8 Nisan 2012 Pazar

Edebi Akım Yazıları

Romantizm
Romantizmin en belirleyici özelliği, «sanatçının kendi yerini bulamadığı bir dünyadaki iç tedirginliğini, yeni bir toplumun özlemini yaratan güvensizlik ve kopmuşluk»tur. Bunu, bu akımın belirleyici özelliklerini Heinrich Heine’nin ünlü Harz Dağları adlı şiirinde görebiliriz:

Siyah setreler, ipekli çoraplar,

Beyaz, kibar kolluklar,
Nazik konuşmalar, kucaklaşmalar...

Ama ne olurdu biraz da kalpleri olsaydı!
Göğüslerinde kalpleri, kalplerinin içinde de
Sevgi, sıcak bir sevgi olsaydı...
Onların yalancı aşk acılarından söz açan dilleri

Beni kahrediyor.
Ben dağlara çıkmak istiyorum:
İyi kalpli insanları barındıran kulübelerin bulunduğu
İnsan göğsünün özgürce soluk aldığı,
Özgür rüzgârların estiği dağlara...
Bendağlara çıkmak istiyorum:
Koyu çamların boy gösterdiği,

Derelerin çağladığı, kuşların öttüğü,
Mağrur bulutların akıştığı dağlara...
Hoşça kalın ey cilalı, parlak salonlar
Ve onlar kadar dümdüz baylar, dümdüz bayanlar;
Ben dağlara çıkmak, yükseklerden
Sizlere bakıp gülmek istiyorum.

Şair, kentsoylu (burjuva) yaşamının boğuntulu havasından kurtulmak, doğanın sessizliğine ve güzelliğine sığınmak istiyor.

Kentsoyluların acıma duygusundan, yoksunluklarını,ikiyüzlülüklerini,yabancılaşmışlıklarını vurguluyor.Salonlara olan tiksintisini, kulübelere duyduğu sevgiyi belirliyor. Özgürlüğü doğada, kulübeleri barındıran dağlarda bulacağına inanıyor. «Salonlar ve saraylarla savaş, kulübelerle barış»bütün Romantikler gibi Heine’nin de yaslandığı görüş oluyor. Şiir böylesine bir yönelimin ürünüdür bir bakıma. Bu şiirdeki yönelimler Romantiklerin tümünde görülebilir.

Romantizm akımı değişik ülkelerde değişik biçimlerde çıkmıştır ortaya. Ancak belirttiğimiz bu özellikler değişmez genellikle. Nitekim Alman edebiyatına baktığımız zaman Romantizm akımının ilk izlerine XVIII. yüzyılın ikinci yarısında oluşan «coşkunluk» sözcüğüyle karşılayabileceğimiz Strum und Drang deviniminde rastlayabiliriz. Bu devinimin öncüleri olan Klopstock (1724-1803), Herder (1744-1803) Romantizmin müjdesini verirler.Ancak Romantizme giden kapıyı Dünya edebiyatının büyük adlarından biri olan Johann Wolfgang Goethe (1749-1832) olmuştur. Genç Werther’in Acıları adlı romanında döneminin acılarını, duygularını, duygusal bir dille sergilemiştir. VJilhelm Meister ve Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları romanlarında da toplumun yeniden düzenlenmesi sorununa dokunur.

Klasizm

Klasikler arasında sayabileceğimiz ilk adlar arasında insan varlığını kanıtlayan «düşünce ve akıl» evrenin ve Tanrı’nın da varlığını kanıtlar gö­rüşünden yola çıkarak yöntemsel kuşkuculuğun öncüsü olan, Metod Üze­rine Konuşmalar, Tutkular Kitabı adlı yapıtlarıyla düşünsel denemenin örneklerini vermiş olan Rene Descartes (1596-1650); Tanrı’nın varlığını bi­limsel yollardan kanıtlamanın olanaksızlığını savunan, matematik alanında da özel bir yeri olan Taşra Mektupları ve Düşünceler adlı denemeleriyle bilinen Blaise Pascal (1623-1662) gelir.

Klasik edebiyatın ilkelerini tiyatroya uygulayan büyük adlardan bi­riyse Pierre Corneille’dir (1606-1684). Ağlatı türünün babası sayılır bir ba­kıma. Ağlatılarında aşk, onur, tutku, istenç (irade) gibi insanın temel ki­şiliğini belirleyen kavramlar önemli bir yer tutar. Tutkuların tanımlan­masında kişilerini sürekli bir ikilem içinde tutar. Genellikle yapıtlarındaki kahramanlar, görevleriyle tutkuları arasında bir çatışmayı sürdürür­ler. Bu çatışmada tutkularını yenerler. İnsanüstü yönleri vardır. Ne var ki bu insanüstülük seyirciyi yadırgatmaz. Canlı, renkli kişilerdir bunlar. Bu yönden şöyle de diyebiliriz, Corneille, insanları olduğu gibi değil, olmaları gerektiği gibi çizmiştir oyunlarında. Robert Pignarre’nin dediği gibi,
 «Trajediye yüceler katma çıkaran odur; yeryüzünün yüceleri yüce ruhlar, yüce olaylar, yüce üslup...»
Otuzu aşkın yapıtı vardır Corneille’in. Bunlar arasında en tanınmış olanları: Le Cid, Horace, Cinna, Medde, Andromede’dir.

Corneille ile birlikte Klasisizm akımının en büyük ağlatı şairlerinden biri de Jean Racine’dir (1639-1699). Ağlatı türünü yeni ilkelerle donatmış, bu türe yepyeni bir görünüm kazandırmıştır. Ağlatının temel kurallarına uyarak bu kurallar içinde insan yüreğinin türlü tutkularını, duygularını işlemiştir. Onun yapıtlarında kişiler, genellikle yazgının elinde oyuncaktır. Bu yönüyle tanrıların ve yazgının kişilerin yaşamında egemen olduğu eski Yunan tiyatrosuna bağlanmıştır. Ancak, onun yapıtlarında tutku ve duy­gular ne denli azgınlaşırlarsa azgınlaşsınlar «olağan»ın sınırını aşmaz, baş­ka bir deyişle, gerçeğin dışına çıkmaz. Anlatımı da çıplaktır. Çözümlemeye yöneldiği insan yüreğine ayna tutmakla yetinmiştir Racine. Kişileri abart­madığı, onları tek boyuta indirgemediği için oyunlardaki kahramanlar bi­rer tip değil, birer karakterdir. Bu yönüyle de Klasisizmin temel ilkelerin­den biri olan tipleştirmeye sıkı sıkıya bağlı kalmamıştır. Kısaca Racine, Boris Suchkov’un dediği gibi,
 «... Klasikçiliğin sınırları içinde ve onun kendisine verdiği imkânlardan iyi bir şekilde yararlanması sonucu, Racine, tutkuların yönettiği insan ilişkilerini olduğu kadar, bireyin manevi dün­yasında yer alan çelişme ve çatışmaları da saptayan, büyük bir iç uyuma ve güzelliğe sahip yapıtlar yaratmıştır.»
 Bunların en önemlileri, Andr-maque, İphigenie, Phedre, Esiher, Mithridate’dir... Bu yapıtlarında insan ruhunun karanlıklarına inmiş, bu karanlığı sahnenin aydınlığına çıkarmış­tır; tutkuların kişiyi nasıl yıkıntıya götürdüğünü; aşkın, onuru nasıl yerle bir ettiğini göstermiştir.

Güldürü alanında en büyük ad ise Moliere’dir (1622-1673). Yalnız Fran­sa’nın değil, dünyanın en büyük güldürü yazarlarından biridir. Tıpkı Cervantes, Aristophanes, Shakespeare, Gogol, Mark Twain... gibi dünya gül­dürü edebiyatının yapıtaşlarından biridir. Salt güldürmek için güldürü anlayışını yıkmış, bunun yerine güldürerek eğitme ve öğretme anlayışını getirmiştir tiyatroya. İnsanların ve toplumun içyüzünü oyunlarında yan­sıtmış; çirkinlikleri, gülünçlükleri, küçüklükleri, ikiyüzlülükleri, dalkavuk­lukları gözler önüne sermiştir. İnsanoğlunun bu yönlerini genelleyip bü­tünleştirerek ayrı ayrı tiplerde toplamıştır. Böylece adına «töre ve karak­ter güldürüsü» dediğimiz bir tür oluşturmuştur tiyatroda. Bu yönden onun güldürülerinde çağlar boyunca rastlanan, bugün de rastlayacağımız kibar­lığa özenen sonradan görme kentsoylular (burjuvalar), züppeler, hastala­rını sömüren bilgisiz hekimler, çaçaron kadınlar, yüzlerine din maskesini geçirip türlü ahlaksızlıklar yapan ikiyüzlüler, parayı tanrılaştıran cimri­lerle karşılaşırız.

Moliere’in insana yaklaşımı acımasız değildir. Sevgiyle yönelir. Robert Pignarre, onun bu yönelimini Tiyatro Tarihi adlı yapıtında değerlendirir­ken şunları söyler:
 «Moliere, güldüren yargıya bir sempati, bir acıma ka­tarak bu kahkahayı insancıllaştırmıştır. O söz anlamaz inatçılar, o aşırı öfkeli benciller bizim benzerlerimizdir; onların o aşırı davranışları bizim davranışlarımızdır; ... böylece güldürü, hümanizmanın manevi kalıtım ge­liştiren bir bilgeliğin yorumcusu olmuştur... Moliere, çevre, ortam ince­lemesini çok derinlere götürmüş, örf-âdet komedyasından ördüğü geri per­denin önünde karakterleri en belirgin biçimde sergilemiş, toplumsal di­siplin karşısında doğanın tepkilerini açıkça göstermiştir. Böylece karakter komedisinin düşebileceği şematik katılıktan kurtulduğu gibi, örf-âdet ko­medyalarının çabuk yaşlanmalarına yol açan güncel olaylar dizisi havasına da hiç girmemiştir.»
Gerçek yaşama yöneltmiştir güldürüyü Moliere. İnsanoğlunun evrensel çarpıklıklarını oyunlarına odak noktası olarak seçmiştir. Evrenselliği de buradan gelmektedir. Kişileri toplumsal çevreyle bütünleştirmiş, toplum­sal çevreyi çözümlemede birer tip olarak kullanmıştır onları. Çünkü, tipleştirmenin belirleyici özelliği, kişiyi biçimlendiren çevrenin niteliklerini kişide toplamaktadır. Boris Suchkov bu noktayı vurgularken şunları söy­ler:
 «... Moliere estetik görüşleriyle ve yaratıcı yöntemiyle bir klasikçiydi. Klasikçiliğinin popüler öğelerle yakından bir bağıntısı olduğu gibi, karak­terleri de belli bir dereceye kadar yapılmış bir toplum çözümlemesi (sosyal analiz) doğrultusundaki somut tarihsel çizgileri taşır. Moliere karak­terleri karikatürleştirme noktasına varacak derecede abartılmış olup, tam gerçekçi derinlikten yoksundurlar. Tek yanlıdırlar, tek bir tutkunun tut­sağı olmuşlardır; mesela Harpagon’un gözüdoymazlığı, Tartuffe’ün iki­yüzlülüğü. Hep tek yanlıdır bu karakterler, çünkü Moliere, Klasikçiliğin altında yatan akılcı (rasyonalist) estetiğin ve felsefenin izinden gidiyordu.»

Doğanın çizdiği yoldan ayrılmamak, doğal olmak Moliere’in oyunların­da temel görüşlerden biridir, insanoğlunun mutluluğunu buna bağlar: Uyumlu ve dengeli olmasına. Yapıtlarının başlıcaları şunlardır: Gülünç Kibarlar, Kocalar Mektebi, Kadınlar Mektebi, Zorla Evlenme, Tartuffe, Don Juan, Adamcıl, Zoraki Hekim, Cimri, Kibarlık Budalası, Scapin’in Do­lapları, Bilgiç Kadınlar, Hastalık Hastası.

Klasikçiler arasında özellikle öğretici (bkz. Didaktik) şiir türünde ürün vermiş bir ad da La Fontaine’dir (1621-1695). En önemli yapıtı fabllar (ma­sallardır). Bunlarda işlediği konuların çoğunu, bütün klasik şairler gibi, eski Yunan ve Latin yazarlarından, daha çok da Aisopos’tan almıştır. Her fablı başlangıcı, gelişim ve sonucu olan küçük bir oyun gibidir. Bunlarda hayvanlar, ağaçlar, bitkiler kişileştirilmiş, doğayla insan bütünleştirilmiş­tir. Türlü insan karakterlerini temsil eden aslan, karga, tilki, karınca, kurt, eşek, ayı, köpek, fare, balıkçıl kuşu, öküz, maymun, kurbağa, kaplumba­ğa... gibi hayvanlar ve kuşlar konuşan varlıklar olarak çıkarlar karşımıza. La Fontaine bunlardan söz ederken gerçekte insanlar hakkında düşündük­lerini ortaya koyar. Dilin bütün olanaklarından, inceliklerinden yararlana­rak yapar bunu. Bunun için de yediden yetmişe değin herkes rahatlıkla okuyabilir onu. Asık suratlı olmayan bilgece bir tutumu vardır. Fabllarının birinde iki amaç güttüğünü belirterek şöyle der:
Can sıkar kupkuru bir ahlak. Oysa hikâye
Benimsetir ahlak ilkesini de.
Hem öğretelim, hem de gönülleri saralım.

La Fontaine’e çocukların şairi gözüyle bakılmıştır. Gerçekten böyle midir bu? Sabahattin Eyüboğlu, onu Türkçeye çevirirken şöyle diyor bu konuda:
 «Bütün cömert sanat çeşmeleri gibi La Fontaine’den çocuklar da içebilir; ama La Fontaine masallarını onlar için yazmış olmak şöyle dur­sun, masalları çocukların elinden alıp, çocuk oyuncağı olmaktan çıkarıp kendi oynamış onlarla; bir olgun insan eğlencesi yapmış masalları. Konu­şan hayvanlar çocukları eğlendirebilir, belki biraz düşündürebilir de; ama aslında; kurtta, tilkide, gazetelerde adı çıkan şu veya bu ünlü insanı gör­mek, kurtla kuzu masalını falan mahkemenin kararıyla birleştirmek hangi çocuğun aklından geçebilir? Geçmeyince de okuduğu ha La Fontaine ol­muş, ya da herhangi bir hayvan masalı. Ancak büyüdükten sonra anlar La Fontaine’nin ne demek istediğini...»

Sürrealizm - Gerçeküstücülük

Bu akım Fransa’da oluşmuş, fakat dünyanın birçok ülkesinde izleyici bulmuştur. Türk edebiyatında tümüyle gerçeküstücü akıma bağlı kalıp bu doğrultuda ürün veren sanatçılar yok değildir. Ayrıca, gerçeküstücü nitelikler taşıyan tekerlemelerimiz, halk tasavvuf şiirinde yer alan kimi şathiyeler vardır. Özellikle Garipçilere karşı bir tutumla şiir yazan ve İkinci Yenici sayılan ozanların bir bölüğünün kimi şiirleri (Ece Ayhan, İlhan Berk, Oktay Rifat, Edip Cansever, Cemal Süreya vb.) gerçeküstücü şiirle sıkı bir kanbağı taşır. Yunus Emre’nin şu dizelerinde olduğu gibi:

Çıktım erik dalma

Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp

Der ne yersin kozumu

Cemal Süreya’nm şu dizeleri de anlamı boşlayan, çağrışımlardan alabildiğine yararlanan, imgelemin özgürce kullanımını içeren özellikler taşır:

Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan
Zenciler zenciler iki okka zencefil

İntihar süsü verilerek
Güneşin linç edildiği bir akşam

Varoluşçuluk

Varoluşçuluğu edebiyata değişik bir açıdan uygulayan bir başka Fran­sız yazarı da Albert Camus’dür (1913-1960). Sartre, nasıl insanın seçme özgürlüğünden doğan bunaltı üzerine oturtmuşsa yapıtlarını, Camus de «saçma» kavramı üzerinde durmuştur. Ona göre, akıl ve mantıkla dona­tılmış insan, gerçekte usdışı, anlamsız, saçma sapan bir evrende yaşa­maktadır. Bu bakımdan eninde sonunda ölecek olan, yine de mutluluğa gerekseme duyan insanın yaşamı da saçmadır. Çünkü insana da, yaşama da anlam kazandıracak, insana umut verecek herhangi bir belirti yoktur evrende. Öyleyse insanoğlu, bu anlamsız, saçma evrende aklını ve mantı­ğını kullanarak hareket etmeli; her türlü saçma ve haksızlığa başkaldıra­rak yaşamayı seçmeli; karşılık düşünmeden yaşamayı sevmelidir. Bunun gibi saçmaya karşı, haksızlığa karşı elbirliğiyle savaşarak adalet, dostluk, düşünceye saygı, eşitlik, hoşgörü gibi değerler de ortaya konmalıdır. Bu düşüncelerini Camus, roman türünde yazdığı Yabancı, Veba, Düşüş, Sıkı­yönetim; tiyatro türünde yazdığı Yanlışlık, Caligula; deneme türünde de Sisyphe Efsanesi, Başkaldıran İnsan, Bir Alman Dosta Mektuplar... adlı yapıtlarında işlemiştir. Camus’nün kahramanları bu yapıtlarında çevrele­riyle bir çatışma içinde çıkarlar karşımıza. Yeryüzünde iğreti bir durum­ları vardır. Örneğin, Yabancı’da kendini yığınlar içinde sürgün duyan bir insanın acıklı serüveni dile getirilmiştir. Bu yabancı kişi, çevresindekilerIe sağlıklı bir ilişki kuramaz, insanların hiçbir şeyini paylaşmadığı gibi, onların yasalarına da, törelerine de uyamaz. Uyumsuzdur tek sözcükle. Veba romanında da Camus, bir simgeleştirmeye giderek kitle halindeki ölümleri, kıyımları ve öldürmeleri yansıtmak istemiştir. Doğanın ve yaz­gılarının haksızlığına, saçmalığına karşı insanların direnişleri gösterilmiş­tir Veba’da. Onların saygı ve acıma bağıyla birbirlerine destek oluşlarına; mutluluğu tek tek değil, toplumsal mutlulukta bulabileceklerine değinil­miştir.

Sartre ve Camus’den başka edebiyatta varoluşçu düşünceye bağlı ka­larak insanın varlığını, toplum içindeki konumunu didikleyen iki yazar daha vardır. Simone de Beauvoir (1908-1986) bunlardan biridir. Tiyatro türünde Pyrrhus ve Cineas; Gereksiz Ağızlar; deneme ve roman türünde de Varoluşçuluk ve Ulusların Bilgeliği, İkinci Cins, Düzenli Bir Genç Kızın Anıları, Başkalarının Kanı adlı yapıtları vardır. Beauvoir, özellikle çağ­daş dünyada ve günümüzde kadının cinsel sorunlarını, toplumsal sıkıntı­
larını ele almış, işlemiştir. İkinci yazar da Andre Malraux’dur (1901-1976).İnsanlık Durumu, Büyük Yol, Umut, Melekle Savaş adlı yapıtlarında in­sanın yeryüzündeki serüvenini didiklemiştir. Ona göre insan yalnızdır yer­ yüzünde. Acımasız, sert, kaba bir evrende kendi yazgısıyla başbaşa kalma­nın dramını yaşamaktadır insanoğlu. Nietzsche’ci bir yaklaşımla Tanrı’nm öldüğünü, dinlerin dönemlerini tamamladığını savunur. İnsanı içinde bu­lunduğu yalnızlık ortamından kurtaracak tek güç vardır onun için, kültürve sanat.

Varoluşçu düşünceyi edebiyata uygulayan, insanın yeryüzündeki konumunu algılamaya çalışan bu yazarlardan önce Çek romancısı Franz Kafka (1883-1924) olmuştur. Yaşadığımız dünyada insanoğlunun içinde bulun­duğu saçma ortamı çizmiştir. Onun kişileri, insanı bunaltan karanlık bir evrende yaşarlar. Anlatımına varamadıkları bu karanlık evrenin ortasında bocalar dururlar, içinde bulundukları ortamın yasalarıyla uzlaşmak ister, uzlaşamaz.

Naturalizm

Naturalizm akımını geliştirip onu estetik açıdan bir ölçüde zenginleştiren adlardan biri de Guy de Maupassant (1850-1893) olmuştur. Tombalak, Ay Işığı, Küçük Roque gibi öykü yapıtlarında; Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Gibi Kuvvetli, Pierre ve Jean... gibi romanlarında insanı ve çevresini, karakter ve onu oluşturan toplumsal ortamı bir bütün olarak, gözlemci ve yalın bir anlatımla yansıtmıştır. Yaşamı çözümsel yönden ele almış, çelişkileriyle görüntülemiştir: «Köylüler, askerler, masalarında ge­viş getiren, gırtlaklarına kadar kırtasiyeciliğe batmış bürokratlar; genç burjuva bohemler, hanımefendiler, taşra eşrafı, refahı yerinde, ama vahşi bakışlı çiftlik sahipleri, bir kuruşu bile sayan ve elinden geldiğince para yapmaya bakan açgözlü küçük burjuva, küçük lokanta sahipleri, genelev işletmecileri, yosmalar, büyük işadamları, parababaları, gazeteciler, taşra rahipleri, denizciler, rahibeler, küçük tüccarlar, doktorlar; lekeli ya da saf bir aşk; her yönüyle amansız çıkar çatışmaları, aile bağlarının çözülmesi, duyguların ve bir bütün olarak burjuva toplumunun çürümeye yüz tutması, basit insanların vatanseverliği, burjuvazinin nüfuz ticareti, taşra hayatındaki budalalıklar, sonu gelmez servet mücadelesi, insan ilişkilerinde korkunç, acımasız tavır...» bütün yönleriyle Maupassant’ın yapıtlarında sergilenmiştir. (Boris Suchkov)

Realizm - Gerçekçilik

Balzac gibi, Henri Beyle Stendhal de (1783-1842) Coşumculuk döneminde yaşamasına karşın Gerçekçiliğin öncüleri ve kurucuları arasında yer almıştır. «Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir» düşüncesinden kalkarak döneminin çelişkilerini, insan ve toplum ilişkilerini kuru denilecek denli, yalın ve süssüz bir anlatımla vermiştir romanlarında, öykülerinde. Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı .gibi romanlarında savaşı, sevgiyi. kiliseye karşı duyulan nefreti insan açısmdan gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Bu yapıtlarında insan duygularının ve tutkularının derin bir çözümlenmesini yapmıştır. Gerçekçiliğin ana ilkesi olan insanı toplumsal çevresiyle birlikte alma ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Toplumsal çeverenin insanın ruhsal evreni üzerindeki etkilerini göstermiştir. Julien Sorel Mösyö de Renal, Fabrice, Kont Mosca gibi roman kahramanlarının ruhsal zenginlikleri, çok değişik nitelikleri kendilerinde toplayışları onun bu sağlıklı tutumundan ileri gelir. O, roman ve öykülerde çizilecek karakterlerin canlılığını, yaşarlığını; bunların, toplumsal çevrenin ve durumların ürünü olmasına bağlı görmüştür. Bu anlayış ve uygulamasıyla, romana getirdiği iç konuşma (iç monolog) yöntemiyle (bkz. İç konuşma) çağdaş romancılığın babası olmuştur Stendhal. Romanlarının Dünya edebiyatının temel ya pıtları arasında yer alışının bir nedeni de budur.

Gerçekçilik akımının temel yapıtaşlarından biri de Gustave Flaubet’dir(1821-1880). Madam Bovary,Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye… gibi yapıtlarıyla hem Dünya, hem de Fransız edebiyatının büyük yazarları arasında yer almıştır Flaubert. Yapıtlarında kişiliğini gizlemiş, kahramanlarmın duygu ve düşüncelerini gözlemci bir gerçekçilikle çözümlemiş, bunların yaşamdakilere benzer olmasına özen göstermiştir. Balzac ve Stendhal’den ayrı bir tutumla toplumun anatomisini çizme yerine, toplumsal yapının etkisiyle oluşan insanlık durumlarma eğilmiştir. Örneğin, onun ünlü gücünü ve mutluluk özlemlerini nasıl tükettiğini» gösterir bize. Bunu, gerçilik akımının temel ilkelerinden biri olan yaşam çözümlemesi ve tipleştirme yöntemiyle gerçekleştirmiştir. Romanın kahramanı Emma ve Charles Bovary’yi unutamıyorsak; onların acılarını, düşlerini, pişmanlıklarını kınlan onurlarını, kalabalık içindeki yalnızlıklarını okurken bugün de duyabiliyorsak, bunların ustaca tipleştirilmesindendir.

Gerçekçilik akımı adlarını ve kimi yapıtlarını andığımız bu üç edebiyat devinin yapıtlarıyla oluşmuş, boyutlanmıştır Fransız edebiyatında. Bu boyutlanmayı İngiliz edebiyatında Pickwick’in Kâğıtları, Oliver Twist, Nicholas Nickleby, Antika Dükkânı, David Copperfield, Büyük Ümitler...adlı romanlarıyla oluşturan Charles Dickens (1812-1870) Gerçekçiliğin usta adları arasında yer almıştır. Özellikle karakterleri çizmede büyük bir ustalık göstermiştir Dickens. Kişilerin soyut bir yönünü değil, davranışlarını belirleyen toplumsal çevrelerini ele almıştır. Nesnel dünyaları içinde göstermiştir onları. Ayrıntıya, gözleme, insan doğasını değişik yönleriyle yansıtmaya çalışmıştır. Bunu yaparken insanlar arasındaki sınıfsal çatışmaları da vermiştir.Örneğin, OliverTwist’te varsıllarla yoksullar arasındaki dengesizliğe ayna tutmuş, çocukluğundan beri yakından tanıdığı yoksul kesimlerin dertlerini ve sıkıntılarını dile getirmiştir.

Dickens gibi, kişileri nesnel dünyadan soyutlamayan, onların hem ruhsal hem de topumsal çevrelerini gözlemci bir gerçekçilikle yansıtan; Adam Bede, Silas Marner, Romola adlı romanlarıyla İngiliz edebiyatında özgün bir yeri olan George Eliot da (1819-1880) gerçekçi akım içinde yer almış

yazarlardandır. Öte yandan Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin Dönüşü, Casterbridge Belediye Başkanı adlı romanlarında dümdüz, yalın bir anlatımla insan gerçeğini ayrıntılarla çizen Thomas Hardy (1840-1928); insanların tutkularım, sevgi ve iyilikle dengelemeye çalışan, bunu Jane Eyre,Rüzgarlı Bayır romanlarıyla somutlayan Charlotte Bronte (1816-1855); Define Adası, Doktor Jekyll ile Mr. Hyde gibi serüven romanlarıyla tanınmış olan Robert Louis Stevenson da (1850-1894) Gerçekçilik akımı içinde anacağımız adlardandır. Yine yapıtlarını toplum ve ekonomik sorunların bireyler üzerindeki etkilerini göstermeye adayan, kahramanlarım büyük ölçüde halkın dertlerini dile getirmede sözcü olarak çizen ve Candida, Sezar ve Kleopatra, Ermiş Jeanne adlı oyunlarıyla Dünya edebiyatında yaşarlığını koruyan Bernard Shaw da (1856-1950) Gerçekçiliğin büyük adlarından biridir.

Amerikan edebiyatında ise Gerçekçilikle Coşumculuk iç içe gelişmiştir.Washington Irving (1783-1859), Edgar Allan Poe (1809-1849), Walt Whitman (1819-1892), James Fenimore Cooper (1789-1854)... gibi katkısız coşumcuları bir yana bırakırsak, yapıtlarında gerçekçi ve coşumcu öğeleri dengeli bir biçimde kullanan iki önemli yazar vardır. Bunlardan biri Nathaniel Hawthorne‘dur (1804-1864). Kızıl Harf, Yedi Çatılı Ev adlı romanlarında insanların toplumsal koşullar altında içine düştükleri ruhsal çatışmaları yansıtmıştır.İkincisiyse insanoğlunun kötülükle, daha doğrusu doğanın kötü güçleriyle savaşını Moby Dick romanıyla destanlaştıran Herman Melville’di(1819-1891). Bu iki yazarın çizgisinde Misisipi’de Hayat, T om Sawyer’in Maceraları, Huckleberry Finn’in Maceraları adlı yapıtlarıyla Mark Twain (1835-1910); Kumrunun Kanatları, Bir Hanımın Portresi, Elçiler adlı kitaplarıyla Henry James (1843-1916); değişik konularda yazdığı öykülerle O.Henry (1862-1910); Küçük Kadınlar adlı romanıyla Louise May Alcott(1832- 1898) sürdürmüşlerdir Gerçekçilik akımını.

Gerçekçilik akımının Dünya edebiyatında önemli izler bırakmış ürünlerine Rus edebiyatında da rastlıyoruz. Bu ürünleri veren adların başında roman, öykü ve oyun türlerinde yapıtlar vermiş olan Nikolai Gogol(1809-1852) gelmektedir. Yapıtlarında toplumun çürümüş ve aksak yanlarını işlemistir. Alaycı, yergici bir tutumla yansıtmıştır bunları. Rus edebiyatının olduğu kadar, Dünya edebiyatının da büyük güldürülerinden biri olan Müfettiş, bir taşra kasabasının bürokratik yaşamına yöneltilmiş buruk bir taşlamadır. Oyunun kahramanı Hlestakov, parasız, pulsuz kendimce canlı gözlemleri olan bir gençtir. Müfettiş bekleyen bir kasabaya gider, müfettiş olarak tanıtır kendini. Kasabanın yöneticileri, önde gelenlerinin içinde bulunduğu kirli durumlardan yararlanmasını bilerek kısa zamanıda paraya, saygınlığa ve aşka kavuşur. Bu yalın konuyu canlı bir taşlama toplumsal bir yergi durumuna getirmiştir Gogol. Ölü Canlar romanı ise toprak köleliğinin hüküm sürdüğü Çarlık Rusya’sına tutulmuş bir ayına gibidir. Romanında tipleştirdiği, ölü canlar satın alarak kendini zengin göstermeye çalışan Çiçikov’un çevirdiği dolaplar tam bir gerçekçilikle çizilmiştir. Karakterlerin çizimindeki bu gerçekçiliği, onun Mirgorot Hikayeleri’ndeki kahramanların verilişinde de görürüz. Taraş Bulba destan niteliği ağır basan tarihsel romandır.

Gerçekçilik akımı içinde Rus romancısı Lev Nikolayeviç Tolstoy’un (1828 -1910) özgün bir yeri vardır.Denilebilir ki, insanların yaşamı tüm somut ayrıntılarıyla, her türlü yapaylıktan uzak, yalın bir anlatımla Tolstoy’un yapıtlarında işlenmiştir. Dünya edebiyatının anıt romanları arasında yer alan Harp ve Sulh, Anna Karenina, Ölümden Sonra Dirilme,İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat... gibi yapıtlarında, halk yığınlarının, özellikle de köy­lü kesiminin yaşayış ve düşünüş biçimini tam bir gerçekçilikle yansıtmış­tır. Yaşamın akışını keskin bir gözlem gücüyle değerlendirmiş; yığınlar arasındaki didişmeleri, kişisel dramları, töresel aldatmacılıkları, köy ve köylü dünyasının küçük ayrıntılarını destansı bir dille anlatmıştır. Halk yığınları toplumsal ve ruhsal değerleriyle algılanmıştır onun romanlarında. Daha doğrusu içten tanımıştır halkı. Onların bilincini yönlendiren etken­leri çok iyi gözlemlemiştir. Başarısı da bu etkenleri romanlarının olay ör­güsü içinde ustalıkla eritmesinden doğmuştur. Kişilerin ruhsal çözümlenmesiyle toplumsal çözümleme arasında sağlıklı bir denge kurmuş, yer yer eleştirel bir bakışla sürdürmüştür bu çözümlemelerini. Tolstoy’un, halk kitlelerini çizmede başvurduğu bu gerçekçi yaklaşım, Dünya edebiya­tında birçok sanatçıyı etkilemiş. Çağdaş ve Toplumcu gerçekçiliğin doğuşuna olanaklar sağlamıştır. Çünkü, Çağdaş ve Toplumcu gerçek­çiliğin çıkış noktası olan insanı ve toplumu değiştirme yöneliminin to­humları Tolstoy’un yapıtlarında vardır. Örneğin, Hacı Murat romanında Çar Nikola’nın ruhsal çözümlenmesi, onun karakterindeki değişimin vur­gulanması, aldatmacaya sığınışın gösterilmesi gerçekte baskıcılığın (despo­tizmin) de irdelenip eleştirilmesidir. ivan İlyiç’in Ölümü’nde de İlyiç’in kendi kendisiyle hesaplaşması, iç dünyasının ayrıntılı bir biçimde sergile­nişi, bundan da öte İlyiç’in zalim bir toplum düzeninin temsilcisi oluşu topluma, toplumdaki eşitsizliğe yöneltilmiş bir eleştiridir. Kestirmeden söylemek gerekirse Tolstoy, kişilerin ruhsal çözümlemelerini, toplumdaki dengesizlikleri, eşitsizlikleri yansıtmada bir araç olarak kullanmıştır. Bu da onu çağdaşlarından ve öbür gerçekçilerden ayıran bir üstünlük sayıla­bilir. Nitekim Tolstoy’un bu yönü kendisinden sonra gelen birçok sanat­çıyı etkilemiştir. Bilinç akımı (bkz. Bilinç akımı tekniği) diye adlandırılan Proust ve Joyce gibi romancılarca kullanılan iç konuşma tekniğini işlevsel yönden yerli yerinde .kullanmanın ilk örneğini Tolstoy vermiştir.Ayrıca karakterleri çizmede, romandaki kişilerin çizilecek karakter hakkındaki yargı ve görüşlerinden yararlanma yolunu seçmiş, çok yönlü karater çizmenin örneklerini de vermiştir. Bu yönden onun yapıtları toplumun her kesiminden gelen türlü insanların bir. arada bulunduğu büyük kışla gibidir. Yoksul köylülerden eşrafa, liberallerden tutuculara, sosyte güllerinden hizmetçilere değin her türlü insana açıktır Tolstoy’un romanları.

Tolstoy’un izinden giden, ancak günlük gerçeğin ve yaşamın şiirini yakalamaya çalışan bir yazar da Anton Çehov’dur (1860-1904). Öykü ve oyun türlerinde yapıtlar veren Çehov, günlük yaşamda rastlanabilecek her türlü olayı öykülerine konu olarak seçmiş, Dünya öykücülüğünde büyük çığır açmıştır. Ayrıntı seçimine özen göstermiş, öyküde anlatılan durum ya da olayla ilgisi olmayan hiçbir şeye yer vermemiştir öykülerinde oyunlarında. Tolstoycu geleneği sürdürerek halktan kişileri ustalıkla canlandırmıştır yapıtlarında. Kişileri karakterlendirirken bunlara bir araç gözüyle bakmaktan kaçınmış; öykülerini ve oyunlarını bir propaganda ya da ahlaksal öğretinin buyruğuna vermekten kaçınmıştır. Bir konuşmasında şöyle der: “Yazar geveze bir kuş değildir hanımefendi... Eğer yaşıyorsam düşünüyorsam, karşı koyuyor, acı çekiyorsam, bunların hepsi yazdıklarım içinde yansıları olan şeylerdir. Ben size hayatı doğru, yani bir sanatçı olarak tanımlayacağım ve o zaman görmediğiniz şeylere tanık olacaksınız. Hayatın normalden ayrıldığını, çelişmelere düştüğünü bizzat göreceksiniz”

Toplumcu Gerçekçilik

Toplumcu gerçeklik, Marksist ideolojinin sanatçıya ve doğal olarak da onun yaratısına yansımasıdır. Toplumcu gerçeklik, sanatçıyı toplumsal bir varlık olarak görür. Sanatçının fiziksel ve düşünsel her türlü gelişimi tarihsel bir süreç içinde gelişmiştir. Bu nedenle sanatçı toplumsal bir varlık, onun sanatsal ürünü de toplumsal yaratıdır. Bu sanat akımının özünde Sanat toplum içindir anlayışı vardır. Her sanatçı, bilincini ve yaratısını şekillendiren çağına karşı toplumsal bir sorumluluğa sahiptir. Bu sorumluluk sanatçıyı toplumsal olaylara ve çağına karşı aktif kılar. Sanatçı toplumsal eşitsizlikleri ve sömürüyü görerek, kendi bilincinde estetize eder. Ve sanatsal bir yaratı biçiminde topluma sunar. Toplumcu gerçeklik sanatı ve onun eserini tarihsel bir sürecin ürünü olarak görür.

Sosyalist Gerçekçilik

Sosyalist gerçekçilik, sosyalizm ideolojisinin sanat ve edebiyata yansıması olarak 1930'lu yıllarda ortaya çıktı. Özellikle SSCB'de ve Çin'de ön plana çıktı ve komünistlerden de destek gördü. Sosyalist ideolojinin idealizmini ortaya çıkarmayı hedefleyen bu akımın etkisinde edebiyat eserlerinde devrimci kahramanlarla, halka örnek olacak kişiler yaratılması hedeflendi. Maksim Gorki'nin Ana romanı bu akımın ilk örneklerinden sayılır. Resim sanatında ise devrimci ruhun ön plana kuvvetli bir imajla çıktığı eserler desteklendi. Sosyalist Gerçekçi akımın ana konuları arasında devrim, işçi sınıfı ve sanayi bulunmaktadır. Sosyalist gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik ile karıştırılmamalıdır.

Dadaizm

Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih’te Hugo Ball’in açtığı cafe’de toplandı. Bildirisi de burada açıklandı.

Dada isminin nereden geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızca’da oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada" bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır.
Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini vurguluyorlardı.

Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld, Paul Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes’in yazılarının yer aldığı Litterature'dü. Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe (sürrealizm) yöneldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder