa, bakla, bezelye, fasulye, mercimek, nohut, ıspanak, marul, pazı, hindiba, biber, susam, yonca, çayır v.s... Bu bitkilerin yanı sıra şu ağaçların ürünlerinden de faydalanılıyor ve bunların "kültürlenmesi" için çalışılıyordu: alıç, armut, alma, ayva, badem, ceviz, dut, erik, fındık, fıstık, kestane, hurma, iğde, incir, kayısı, zerdali, kızılcık, kiraz, vişne, muşmula, nar, şeftali, limon, portakal, turunç, üzüm, zeytin, palamut v.s...
Orta Asya Türk toplumlarının bu kadar çeşitli bitki ve ağaçların tarımını yapabilmeleri, onların iklimler arası çok çeşitli özellikleri olan topraklar üzerinde yaşadıklarını gösteriyordu. Bu ise, Türk insanına çok geniş bir hayat tecrübesi, dünya görüşü ve çevre hakkında bilgi sağlıyordu. Tarım ile uğraşan aileler de çocuklarına, elbette gene yaygın eğitim vasıtasıyla, bütün bu bitkilerin özellikleri, yetiştirilmesi, işlenerek yenilmesi ve pazarlanması ile bilgileri aktarıyorlardu.
İster hayvancılık isterse tarımla uğraşsın, Orta Asya Türk toplulukları içinde bu alanlarla ilgili yoğun ve ince bilgilere dayalı gayet yoğun bir yaygın eğitim çalışması yapılıyordu.
 

1.1.2. Yerleşik şehir ve kasaba hayatı

İnsanlık tarihinde yüksek kültürlerin kaynağı tarım bölgelerinde ve şehirlerdeki sosyal yaşayış olmuştur. Orta Asya Türk topluluklarına bu açıdan yaklaşıldığında, oradaki insanların çok yüksek bir tarım, ticaret ve şehir hayatına sahip oldukları görülmektedir. Bu bakımdan, müslümanlıktan önceki Orta Asya Türklerinini tamamen göçebe oldukları şeklindeki yaygın kanaat yanlıştır.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının önemli bir kısmı ticaret yolları üzerinde, tarım açısından verimli vadilerde çok eskiden beri şehirler ve kasabalar kurmuşlar, buralarda çok yüksek bir yerleşik kültür geliştirmişlerdir. Buralarda kurulan devletlerin hemen hepsi de önemli şehirler ve tarım bölgelerini ele geçirmeye çalışmışlar, bu uğurda savaş vermişlerdir. Zaten, tamamen göçebe toplumların yüksek teşkilâtlı bir devlet kurup bunu uzun süre devam ettirmelerini beklemek yanlıştır. Tarihteki hemen bütün büyük devletler, göçebe toplumlar tarafından kurulsa bile, büyük şehirlere ve yerleşik halka dayanmışlardır.
Aile düzeni ve ev hayatı Türk toplumlarında çok önemli idi. Aile kuruluşunu bile "evlenmek" olarak adlandıran bir toplumda, yerleşikliğin ana simgesi olan "ev" temel bir yer tutuyordu. İnsanın hayattaki esas amaçlarından biri "ev-bark sahibi olmak" olarak adlandırılıyordu.
Orta Asya Türk toplulukları ev inşa tekniklerinde, ev planlarında büyük gelişmeler sağlamış; ahır, ağıl, kümes, samanlık gibi kendi hayatına yardımcı olan unsurları evden uygun bir uzaklığa yerleştirdiği gibi, mutfak, hamamlık gibi kısımları da ev içine uygun bir şekilde yerleştirmişti. Ayrıca evin iç düzenlemesinde, döşenmesinde de birçok orijinal karakteristikler geliştirilmişti.
Türkler, ilkönceleri genel olarak şehirlere ve özellikle etrafı surlarla çevrilmiş şehirlere "balık" diyorlardı. "Beşbalık", "Ordubalık", "Baybalık" gibi başşehirler, bu deyişe verilebilecek bazı örneklerdir. O zamanlar, köy ve kasaba mahiyetindeki yerleşim yerlerine de "uluş" deniyordu. Şehir karşılığında daha sonra -Soğdçadan geçme- "kend" sözcüğü kullanılmaya başlanmış; "Yarkend", "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehirler bu adlarla adlandırımaya başlanmıştır. "Şehir" kelimesi de "şahar" ve "şar" şekillerinde Türkçede büyük yerleşim yeri olarak kullanılmıştır; "Karaşar" şehri de buna örnektir. Türk hakanının oturduğu şehire de "ordu" deniyordu.
Devletler kurarak Orta Asya topraklarına uzun yıllar egemen olan Türk topluluklarının, birçoğu kalıntı şekline dönüşmüş ve bir kısmı hâlâ yaşayan şehirlerine baktığımızda, buralarda nasıl canlı bir yerleşik hayat olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Tarımla, ticaretle, çeşitli el sanatlarıyla geçinen binlerce insanın yaşadığı Orta Asya Türk şehirlerinden, yukarıda verilen örneklere ek olarak verilebilecek bazıları şunlardır: Balasagun, Ötügen, Altındağ, Barköl, Kuça, Loulan, Aksu, Kaşgar, Hotan, Turfan, Buhara...
Doğu Türkistan'daki Beşbalık ve Koça ile Uç Turpan şehirleri hem Türk devletlerinin başşehirleri hem de sanat, ticaret ve Budist kültür merkezleri idiler. Batı Türk kağanlığının merkezleri ise Karaşehir ve Kuça idi. Buralarda da birçok Budist külliyeleri bulunuyordu. Gene Batı Kağanlığına bağlı olan Hotan (Ordu-kend) ve Kaşgar da Türk medeniyet merkezleri idiler. Doğu Türkistan'daki Kansu ve ona yakın şehirler bazen Çin bazen Türk egemenliğinde, ama Türk karakteri taşıyan şehirlerdi. Batı Türkistandaki Fergânâ, Suyâb, Taraz, Çul, Sarıg, Sukuluk, Sayram, Yangıkend, Aktepe, Uşrûsana, Pencîkend, Baykend, Kunduz ve Belh gibi sayısız şehirlerde, Türk insanlar yerleşik hayatın gerektirdiği sosyal yaşayış kurallarını, toplum düzenini, sosyal kurumları, sanatı, zenaatı, ticareti v.s. ile yoğun bir yaygın eğitim ve dinî kurumlarda da örgün eğitim çalışması içinde idiler.

İkizkenar Yamuk

İkizkenar Yamuk Nedir?

Paralel olmayan kenarları eşit olan yamuklara ikizkenar yamuk denir.



a. İkizkenar yamukta taban ve tepe açıları kendi
aralarında eşittir.
m(A) = m(B) = y
m(D) = m(C) = x



b. İkizkenar yamukta köşegen uzunlukları eşittir.
Köşegenlerin kesiştiği noktaya E dersek
|AE| = |EB|
|DE| = |CE|

·          Köşegen uzunlukları birbirine eşit olan her yamuk ikizkenardır.


c. İkizkenar yamukta üst köşelerden alt tabana dikler çizilmesiyle ADK ve BCL eş dik üçgenleri oluşur.
|DC| = a
|KL| = c