2 Nisan 2012 Pazartesi

AB ve TÜRKİYE

AB ve TÜRKİYE-AB SERÜVENİ
 İkinci dünya savaşından sonra dünya dengeleri değişmişti. Artık yeni bir döneme girilmiş ve bu dönemin öncülüğünü de Amerika yapmaya başlamıştı. ABD 1990’lı yıllara kadar Sovyetler Birliği’yle beraber dünya siyasetinde söz sahibi olmuş, SSCB’nin de dağılmasıyla tek güç olarak bu dönemi günümüze kadar devam ettirmiştir.

19 Eylül 1946 Zürih’te Winston Churchill ‘Avrupa Birleşik Devletlerinin’ kurulmasını ve bir ‘Avrupa Konseyi’ oluşturulmasını istedi. 1948 yılında Le Haye de Avrupa yanlısı çeşitler örgütler bir ‘Avrupa için Kongre’ düzenleyerek Avrupa Birliğinin kurulmasını talep ettiler. 5 Mayıs 1949 yılında Avrupa Konseyinin statüsü imzalanarak kabul edildi. Açıkçası bu kuruluşlar pek de gerçek bir birlik oluşturmanın asgari şartlarına sahip olamamışlar ve başarıları da sınırlı kalmıştı.

Bugün Avrupa Birliği diye bilinen oluşumun temelleri 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Birliğini (AKÇT) ve 1957’de Roma’da Avrupa Ekonomi Topluluğunun (AET) kurulmasıyla atılmıştır. Benelüx’ü oluşturan üç ülke (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg)  Fransa, Almanya ve İtalya tarafında imzalanmıştır. AET antlaşmasının 2. maddesinde topluluğun amacı: Üye ülkeler arasında topluluk yoluyla ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir biçimde geliştirilmesi, sürekli ve dengeli bir genişleme, istikrar arttırma, yaşam standartlarının hızla yükselmesi ve daha yakın ilişkilerin desteklenmesi olarak açıklanmıştır.

Bu altı ülkenin Roma’da oluşturmaya çalıştıkları bu yeni yapılanma, diğer Avrupa ülkeleri tarafından da yakında takip edilmekteydi. Altı ülkeden sonra İngiliz hükümeti OCDE ülkelerini de yanına alarak Avrupa Serbest Bölgesi (Free Trade Area-FTA) kurma teklifinde bulundu. Fakat bu girişimleri başından başarısızlığa mahkum bir teşebbüs olarak görüldü. Çünkü bu teklif sadece Avrupa Konseyine karşı çıkma içindi ve hiçte samimi değildi. Fransa ve Almanya çok sert bir şekilde teklife karşı çıktı. Diğer ülkelerde kendilerinin hiç görüşünün alınmadığı gerekçesiyle bu topluluğa sıcak bakmadılar. AET karşısında dışarıda kalan grup daha fazla dayanamayıp 21 Temmuz 1959 da EFTA’yı   (Avrupa Serbest Mübadele Birliği) kurma kararı aldı. Bu birliğe OCDE yedi üyesi (Avusturya, Danimarka, İngiltere, İsveç, İsviçre, Norveç ve Portekiz) imza attı. Antlaşma 3 Mayıs 1960 tarihinde yürürlüğe girdi.

1959 yılında EFTA’nın kurulması ile birlikte Türkiye’nin önüne Batı Avrupa merkezli iki yeni örgüt çıkmıştı. Ankara’nın, batı ile bütünleşebilmek için bir tercih de bulunması lazımdı. Tercihini AET’den yana kullandı. 31 Temmuz 1959’da Türkiye AET’ye ortaklık için resmen başvurdu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri literatüründe genel olarak iddaa edilenin aksine 1959 yılında Ankara AET’ye ilk defa başvuru yaptığı zaman hem yaptığı başvurunun anlamının farkındaydı hem de Avrupa’da entegrasyon hareketlerinden haberdardı.

Hatta o dönemleri bizzat içerden yaşayan tanıkların ifadesine göre, Ankara AKÇT’ye üye olmak isterdi ancak, üyeliği mümkün kılacak herhangi bir ‘gerekçe’ bulamıyordu. Dışişleri Bakanlığı genel olarak Avrupa’yı takip etmiyor, AKÇT üyesi ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerini analiz etmeye çalışıyordu.

1961 yılında AET’ye olan ilgi arttı. Yunanistan ortaklık antlaşması imzaladı. Sırasıyla İrlanda, İngiltere, Danimarka, Norveç üyelik başvurusunda bulundu. Türkiye’nin müzakereleri Yunanistan ile paralel götürme isteğinin aksine Türkiye ile bu süreç 4 yılı bulacak ve ancak 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara antlaşması imzalanacaktı. Bu gecikmenin elbetteki çeşitli sebepleri vardı. Bunlar; Türkiye’nin ikinci dünya savaşından sonraki en kötü ekonomik ve siyasi krizleri yaşaması, iç politikadaki düşmanlığın had safhaya ulaşması ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesi.Bu dönemden sonra AET’yle müzakereler zaman zaman kesilmek zorunda kalmış, ihtilal bir yana sık sık değişen Türk delegasyonları yüzünden süreç hep uzamıştır. Bide konunun AET tarafı vardı ki, başta Türk tarafının taleplerini olumlu karşılayan AET iktisadi, mali ve ticari boyutlar eklendikçe Türkiye ile müzakerelerin Yunanistan’dan daha kompleks bir konu olduğu anlaşılacak, altı devletin başlangıçtaki iyimser tutumları veriler elde edildikçe, yer yer hayal kırıklığına dönüşecekti. Bu görüş ayrılıklarının üzerine ihtilaller eklenince durum iyice zorlaşmıştı. Fakat Türk diplomatlarının ısrarlı takipleri neticesinde yinede bir uzlaşma metni ortaya çıkmış ‘Türkiye ile AET arasında bir ortaklık tesis eden anlaşma’ yani bilinen adıyla 12 Eylül 1963’te Ankara antlaşması, Ankara’da imzalandı. 1 Aralık 1964’te de yürürlüğe girdi.

AET 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası yönetime el koyup parlamentoyu feshedince Yunanistan’la yapılan Atina antlaşmasını dondurduğunu açıkladı. 1 Ocak 1970’de AET’nin 12 yıllık geçiş dönemi sona erdi. Topluluğun ortak ticaret politikası yürürlüğe konuldu. 12-20 Ekim 1972 de yeni üyelerinin katılımıyla genişleyen Topluluğun devlet ve hükümet başkanları Avrupa Topluluğunun Avrupa Birliğine dönüştürülmesi ve ekonomik ve parasal birliğin sağlanması için bir takvim belirleme kararı aldılar. 7-10 Haziran 1979 dokuz üye ülkede ilk kez Avrupa Parlamentosu doğrudan seçimleri gerçekleştirildi. 17-20 Temmuz 1979’da doğrudan seçimle göreve gelen Avrupa Parlamentosu,  Strasbourg’da düzenlenen ilk oturumla bir araya geldi.

Katma protokol yapılmış ve geçiş dönemi başlatılmış olmasına rağmen özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan hem içsel, hem de dışsal faktörler nedeniyle Türkiye-AT ilişkileri, bugün bile olumsuz etkileri hissedilecek ölçüde, ciddi bir erozyona uğramıştır. Elbetteki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen faktörler sadece konunun Türkiye tarafı değildir. Topluluğun değişken yapısı ve uluslar arası sisteminden kaynaklanan bir takım sorunlarda bu ilişkileri, ister istemez olumsuz yönde etkilemiştir. Hem ulusal, hem de bölgesel ve uluslar arası sistem kaynaklı sorunlar Türk dış politikasında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine kadar süren bir dönem içerisinde dalgalanmalara sebep olmuştur. Askeri müdahale sistemi değiştirmek şöyle dursun sorunları derinleştirmiştir. 1970-80 yılları arasında kurulan 14 farklı hükümeti değişik görüşleri benimsemelerinin sonucunda elde edemedikleri başarının üstüne tuz biber olmuştur.
Ama bir konu vardır ki AT’yle 70’li yıllarda ilk ilişkilerin kopmasının ana nedeni olarak görülür. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı AT’nin ilişkileri dondurmasına sebep olmuştur. Fakat amacın işgal olmadığı anlaşılınca görüşmeler tekrar başlamıştır. 1977’de Türkiye AB’ye davet edilmiştir.

Avrupa Birliği Türkiye’yle olan ilişkilerini dondurmuş ve darbenin sona ereceği güne kadar görüşmelerin başlamayacağını açıklamıştı. En kısa zamanda seçim yapılmasını ve demokrasiye geri dönülmesi gerektiğini vurguluyordu, tam olarak Avrupa’nın istediği zaman ve şartlarda olmasa da Generaller bu sese kulak verip 1983 Kasımda yapılacak  bir seçimi kabul ettiler. Partilerin kurulmasına da 12 Eylül’ü eleştirmemek ve Kemalist ilkeler dışına çıkmamak şartıyla izin verdiler. Seçimi sürpriz bir şekilde ve açık farkla Turgut Özal’ın partisi Anavatan Partisi kazanmıştı.

Turgut Özal iktidara geldiği zaman Avrupa Birliğiyle ilişkiler hemen hemen donmuş durumdaydı AT’nin esas taleplerinden olan demokratikleşme sürecinin yeni bir Anayasanın da kabulü ile başlatılmasana rağmen Brüksel’in Türkiye’ye bakışında esaslı bir değişiklik olmamıştı. Bu arada Ankara’ya yönelik muhalefetin merkezi haline gelen Avrupa Parlamentosu da Türkiye’yi eleştirmek için hemen hemen her şeyle ilgilenir oldu.ATP Türk hükümetinin ‘Ermeni halkının tarihsel durumu’ ile ‘Kürt halkının bugünkü durumuna ve ‘Kıbrıs Cumhuriyetinin toprağının kanunsuzca işgalinin en kısa sürede son verilmesine’ kadar pek çok konuyu gündeme getirmekteydi. Bu arada Yunanistan her vesileyle hem veto hakkını kullanmaya hem de Ankara’yı zora sokacak her girişimi desteklemeye başlamıştı. 14 Nisan 1987 yılında Türkiye AT’ye tam üyelik  için başvurdu.

AT Komisyonunun 1989 yılında açıkladığı görüşte tam bir belirsizlik mevcuttu. Financial Times’da yayınlanan bir haberde, AT’nin ret cevabı ‘yüzüne bir tokat gibi inecek olan duyarlı Türkleri gücendirmemek için bu raporun ‘cilalandığını’ bildirmekteydi aynı günlerde The Economist: Batı Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik tavırlarında ‘tam bir iki yüzlülük egemendi’ diye yazmıştır. 90’lı yıllara gelindiğinde ortaya çıkan Körfez Savaşıyla dengeler bir kere daha gözden geçirildi. Avrupa Topluluğu Türkiye’nin bu zor zamandan çıkmasını izledi ve ülkenin gücünü gördü. 1991 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Amerika Başkası George W. Bush Türkiye’nin üyeliğini destekleyeceklerini açıkladı. 1991 yılının Mart ayında genel konuşmalardan bir sonuç çıkmayacağı anlaşılınca, Özal bir başka adım atarak AT ülkeleri Başbakanlarına tek tek  birer mektup göndermiştir. İlişkilerin durumu ve geleceği hakkında Batılı ülkeleri uyaran Özal bazı hususlarında altını  çizme gereğini hissetmiştir.

21-22 Haziran 1993’da Kopenhag’da yapılan AB-Türkiye ilişkileri açısından değil, AB’nin kendi geleceği biçimlenmesi açısından tarihi öneme sahip bir toplantıdır. Türkiye konusunda ise Kopenhag Zirvesi Gümrük Birliği açısından çok önemli bir kilometre taşı olarak görülebilir. Ama soruna tam üyelik açısından bakıldığı zaman hiç de olumlu bir mahiyet taşımaz bu zirvenin sonuçları. AB yeni bir döneme girerken Türkiye’ye en fazla sunabileceğinin bir Gümrük Birliği olduğunu ifade etmekteydi. Tam üyelik başkaları gibi, Türkiye’ye de açık görünüyordu fakat kriterleri Türkiye’nin yerine getirmesi imkansız gibiydi.

AB ve Türkiye 8 Kasım 1993 tarihinde toplanan Ortaklık Konseyinde 1995’in sonuna kadar Gümrük Birliğinin tamamlanması kararı almıştı. Bu esnada sık sık Türkiye’nin önüne Kürt sorunu, Kıbrıs, demokrasi ve insan hakları gibi konular konuluyordu. İlişkiler daha da karmaşık hal alıyordu. 1994’te Anayasa Mahkemesi DEP’i kapatırken öte yandan Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanan sanıklar suçlu bulunarak ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Ab tarafından Türkiye şiddetle eleştirilmeye başlanmıştı. Bunun üstüne Yunan Hükümet de ilişkileri veto edince ne Ortaklık Konseyinin 1994 Aralık ayındaki toplantısı yapılabilmiş ne de Gümrük Birliği Antlaşması onaylanmış. Yunanistan sık sık Türkiye’nin önüne engel olarak Kıbrıs’ı ve Ege denizindeki kara suları meselelerini getiriyordu. Türkiye bu konulara çok sert tepkiler ortaya koyuyor hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini açıklıyordu.

1 Ocak 1996’da AB ile Türkiye arasında Gümrük Birliği yürürlüğe girdi.Gümrük Birliğine girmemiz kimi çevrelerce ise tam üyeliğe uzanan yolda önemli bir adım kimi çevrelerce ise Türk ekonomisine vurulmuş bir darbe olarak adlandırıldı. Avrupa aslında Türkiye’yi Gümrük birliğiyle kendine bağlayıp kendi nüfuz alanının içinde tutmak istemektedir. Yanı başında büyüyen 70 milyonluk bir pazarı elinde tutmak ve onun ucuz iş gücünden yararlanmak hem de bu pazara mal satmak istemektedir.

AB Komisyonu 20 Temmuz 1997’de Avrupa’nın geleceği özellikle de genişlemeye ilişkin Birliğin perspektifini ortaya koymaya çalışan ‘Agenda/Gündem 2000’ adı altında oldukça kapsamlı bir çalışma yayınlamıştı. Gündem 2000’inin alt başlığı da ‘Birliği Güçlendirmek ve Genişlemeye Hazırlamak’ olarak seçilmişti. Alt başlıkta da anlaşılacağı üzere AB’nin 2000’li yıllardaki en önemli meselesi genişleme idi ve amaç da buna paralel gücünü konsolide ederken daha da sağlam bir yapı oluşturmaktı.

12-13 Aralık1997 tarihinde Lüksemburg’ta Avrupa Birliği Zirvesi’nde genişleme süreci ile ekonomik ve parasal birlik konuları incelenmiş, Komisyonun Gündem 2000 önerileri değerlendirilmiştir. Zirve de Birliğin Merkezi Doğu Avrupa ülkeleri ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin iki dalga şeklinde birliğe dahil olacağını kabul etmiş ayrıca yılda bir defa olarak Avrupa Konferansı’nın toplanmasına karar verilmiştir. Lüksemburg Zirvesinden sonra yayımlanan bildiri 1959’dan bu yana süregelen Türkiye-Ab ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Zirvenin sonucunda Türkiye’nin üyeliği hakkında hiçbir madde geçmemiş daha çok Türkiye ağır bir şekilde eleştirilmiştir.Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz Avrupa’nın bu yaklaşımı değişmedikçe ilişkilerde bir ilerleme beklenemeyeceğini söylemiştir.

15-16 Haziran 1998 tarihinde gerçekleştirilen Cardiff Zirvesi’nde, Türkiye’nin AB’nin genişleme sürecine dahil edilmesi yönünde önceki zirvelere göre daha yumuşa bir üslup kullanmış, önceki dokümanlarda sıkça söylenen ‘üyelik için ehil’ olduğu ifadesinden vazgeçilerek,üstü örtük bir biçimde ‘üyelik adayı’ tanımlanmasının kullanılması dikkat çekici olmuştur.Bu Lüksemburg Zirvesi’nde soğuyan ilişkileri yeniden canlandırmıştır.

17 Ağustos depremi AB’ye ve Yunanistan’a Türkiye’yi hatırlattı ve depremden sonra ılımlı bir süreç başladı. Maddi, insani  yardımlar ve AB’nin kredileri Türkiye’ye felakette büyük yardımı oldu. Dönemin Dışişleri  İsmail Cem bu ortamdan oluşan ılımlı havayı iyi değerlendirmiştir. 18-19 Kasım’da İstanbul’da yapılan AGİT Zirvesi Türkiye’nin kendini anlatması için çok iyi bir fırsat olmuştur.

2 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de toplanacak olan AB Zirvesi’nde görüşülecek konular hakkında görüşünü belirten Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile ilgili görüşlerinde; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik adaylığına hakkı olduğunu teyit etti ve iki ayrı paragrafta Türkiye’yi ‘aday ülke’ olarak adlandırdı. Birliğin 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında yaptığı Helsinki Zirvesi’nde de Türkiye’nin ‘aday ülke’ olduğu resmen ilan edildi. Dönemin Başbakanı Ecevit’e göre ‘Türkiye’ye, Avrupa Birliği’nde tam üyelik kapısı ön koşulsuz olarak açılmış olmakta’ydı. Oysa ki büyük pazarlıklar sonucu ortaya çıkan belgeye bir bütün olarak bakıldığı zaman ise Helsinki’de söylenenlerle Lüksemburg’ta söyleneler arasında, Helsinki’de ifade edilen ‘Türkiye diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya aday bir ülkedir’ cümlesi dışında aslında fazlaca bir fark yoktu. Helsinki’de Türkiye aday ülke olarak tanımlandıktan sonra Türkiye’nin demokratikleşme süreci hızlanmış, hükümetler programlarında AB Uyum Yasaları’nın çıkartılmasına daha geniş yer ayırmışlardır.

Türkiye’nin 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında Helsinki Zirvesi’nde ‘aday ülke’ olarak ilan edilmesinden sonra,  Zirve Kararları çerçevesinde 4 Aralık 2000 tarihinde Türkiye’nin Katılım Ortaklığı Belgesi kabul edilmiştir. Bu belge, Türkiye’nin tam üyeliğe kadar gerçekleştirmesi gereken kriterleri kısa ve orta vade olmak üzere tanımlamıştır. Bu belgede, Türkiye’nin zorlukları şunlardır: İdam cezası, Ana dil eğitimi, Ana dilde yayındır.Bunların hepsi de Türkiye’nin hassas olarak yaklaştığı konuları teşkil etmektedir. Tam üyelik adaylığının kesinleşmesi ile, Türkiye 26 Mart 2001 tarihinde ortaklığın siyasi ve ekonomik kriterlerini, üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme kapasitesini, Türk mevzuatının birlik müktesabatıyla uyumlaştırılmasını kapsayan ulusal programını Avrupa Komisyonu’na sunmuştur.

Genişleme süreci kapsamında Avrupa Birliği’nin gerçekleştirmesi gereken kuramsal reformları ele almak üzere ilgili bir ‘Konvansiyon’ oluşturulmuştur. Konvansiyon çalışmalarının öncelikle dört konu üzerinde yoğunlaşması öngörülmüştür.
-Temel Haklar Şartı’nın statüsü
-Ulusal parlamentoların rolü
-Avrupa Birliği kurumları ve üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı
-Avrupa Birliği Antlaşmaları’nın sadeleşmesi
Her üye ve aday ülkenin bir hükümet temsilcisi ve iki parlamenterle Konvansiyon’da temsil edilmesi kararlaştırılmıştır.
5 Haziran 2001’de AB Bakanlar Konseyi, Komisyon’a Türkiye, Malta ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB programlarına katılımına ilişkin genel ilkeler belirleyecek olan çerçeve anlaşmaların müzakere edilebilmesi için yetki verdi; ayrıca, Avrupa Yatırım Bankası Guvernörler Kurulu, Türkiye’yi AB’ye aday ülkelere yönelik olarak oluşturulan ve 2000-2003 yılları için 8,5 Milyar Euro’luk krediyi içeren AYB Katılım Öncesi Paketi’nden faydalanma ehil ülkeler arasına alan bir karar aldı.

19 Şubat 2002’de AB uyum sürecinde gerçekleştirilen çalışmalar kapsamında hazırlanan 1. Uyum Paketi Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 1. Uyum Paketi ile düşünce ve ifade özgürlüğü güçlendirilmesi ve tutuklama ve gözaltı koşullarının iyileştirilmesine yönelik düzenlemeler yapıldı. Bunun ardından 9 Nisan 2002’de 2.Uyum Paketi Resmi  Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 2.Paket ile Siyasi Partiler Kanunu, Dernekler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşler Kanunu, Jandarma Teşkilat ve Görevler Hakkında Kanun ve Basın Kanunu’nda değişiklik yapıldı. Bu Uyum Yasaları günümüzde hala çıkartılmaktadır ve en sonuncusu da 9. Uyum Yasaları Paketidir.

Avrupa Birliği 2002  Aralık’ındaki Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’nin henüz bazı kriterleri karşılayamadığı için tam üyelik müzakerelerinin başlayamayacağını belirtmiş, ancak kararını 2004 sonunda vereceğini açıklamıştır. Avrupa Birliği şu nedenlerden dolayı 2004’ten önce Türkiye hakkında karar vermek istememiştir; Avrupa Birliği, yeni gelen on tane üyeyi aldıktan sonra kendi durumunu bir gözden geçirmek ve buna göre karar vermek isteyecektir, Avrupa Birliği, kendi geleceğini tartışmaktadır, bütün üye ülke meclislerinden görüş alınmakta ve Birliğin gelecekte nasıl bir yapıya kavuşturulacağı tartışılmaktadır ve burada Türkiye’nin yerinin olup olmadığına karar verilecektir.2003 yılında genel olarak AB siyasi kriterlerini karşılama amacına yönelik olarak uyum paketleri hayata geçirilmiştir.

Avrupa Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan İlerleme Raporunda Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini yerine getirdiği tespit ve teyit edilmiştir.Komisyon ayrıca, ülkemizin AB’ye üyeliğinin Birlik açısından yaratacağı olumlu ve olumsuz tesirleri içeren bir ‘Etki Değerlendirmesi Çalışması’ da yayınlanmıştır. ‘Etki Değerlendirmesi Çalışması’nda ise, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB’nin adalet ve içişleri, ekonomi, bütçe, iç Pazar, tarım ve balıkçılık alanlarında olası etkileri değerlendirilmiş; katılımımızın genel olarak Birliğe olumlu katkılarda bulunacağı sonucuna varılmıştır.

Avrupa Parlamentosu da 15 Aralık 2004 tarihinde kabul ettiği raporla Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasına dair onayını, 262 ret oyuna karşılık 407 kabul oyu ile, yani ezici bir çoğunluk ile vermiştir. AB konseyi ise 17 Aralık 2004 tarihinde verdiği karar ile Türkiye–AB arasında katılım müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılacağını tüm dünyaya duyurmuştur. Bu olay, ülkemizin adaylığının ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesinden sonra Türkiye-AB ilişkilerinde ikinci dönüm noktasıdır.

17 Aralık 2004 Zirve Sonuçları, bugünkü koşullar itibariyle, AB bakımından da üzerinde mutabakata varılması çok kolay olmayan, önemli ve tarihi bir karar niteliğindedir. Zirve sonuçlarında yer alan kimi ifadeler bir ölçüde AB kamuoylarının bu endişelerini yatıştırmak amacıyla metne dahil edilmiştir. Bu itibarlar, Zirve Sonuçları, 25 üye ülkenin uzlaşması ile ülkemiz görüşlerinin ve üye ülkelerin kamuoylarının dikkate aldığı bir metindir.

3 Ekim 2005’e gelindiğinde birkaç ülkenin karşı çıkmasına karşın -bunlardan en çok direneni Avusturya- Türkiye istediklerini almış gibi görünüyor. Ankara ve AB Müzakere çerçevesine onay verdi, müzakereler başladı. Müzakere Çerçeve Belgesi’ne ‘imtiyazlı ortaklık’ girmedi ancak birliğin ‘hazmetme kapasitesi’ katılım koşulu olarak tanımlandı. Tartışmalı diğer bir madde beşinci maddeydi. Kıbrıs Rum Yönetimi uluslar arası kuruluşlarda veto etme hakkıyla ilgili olan bu madde yedinci paragraf olarak Türkiye’nin lehine değiştirildi.

Artık müzakereler başlamış hedef en kısa zamanda tam üyeliktir. Bu zorlu sürece Türk halkı göğüs gerecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder